
Öylesini daha çok sevsem de deneme kitapları kesinlikle tematik olmalıdır demiyorum. Bence öyle olmayanları da güzel: Bir kitapta birkaç kitabı okumuş gibi oluyorum. Yormuyor mu? Ne gam! Deneme ‘okudum bitti’ (öyle deniyor ya şimdi) işi değildir. Açıp açıp okuduğum, dahası özlediğim ne çok deneme var! Nazan Bekiroğlu’nunkiler böyle olacak mı, zaman gösterecek. Başka denemelerini de okuyarak, başka zaman(lar) da okuyarak.
Kitabı altı bölüme ayırmış yazar. Ben hem okuyucu hem eleştirici gözüyle okumak istediysem de, ilk bölümün beş denemesinde eleştiri gözlüğümü takmayı beceremedim. Eleştiri şöyle dursun, denemeyi nasıl kurduğunu da kollayamadım o beş denemede. Nedeni, yazılardaki duygusal tonla okurun –biraz da yazıya bulaşmış okurun– konulara yakınlığı. Bekiroğlu’nun öğretmenlikten emekli olmasını, yıllarca ders verdiği üniversitedeki kitaplarını evine taşımasını, bilimsel ‘malzemesi’ olan Şair Nigâr Hanım’ı Nişantaşı’ndaki konağında ‘görmeye gitmesini’ (“Nazan’ın N’si” adlı bu denemeyi çok sevdim) okurken, metinlerden uzaklaşıp da nasıl kurulmuş diye şurasına burasına bakamadım.
Doğal buluyorum bunu. Yazıyla içli dişli olmaya çalıştığımda –hâlâ çalışıyorum– deneyimlediklerimden biri, her metnin sesi, müziği olduğu. O ses, o müzik yazdırıyor yazıyı. Ton, tını o yolla, hani neredeyse ‘kendiliğinden’ geliyor. Kişinin ele aldığı konuya mesafesi belirliyor diyeyim. İşte, otuz sekiz yıldır edebiyatçı yetiştirdiği, “öğretirken öğren[diği]” sınıfla esenleşirken, birlikte ‘mezun olduğu’ öğrencilerinin dediği: “Hocam, öyle bir gidiyoruz ki, sizi de götürüyoruz.” (s. 14) Kim avutacak? Kim “Korkma, Bak, Biz Buradayız” diyecek? Kitaplar, kitaplar, kitaplar… Bu denemeyi okuduğumda kitaplıklarını bozup derleme üzerine yazanlar üşüştü belleğime. Bu iş için kitaplığına el atmayan yazar var mıdır ki, kütüphanelerini yıkıp yapma denemesine de kalem üşürmemiş olsun. Doğan Hızlan’ınki gibi kitaplığını derleyip toparlayamama yazısı olsa da! Bir de Enis Batur, Alberto Manguel gibi bu işi yazmayı iki kapakla tutturmaya dek götürenler de –iyi ki– var.
Kendilerine sormalı kuşkusuz ya, oturduğum (okuduğum) yerden görebildiğimce, öğrencilerinin şanslı olduğunu düşündüm. Bir yerde kendisinin de “sandım ki yeniden’im” diye tevriyeli söylediği gibi; Nazan Bekiroğlu sanatla edebiyatın doğusu batısı, yenisi eskisi olmadığını bilenlerden. Kitaptaki denemelerde Ömer Seyfettin de var, Ovidius da; Yunus Emre de var, Boethius da. “Burada Bunlar Olurken” denemesini de ancak bu bakış yazabilirdi. NB’nin öğrencisi sınav kâğıdına şunu yazıyor: “Sophokles’e ve size çok teşekkür ederim.” Sanatı, yazını doğu batı, yeni eski kalıplarına sokarsak, bunu yazan kişinin Batı edebiyatlarından birini ya da karşılaştırmalı edebiyatı okuduğunu sanabilirdik. (Kitap için de geçerli bu: “Anna Karenina’ya Dair Notlar” adlı son bölüm örneğin.) Bunun üzerinde neden bu kadar durdum? Kuşkusuz, akademide böylesiyle çok karşılaşılmadığı için. Tüm bunların üzerinde Bekiroğlu’nun yazarlığını unutmadan duruyorum.
Bekiroğlu, andığım denemesinde Namık Kemalleri, Ziya Paşaları, Fikretleri, Cenapları evindeki kitaplığa buyur ederken beni ürperten bir şey söylüyor: “(Onları) ilk kez hissettiğim derin bir saygıyla yerlerine koyuyorum. İlk kez, çünkü bugüne kadar taşıdığım bilgi nihayet duyguya dönüşmüş. Şimdiye değin makaleydi, sınavdı, jüriydi, dersti. Ama şimdi sadece benim içinler, benimler. Aramızda yepyeni bir bağ var, sadece sevgi. Ben de esere değil yazara yöneliyorum.” (vurgu benim -oü) Çarpıyor, ürpertiyor ya, inanmıyorum. Öyle olsaydı, “nihayet” duyguya dönüşseydi bu dil çıkmazdı Bekiroğlu’ndan; ama bu cümlenin altındaki, özellikle de akademiye yönelik olduğunu sandığım ‘örtük’ eleştiriyi alkışlıyorum.
