Şiir, deneme, öykü türünde eserlerle bilinen Ali Ayçil’in roman türünde eseri Karşı Roman'ın konusundan önce yayınlandığı yayınevi dolayısıyla dikkatleri üzerine çektiğini düşünüyorum. Ülkemizde yazılı olmayan ancak okuyan, yayın dünyasında yer alan, yakından takip eden herkesin çok iyi bildiği gerçeklerden biri de yayınevlerinin siyasi görüş ve yaşam tarzı olarak kendilerine yakın görüşlere sahip yazarların kitaplarını basmaya daha yatkın olduğudur. O yüzden bazı isimler, bazı yayınevleriyle adeta özdeşleşmiştir. Aynı ayrım okurların bir kısmında da sıkça görülür; bazı yayınevleri karşı mahallenin olduğundan takip edilmez, mesafeli olunur, hatta iyi kitapların karşı mahalle tarafından basılması durumunda gözden kaçma ihtimali yüksektir. Karşı mahalle elbette yazarın, okuyucunun durduğu noktaya göre değişir. Çok nadiren de olsa, farklı görüş ve yaşam tarzına sahip yazarların eserleri karşı mahallenin yayınevi tarafından basılır. Elbette istisnalar kaideyi bozmaz. Ancak farklı muhafazakâr dergi ve gazetelerde yazmış, genel yayın yönetmenliği yapmış bir yazarın kitabının İletişim Yayınevi tarafından basılması, eserin adının Karşı Roman oluşu, tarih ve karşı tarih kavramları elbette okuyucunun merakını cezbeden önemli faktörler olarak göz önünde bulundurulmalıdır.
Romanın başkahramanı Mehmet Manas, Erzincan’da doğmuş, Erzurum’da Tarih alanında üniversite eğitimi almış ve İstanbul’da yaşamaktadır. Türkiye’de yaşayan bir karşı tarih insanı olarak, hayatının bu üç önemli durağında geçen hatıraları, karşılaştığı zorlukları kişilerle ilişkileri Savunma metni için yaptığı iç muhasebe üzerinden anlatıyor. Anlatıldığı, yazıldığı ve öğretildiği gibi olmayan tarihe karşı hayatının merkezine koyduğu eleştirel düşünceyi savunurken, başına gelenler ve kişisel tecrübeleri sonrası yavaş yavaş kişisel Savunma’sını da inşa ediyor. Bir nevi durduğu yeri kontrol etme, seçtiği ve seçmediği yolların muhasebesini sistematik bir biçimde yapma eylemi. Üstelik tüm bunları çoğunlukla hiç sevmediği yürüyüşler esnasında yapıyor. Metnin merkezinde kabul gören, çoğunlukla öğretilen, itiraz edilmeyen tarih anlatısına karşı bir eleştiri, karşı tarih yer alıyor; dolayısıyla eleştirel bir metin. Bu bakımdan konusu ilgi çekici. Ülkemizde tüm konuların, meselelerin, tarihin ve hatta ekonomik sınıfların bile siyasi görüş ve yaşam tarzı ekseninde tartışıldığı düşünülürse, yazarın bu konuda neler yazmış olabileceği çok merak uyandırıyor. Ayçil’in hayatının geçtiği Erzincan, Erzurum ve İstanbul metinde sık geçen şehirler. Otobiyografik unsurlar taşıdığını söyleyebiliriz romanın, ancak Manas’ın hayatıyla Ayçil’in hayatı, fikirleri ne kadar benzerlik gösteriyor, bunu kurgu bir metin üzerinden anlamak elbette mümkün değil.
