
"Kendi hayatımıza dair aradığımız pek çok cevabın aslında doğanın çabasız, dirençsiz ve kendiliğinden işleyişinde gizli olabileceğini hissediyoruz Parçalı Bulutlu’nun satırları ve monokrom fotoğrafları arasında gezinirken. Bu his, dikkatimizi insanın doğayla ilişkisinden daha da öteye yöneltmemiz gerektiğini söylüyor sanki."
Şarkılara, filmlere, kitaplara mevsim atfetmek ne kadar doğru, bilmesem de bazı şarkılar, filmler ve kitaplar bazı mevsimlere çok yakışıyor. Tuğçe Isıyel’in Parçalı Bulutlu’su da bu kitaplardan biri... Bunda kitabın adının etkisi yadsınamaz elbette; gökyüzünün parçalı bulutlarla kaplandığı, kışın adım seslerini duymaya başladığımız sonbaharın son günlerinde Isıyel’in denemelerinden oluşan Parçalı Bulutlu bir dost sohbetinin sıcaklığıyla gelip yerleşti evimin salonuna.
Parçalı bulutlu bir gökyüzü imgesi soğuk havaları, sert rüzgârları, zorlu bir mevsimi anımsatsa da, Isıyel’in kitabı aslında insanın dört mevsimine de uğruyor. Kelimelerle farklı hava koşullarında, farklı kara parçalarında yatay bir gezinti yaparken insanın doğasına doğru dikey ve aşağı doğru bir yolculuğun içinde buluyoruz kendimizi. Derinlere inerken içimizi saran korkuya ise Isıyel’in cümlelerine sinen şefkat merhem oluyor.
“Bir şey sadece çiçek açtığı, gür olduğu, muhteşem olduğu zamanlarda değil, aynı zamanda başlangıcında veya çöküşünde de ortaya çıkar. Güneşin doğarken ve batarken oluşturduğu renk cümbüşüne hayran olmamak elde mi?”
Tuğçe Isıyel
Parçalı Bulutlu insanla olduğu kadar doğayla da iç içe bir kitap. Bizi hem kendi doğamızla yeniden bağ kurmaya kışkırtırken, doğayla bağ kurmaya da davet ediyor aslında. Mevsimlerin dönüşünü, sert rüzgârların ürkütücü sesini, denizler ortasındaki bir adayı, Himalayalar’ın eteklerindeki bir dağ köyünü, denizde ışığın sıcaklığını kaybettiğiniz derinlikleri, bir türlü çiçek bitmeyen bahçeleri, bağbozumlarını anlatırken doğayla kurduğumuz ya da kuramadığımız ilişkiyi düşünmeye başlıyoruz.
“Bahçeyle ilgilenen insanlardaki sabrı ve teslimiyeti şimdi anlayabiliyordum. Toprak, güneş, yağmur asla suçlanamaz. Onlara kızamazsınız, bahçeye arkanızı dönemezsiniz. Toprak ve güneş yani hava ve su ne kadarına izin veriyorsa o kadarıyla yetinmek zorundasınız. Çabanız bir yere kadar kabul görür. Çünkü bahçedeki her şeyin kendi zamanı vardır. Çiçekler sürekli açmaz, meyveler her daim meyve vermez. Zamanı bahçeden okuyabilirsiniz. Orada zamanlar birbiriyle çatışmaz, ancak kesiştiği yerler olabilir, her bitkinin ihtiyacı farklıdır ve farklılıklara tahammül etmek de en çok bir bahçeden öğrenilebilir. Bahçede yavaş gelişen bir büyüme sürecine tanıklık edersiniz, sonu belirsiz bir bekleyiş içerisinde bulursunuz kendinizi, o bekleyişi merkeze almadan, hayatın akışında akmasına izin vererek...”
Kendi hayatımıza dair aradığımız pek çok cevabın aslında doğanın çabasız, dirençsiz ve kendiliğinden işleyişinde gizli olabileceğini hissediyoruz Parçalı Bulutlu’nun satırları ve monokrom fotoğrafları arasında gezinirken. Bu his, dikkatimizi insanın doğayla ilişkisinden daha da öteye yöneltmemiz gerektiğini söylüyor sanki. İnsanın doğasını anlamak için doğayla herhangi bir ilişki kurmak değil, bizzat doğanın insanına dönüşmemiz gerektiğini fısıldıyor. Yani doğayla alelade bir ilişki içinde değil, doğaya içre bir insan yaşamından söz ediyor Isıyel...