Emekli olunca “Kimse bana, ‘Daha çok yazarsın, daha rahat yazarsın’ demesin. Ben zaten böyle yazıyorum” diyor Nazan Bekiroğlu. Yazının zamanını düşündürdü bana. Dünya zamanı’yla düz gitmez her zaman yazı(n) zamanı. Kaldı ki kitabın adı da zamanla ilgili: Mihrican (sonbahar)… Kitaptaki kimi denemelerin güncel olaylar için yazıldığını düşündüm. Nazan Bekiroğlu sezdiriyor bunu ama denemesini bilinçle kurup yazmayı geniş süreye (zamana) yayarak konuyu ‘her zaman okunacak’ biçimde işliyor. Günceli yazsa, gazetelere ‘yetiştirse’ de. Enis Batur’un Ölesiye Sanat-Yeni Faltaşları yapıtındaki “Deneme” başlıklı denemesinde dedikleri kendiliğinden yerleşiyor buraya:
“‘Zorunlu hamle’leri, başka deyişle ısmarlama kaleme alınan ‘vesile’ yazılarını bir ölçüde ayırıyorum: Kıvamın oluşmadığını, kimyamın oturmadığını hissedersem, deneme yazmaya girişmem. Doğal olarak şiirdeki kadar elzem bir koşul arayışı, Greklerin tam karşılığı bulunamayan ‘kairos’una (…) denk bir hal bekleyişi içinde seyredemez deneme yazarı, gene de en uygun ânı kollar, kollamalıdır: Tutmayan bir yazıyı istemez kimse.”
Denemelerin ‘vesile yazılar’ da olabileceğini, iyi denemelerin başka yazarda yazma isteği uyandıracağını söyleyen denemeciler oldu. Füsun Akatlı gibi. Ben bir yılı aşkındır “El” başlıklı bir deneme yazıyorum. Bekiroğlu’nun yazısı da kertesini düşürebilirsem görünecek o denememde – işte hem denememi hem de Dağlarca’yı anımsamama bir vesile! Bekiroğlu’nun “Bu Eller miydi?” denemesini okurken (s. 101-3), Dağlarca’nın aynı adlı, çok sevdiğim şiirini anımsadım. Küçük karşılaştırma:
Nazan Bekiroğlu:
“Bu ince eller, uzun parmaklar mı bağladı o bağı? Bu narin eller mi attı onca düğümü? İmzayı, noktayı, kararı bu eller mi koydu? Hiç mi muhalefet şerhin yoktu? … Bir karıncayı bile incitmeyecekken dünyayı yakan. Bu eller miydi?”
Fazıl Hüsnü Dağlarca:
Bu eller miydi kesen mavi serçeyi Birkaç damla kan ki zafer ve kahramanlık.Yorganın altına saklanarak, Bu eller miydi sevmeyen geceyi.
…
Ve her şeyden ve her şeyden sonra Bu eller miydi Allaha açılan!

Bekiroğlu
Nazan Bekiroğlu, Dağlarca’yı anmamış –okurun belleğine bırakmış diye okuyabilir miyiz?– ama ben bunu da ‘vesile’ görüyorum: Tek yazmaya değil, okumaya, yani bağ kurmaya vesile. (Ondan önce, “‘Müzeshop’ta Kulplu Emaye Bardak” denemesinde anımsıyorum Dağlarca’yı: “Hayat böylesine geçiciyken yaşanmışlık çok acı ve zalimce güzel” cümlesiyle [s. 44], “Korku” şiirindeki o doruk dize; “Korkuyorum yaşamaktan ki çok güzel” dizesi çıkageliyor.)
Bir bakıma yazı tutkununa her yazı vesiledir. Vesile-i hasene diyeyim eskiler gibi. Yaratıcı olsun olmasın, her yazı aynı dürtüden doğar gibi gelir bana: Yaratma, var etme isteği (var olma, buradayım deme isteği mi bu?). Basit görünen ya da yaratıcı görünmeyen yazı, diyelim kitap tanıtma yazısı, diyelim bu yazı da aynı dürtünün sonucu, aynı ateşin yangını değil mi? Hele deneme… Diyeceklerim var. Bir kitap, örneğin Bekiroğlu’nun kitabı bana vesile oluyor. Bu kadar mı? Diyeceklerimi –önce bana– açıyor. Düzenliyor. Onun dediklerine katılıp katılmayarak biçimlendiriyor – yol alacaksa, oradan da yol alıyor düşüncelerim. Olur mu olur, vesile, el vermeye dönüşüyor kimi… Antik Çağ’da Seyahat, Eski Roma, Karadeniz’den Mektuplar, Lâtin Edebiyatı, Felsefenin Tesellisi, Mahşerin Dört Atlısı, Dr. Jivago, Mektupların Söylediği: Çehov, Tolstoy mu Dostoyevski mi? kitaplarından el alan denemelerden çatılan “Platon’un Mağarası” bölümünü okurken düşündüm bunları. İşte vesile yazıların ‘vusul bulacağı’, erişeceği gen yol.