Mehmet Manas, Anadolu’nun çoğunlukla anlatılan iyi yönlerinin gerçek olmasını içten içe çok istiyor, öyle olmadığını da biliyor. Bu nedenle ev sahibi karşısında sıkça bocalıyor ve iki kimliği arasında tereddüt derecesine varan bocalamalarına Berna’ya anlatırken ve iç sesinde de şahit oluyoruz. Taşranın hem iyi yönlerini hem de Berna’nın yetiştiği modern ailenin, şehrin sahip olduğu imkânları istiyor. Kendini yenilmiş hissediyor. Taşra yaşamı, taşra üniversitesi sonrasında mega kent İstanbul üçgeninde başına gelenlerin, yaşadığı zorlukların, kaçırdığı fırsatların, aldığı yaraların sorumlusu olarak gördüğü taşra ve taşra zihniyeti, ev sahibiyle Mümtaz Taşoluk karakteri üzerinden İstanbul’da da tekrar karşısına dikiliyor. “İkimiz de birbirimize ufuk açma imkânından yoksunduk; ben ona köy derneğini nasıl daha verimli hale getirebileceği konusunda hiçbir öneride bulunamıyordum ve o da doğal olarak odada şuraya buraya serpiştirilmiş dergi, kitap ve yazı taslaklarıyla hiçbir şekilde ilgilenmiyordu.” (s. 11)
Romanda bolca yer alan, zenginlik katan metinlerarasılık örnekleri görmek mümkün. “Bihruz’un Macar atlarının kırbaçlandığı güzergâhta hafızamın birden atları, kadınları ve Nietzsche’yi beraber istiflemiş olmasına da ayrıca hayret ettim. Bihruz Bey, Macar atları, Lou Salome, Periveş Hanım, Béla Tarr; kişisel bir zincirin halkaları kendine özgü bir dizilişle Surp Haç Ermeni Mezarlığı’nın ağaçlarından sızan güneşin karşısında gün yüzüne çıkıverdi.” (s. 9) Okurun zihninde çoğunlukla metinler etkileşim halinde olduğu için aşikâr olan metinlerarasılık örneklerinin yanında farklı çağrışımların izlerine de rastlamak mümkün. Örneğin benim için “İlhan’ın Vaazı”, Peyami Safa’nın Yalnızız adlı romanındaki Samim karakterine yazdırdığı meşhur tiradını akla getirecek türden.
Metne eleştiri getirmek istediğim iki farklı nokta var. İğreti durduğu için okuyucuya geçmeyen, metnin ortalamasını düşüren, Mehmet ile Berna arasında yaşanan cinselliği içeren kısımlar. Bu ilişki, esmer/sarışın, taşralı/şehirli boşanma avukatı, bulgur pilavı/pirinç pilavı ve birçok farklı unsur üzerinden başarılı bir şekilde karşıtlık zeminine oturtulmuş, aralarındaki ilişkiyi birbirini tamamlayan unsurlar üzerinden de anlamlı, gerçekçi ve boşluk oluşturmayan biçimde inşa edilmişken, sıkça ve yüzeysel bir biçimde yer verilen cinsellik cam önü konuşmaları’nın tersine okuyucuya geçmiyor, onu metinden uzaklaştırıyor. Diğer taraftan, Berna ve Mehmet karakterlerinin zıtlıkları üzerinden ülkenin birtakım gerçeklerini okumaya çalışırken oryantalizmin kabullerine yenik düşüyor yazar. Bulgur pilavı ve İstanbul dışında Anadolu’da pek yer görmemiş olması örneği üzerinden bu tespiti yapmak mümkün.
Savunma, tarih/karşı tarih, mekânlar, Davut Sulari, Henkür ve Menkür, Kırıkkale ve Parabellum gibi romanda tekrar eden nesneler, olaylar, durumlar hayatı boyunca tekrarlayan biçimde önüne çıkan, kahramanı adeta başı, sonu ve çıkışı olmayan bir dairenin içine hapseden unsurlar. Okuyucu açısından Bernhard’ın otistik biçimde yaptığı tekrarları hatırlatıyor. Kahramanla birlikte okuyucuda da “ülkenin gerçekleri” olarak kabullenilmiş unsurların tamamına eninde sonunda hapsolma hissi pekişiyor. Romanın başlangıcından itibaren okuyucuyu içine alan, yazarın da belirttiği “küçük karşı tarih girdabının” içinde dönüp duruyoruz. Ölen ve hayatından çıkan kişilerin (örn. Ertuğrul) yerine gelen kişiler (örn. İlhan) Manas’ın hayatında benzer özelliklere ve yere sahip olarak –karakterin devamı niteliğinde– metinde yer alıyor. Böylelikle sadece kurgu üzerinden değil, karakterler üzerinden bile dışına çıkılması mümkün olmayan bir “girdap” oluşturmuş Ayçil. Ülkenin bir vatandaşı ve bir okuyucu olarak bahsedilen girdabın tarih ve karşı tarih olarak yaşayan insanlar tarafından birlikte beslendiğini düşünüyorum. Gücü ele alan kesimler kendi tarih ve karşı tarih’ini oluşturuyorlar. Güç el değiştirdiğinde, tarih ve karşı tarih pozisyonları tarih ideolojiler odaklı incelendiği müddetçe el değiştirmeye devam edecektir.
“Her zafer insanın insana ihanetidir; bir yaralama, yok etme eylemidir.” (s. 137)