Leziz Kadavralar:

Tüketimin karanlık yüzü

Leziz Kadavralar

16 Ekim 2025

ÖZLEM SİPAHİOĞLU

Agustina Bazterrica’nın Leziz Kadavralar’ı okuru derin bir içsel tiksintiyle karşı karşıya bırakırken, insan doğasının karanlık yanlarına acımasız bir ayna tutuyor. Distopik bir evrende açlık, şiddet ve yamyamlıkla yüzleşmek, okuru hem merak hem de sorgulama duygusuyla sarıyor. Bu roman yalnızca bir kurgu değil, insan ruhunun sınırlarını keşfe davet eden bir deneyim.

Bazı kitaplar vardır; kapağını açtığınız anda sizi geri dönülemez bir yolculuğa sürükler. Leziz Kadavralar tam olarak öyle bir eser. İlk sayfalarda ruhunuzda bir sarsıntı hissedersiniz; ilerledikçe bu sarsıntı yerini merak ve tuhaf bir kabullenmişlik hissine bırakır. Sahnelerin çağrıştırdığı yoğun tiksinti ve etik sorgulamalar zihninizi sürekli uyanık tutar. Her sayfa çevrildiğinde aklınızda tek bir soru yankılanır: İnsanlık kendi türünü tüketmeye başladığında, gerçekte nelerden kaçınabilir ve neleri görmezden gelebilir? Bu soru, kitabın her satırında hem korkutucu hem de büyüleyici bir şekilde kendini hissettirir.

Distopya edebiyatının temel amacı, okura tanıdık ama bir o kadar ürkütücü bir dünya sunmaktır. Orwell’in 1984’ü politik baskı ve kontrol mekanizmalarını ön plana çıkarırken, Atwood’un Damızlık Kızın Öyküsü cinsiyet ve iktidar ilişkilerini sorgular. Bazterrica ise türün geleneklerini bir adım öteye taşıyor: Yamyamlık üzerinden insan doğasının etik sınırlarını inceliyor. Kitap yalnızca distopik bir kurguyu aktarmıyor; günümüz dünyasının açgözlülüğüne ve çıkarcılığına dair keskin bir alegori sunuyor. Hayvanların yok oluşu ve insanların kendi türlerini tüketmeye başlaması, okura ürkütücü bir yansıma veriyor. Bu alegori, insanın doğaya ve kendi türüne yönelik sorumluluklarını sorgulamasına sebep oluyor.

Açlık ve arzu ile kendi türünü tüketmeye yönelen insanların hikâyeleri kitabın en çarpıcı yanını oluşturuyor. Bu yalnızca şoke edici bir kurgunun ötesinde, insanın ilkel içgüdülerine dair bir alegori. Et endüstrisinin aşırı tüketimle ve sömürüyle ilişkisi insanlar üzerinden aktarılıyor. Hayvanların yok oluşu ve yerine insanların kitlesel olarak üretilip tüketilmesi, türcülük ve beden politikalarını gözler önüne seriyor. İnsanlar artık yalnızca birey değiller, birer ürün, birer “özel et” olarak pazarlanıyor. Kitap yaşamın nasıl metalaştırılabileceğini acı bir şekilde hatırlatıyor ve okuru kendi etik sınırlarını sorgulamaya itiyor.

Marcos hikâyenin merkezinde yer alıyor ve okuyucuya hem empati hem de tuhaf bir yakınlık sunuyor. Eski nesilden biri olarak, hayvanların yok oluşuna tanıklık etmiş ve kendi türünün vahşice tüketildiği bu dünyada hayatta kalmak için gerekli becerileri edinmiş. Babası bir hayvan kesimhanesinin sahibiydi; Marcos’un çocukluğu yeni dünyadaki rolünü doğal bir süreç haline getiriyor. Onun hikâyesi yalnızca bireysel bir trajedinin ötesine geçiyor, insanın vicdanı ile hayatta kalma içgüdüsü arasındaki çatışmayı da gözler önüne seriyor.