Müzik dedim ya, alışmadığım –ton değil– tınıda yazıyor Nazan Bekiroğlu. Hani, kitabın adındaki fırtınayla ilgisiz, hayır hayır, fırtına sonrası dinginliğe ağır devinimlerle bakar gibi. Müziğini sevdim. Dinginliği uyutmuyor okuru. Güncel saptamalara dek bilinçle kurulmuş, sınanmış: “Eğer bütün o romanlar, tiyatrolar, şiirler olmasa insanlar herhalde oldukları yerde sayarlardı. Ne Ay’a ayak basılırdı ne atom parçalanırdı. Sophokles ile cep telefonu arasındaki mesafe zannettiğimizden daha kısadır.” (s. 152)
“Göğe Yükselen Mor Fok Balığı” bölümündeki “Bir Ruha Sahibiz”, “Gizli Mabed”, “Gurebahane-i Laklakan”, “Üç Palto”, “1914” başlıklı denemeler, sevip alıştığım/alışıp sevdiğim denemelerin dilinde. Bence kitabın ‘cümle kapısı’ndaki denemelere de uygun. Gene o konuya dönmeyeceğim ya, deneme kitaplarında bir bütünlük aranmalıysa, (gerekir demiyorum) bu bütünlüğü tek konu değil, dil de verir bence (ha, dili konu getirir yine – o başka).
Ben bu kitabı işimin çok fazla olduğu, diyebilirim ki okumaktan okumaya vaktimin olmadığı bir zamanda okudum. Edebiyatla soluklandım. Dahası, ayıpsa ayıbım, sevdiğim denemecilere birini daha kattım. Nazan Bekiroğlu iyi ki emekli olmuş demeyeceğim, çünkü bu denemelerini emekliliğinden önce yazmış. Ben bundan sonra yazdıklarıyla yazacaklarını, kuşkusuz öncekilere de gittikten sonra okumak istiyorum. Bekiroğlu’nun Çehov’un Sahalin Adası için dediğini çok önemsedim: “Sayfaları istatistikler ve bunların yorumu; iklimsel, yerleşimsel, etnik, antropolojik bilgiler doldurur. Bunlar iyidir elbet ama böyle bir kitabı başkaları da yazabilir.” (s. 212, vurgu benim -oü) Bence deneme de başkalarının yazamadığını yazmaktır; sanatçıdan beklenen budur. Mihrican Fırtınası’nı, deneme üzerine gene düşünme olanağı verdiği için de sevdim.
Kitapta öne çıkaracağım birden çok yer olsa da, ikisi üzerinde özellikle durmak isterim. Biri, öncesiz sonrasız sevdiğim Yunus Emre için yazdığı “Gerçek ve Menkıbe Arasında ‘Bizim Yunus’” denemesinde Yunus için “etrafında derlenip toplanacağımız ad” demesi, (s. 156) öteki de yedi denemelik “Anna Karenina’ya Dair Notlar” bölümü. (s. 227-249) Bu bölüm, diyelim Nabokov’un Rus Edebiyatı Dersleri değil kuşkusuz ya, onunla karşılaştırılmayacağı anlamına gelmez; ama bölümün ilk denemesi “Anna’nın Gardırobu”, Selim İleri’nin Nilgün’ün giysilerini yazdığı parça anımsanmadan okunursa yazık olur. Refik Halit Karay’ın romanına da ad veren kişisi Nilgün’ün giysileri, ropları, tayyörleri, döpiyesler, vs., Selim İleri’nin “Geçmiş, Bir Daha Geri Gelmeyecek Zamanlar” üst başlıklı ırmak romanının birincisi Mavi Kanatlarınla Yalnız Benim Olsaydın’ın ilk parçası olmuştu.
Yazımın girişinde sözünü ettiğim o özdeşlikten ötürü bu denememi mektup biçiminde yazmayı düşünmüştüm. Mihrican Fırtınası baştan sona öylesi denemelerle çatılsaydı mektubum yerinde olur, belki yerini de bulurdu – ama hayır, ben kitabı bu haliyle sevdiğimi, bu denememi yazarken aklımda kalanları aklımdan bir kez daha okurken anladım. Nazan Bekiroğlu’nu tutanfırtına –edebiyatta yön ayrımlarına inanmasam da– okuru doğusuyla batısıyla edebiyat deryasına karıyor.