“‘Bağ bozmak’ her ne kadar rahatsız edici bir sözcük gibi dursa da, aslında tam anlamıyla yeniden doğuşun bir ifadesi olarak algılanabilir, bozulan şey yeniden yapılanır çünkü. Bu bağla buluşma son değil; yeni bir başlangıcın ilk adımı. Dolayısıyla bağbozumu, bir dönüşümün öyküsü... Ve tüm dönüşümler, sonucu ne olursa olsun, en azından dönüşmeye cesaret edebildiği için kutlanmaya değer.
Peki insan nasıl dönüşür? En çok ötekinde ve ötekiyle... En çok kurduğu bağlarla... Kurduğu bağları bozup yeniden kurmasıyla... Bu yeniden kuruluma izin verebilmesiyle... Bağbozumunda bir şeyleri kaybettiğimiz muhakkak ve ancak o kayıplarla dönüştüğümüz de... Bunu kabullenmek için biraz doğayla hemhal olmak işe yarar mı acaba?”
İnsanın doğayla, zamanla, mekânla ve kendisiyle kurduğu ilişkiyi düşünürken “öteki”yle kurduğu ilişkiye uğramayacağımızı düşünmek mümkün mü? Sayfalar ilerlerken kendimizle kurduğumuz bağ sürgün verip diğer insanlarla kurduğumuz bağa uzanıyor usulca.
“Bu çağ, bizleri parçası olduğumuz dünyadan ve evrenin yasalarından gitgide ayırarak yaşamamızı körüklüyor. Dolayısıyla bir bakıma narsist bir çağ içerisinde olduğumuzu söyleyebiliriz. Bizler yaşamın ya da birbirimizin bir parçacığını yakaladığımızda bütününü anladığımız yanılgısına düşüyoruz. Kışını görmediğimiz bir yeri tam olarak bilebilir miyiz? Peki ya üzüntüsünü, yarasını görmediğimiz birini tam olarak sevebilir miyiz? Bilgi sahibi olmak, bilmeye denk düşer mi? Bilmek bütüncüldür, bilgi sahibi olmak ister parça pinçik. Parçalı algılayışımız beraberinde kolay vazgeçişleri, çabuk tüketişleri meydana getiriyor.”
Mevsimler, mekânlar, eşyalar, geçmiş, gelecek, “ben” ve “onlar” gibi kimisinde uzun uzun durduğumuz, kimisine ise kısaca uğradığımız sayısız durağın ardından, bir durup gökyüzüne bakmak istiyoruz. Hava nasıl? Güneş ışıl ışıl parlıyor mu mavi gökyüzünde? Yoksa tepemizde kara bulutlar mı dolanıyor? Hepsi mümkün ve hepsi geçici.
Güneşli göğümüz kara bulutlarla kaplandığı sırada, “Kara bulutlardan korkma” diyen bu şefkatli satırlar sayesinde, kara bulutların da güzel olduğunu ve bir an gelip de mutlaka dağılacaklarını, güneşin kendini yeniden göstereceğini kendimize hatırlatabiliyoruz artık.
“Parçalı bulutlar, gökyüzü dediğimiz şeyi oluştururlar. Parçalı bulutlu gökyüzü, gün içerisinde zaman zaman toplanıp, zaman zaman dağılan bulutlara; zaman zaman güneşli, zaman zaman kapalı bir gökyüzüne işaret eder. Ayrıca güneşin kavuruculuğundan bizleri korur. Hepimiz evrendeki ilişkiler ağının bir parçasıyız. Hem birbirimize bağlı hem de biricik. Parçalı bütünüz. İçimizde de dışımızda da... Güneşliyiz de, bulutluyuz da... Bazen ikisi de... Hepsi bize dair haller... İnsan olmak böyle bir şey çünkü.”
•