Marcos’un gözünden dünya, ahlaki pusulasını kaybetmiş bir toplumun portresini sunuyor. İnsanlar açlık ve arzuyu bastırmak için birbirlerini tüketirken, etik ve vicdan sınırları giderek bulanıklaşıyor. Bu çarpıcı tabloya edebiyatın ve felsefenin sessiz sesi eşlik ediyor:

“İnsan yiyeceği şeye saygı göstermeli. Her tabak içinde ölüm barındırır. Bunu birilerinin diğerleri için yaptığı bir fedakârlık gibi düşün.”

Bu cümle yalnızca yemekle ilgili bir öğüt değil, varoluşun kendisine dair bir yansıma sunuyor. İnsan tükettiği varlığa, doğaya ve kendi türüne karşı sorumluluk taşıyor. Kitapta işlenen yamyamlık ve metalaştırılmış insan bedenleri, bu felsefi perspektifle okunduğunda, yalnızca şoke edici bir ayrıntı olmaktan çıkıyor ve daha derin bir etik sorgulamaya dönüşüyor. Marcos’un gözünden, her tabak ve her öğün insanın kendi doğasına dair bir sınav haline geliyor. Okur karakterin yaşadıklarının ötesinde, kendi vicdanıyla da yüzleşmek zorunda kalıyor.

Agustina Bazterrica

Bu düşünceyi daha da derinleştirdiğinizde, Bazterrica’nın romanı bir tür modern felsefi alegoriye dönüşüyor. İnsanların birbirlerini tüketmeye başlaması, yalnızca açlığın ve arzunun bir sonucu olarak görülemez, aynı zamanda toplumsal çöküşün, etik kaymaların ve bireysel bencilliğin de yansıması. Okur bu tabloda kendi seçimlerini, kendi sınırlarını ve toplumsal sorumluluklarını sorgulamaya itiliyor. İnsanların birbirini nesneleştirmesi ve tüketmesi, Marcos’un gözünden, insan doğasının en acımasız ve kırılgan yanını ortaya çıkarıyor.

Çevirmen Seda Ersavcı, metnin ruhunu Türkçeye aktarırken tiksintiyi ve gerilimi de taşımayı başarmış. Ersavcı’nın çevirisi, metnin kasvetli duygusunu, detaylarını ve karanlık alegorilerini eksiksiz yansıtıyor. Her cümlenin özeni, metnin anlamını ve duygusal yükünü koruyor. Okur, Bazterrica’nın dünyasında gözlemci olmaktan çıkarak, hikâyeye dahil olan, sorgulayan ve kendi içinde tartışan bir katılımcı haline geliyor.

Agustina Bazterrica çağdaş distopya ve korku edebiyatının önde gelen isimlerinden biri. 1974 doğumlu Arjantinli yazar, eserlerinde insan doğasının karanlık yönlerini, toplumsal yapıların eleştirisini ve etik sınırların sorgulanmasını ustaca işliyor. Leziz Kadavralar yazarın uluslararası alanda tanınmasını sağlayan en önemli yapıtlarından biri oldu. Onun kalemi rahatsız edici konuları doğal ve ikna edici bir dille işler; sayfaları çevirmek okur için hem zorlayıcı hem de bağımlılık yaratıcı bir deneyim haline gelir.

Leziz Kadavralar tiksintiyi bir araç olarak kullanıyor ve okuru düşünmeye davet ediyor. Distopya kurgusal bir uzaklık olduğu kadar, günümüz dünyasının karanlık yanlarına dair keskin bir ayna. Okur, Marcos’un gözünden hem vicdanı hem hayatta kalma içgüdüsüyle sınanıyor.

Peki siz kendi türünü tüketmeye başlayan bir medeniyetin ortasında olsaydınız, hangi sınırları aşardınız? Leziz Kadavralar okura yalnızca bir hikâye sunmuyor; kendi karanlık yönlerimizle yüzleşmeye ve sınırlarımızı keşfetmeye bir davet aynı zamanda.