Mitolojiden günümüze İstanbul’da yaşayan balıklar, kuşlar, yılanlar, ayılar, develer, filler, atlar, eşekler, maymunlar, köpekler, kediler… hem de en namlıları bizleri selamlamakta…
İstanbul’un sokak köpekleri gündem olunca yakın zamanda yayınlanan iki kitap, Hayvan Hakları Tarihi ve Türkiye ile İstanbul’un Nam Salmış Hayvanları aklımıza geldi. İkisi de İBB Yayınları tarafından yayınlanmış.
Biz bu yazıda Orhan Bahtiyar’ın kaleme aldığı İstanbul’un Nam Salmış Hayvanları isimli kitabı konu edineceğiz. Mitolojiden günümüze İstanbul’da yaşayan ya da gelip geçen hayvanların öykülerinin anlatıldığı kitapta balıklar, kuşlar, yılanlar, ayılar, develer, filler, atlar, eşekler, maymunlar, köpekler, kediler… hem de en namlıları bizleri selamlamakta…
İstanbul tarihi boyunca pek çok çeşit hayvanın devamlı veya geçici yuvası olmuş bir kent. Gerek kara gerek deniz ve gerekse gökyüzünün nice canlısı kimi zaman korkutarak, kimi zaman şaşırtarak, kimi zaman kendilerine hayran bırakarak ve bazen de kendilerine hizmet ettirerek insanlarla yan yana yaşamışlar. Efsanelere, masallara konu olup üzerlerine şiirler yazılmış, şarkılar bestelenmiş, türküler söylenmiş. Başlarına gelen kötü olaylar ahaliyi hüzne boğmuş, sebep olanlar beddualarla anılmışlar. Göçebe olup yola devam edemeyenleri sahipsiz kalmamış, bakımı yapılıp vakti gelince önüne bir kap su, bir kap yiyecek konmuş, hatta paye bile verilip çarşının, mahallenin maskotu olmuş, uğur getirdiklerine inanılıp hak ettikleri muameleyi görmüşler.
Kitap “İstanbul’un nam salmış hayvanlarını” değişik yönleriyle ele almakta. Orhan Bahtiyar şu satırlarla anlatıyor İstanbul’un ünlü hayvanlarını: “İstanbul dünya üzerinde mitolojik de olsa varlığını hayvanlara borçlu nadir şehirlerden biridir. Bu kadim şehrin kurucusu ise Megaralı Byzas olarak bilinir.” Efsaneye göre Byzas tanrılar tanrısı Zeus’un yasak aşkı İo’nun doğurduğu kızı Keras’ın Poseidon’dan olan çocuğudur. Peki bu öyküde hayvan nerede derseniz, şurada: Karısı Hera’nın hışmından korkan Zeus, İo’yu kurtarmak için onu buzağıya dönüştürüp Boğaz’ın Anadolu yakasından şimdiki Haliç taraflarına doğru bırakır. Kısaca Byzas’ın anneannesi Hera’nın hışmından kurtulmak için buzağı olmayı kabul etmiş bir kadın! Ancak öykü burada bitmiyor, devam ediyor: “Yıllar geçer, Byzas büyür; genç, zeki, güçlü kuvvetli bir delikanlı olur.” doğduğu Megara kenti ona artık dar gelir. Yaşadığı yerdeki baskılar onu yeni arayışlara iter. Özgür bir kent kurmayı düşünmeye başlar ve bir kâhine danışır: “Kâhin ona gideceği yönü tüm ayrıntılarıyla anlatır: “Gitmek istediğin yer Körler Ülkesi’nin (Kadıköy) tam karşısındadır.”
Byzas yolculuğa başlar, Sarayburnu’na ulaşır. Ormanlarla kaplı tepeler, parıldayan Haliç, Boğaziçi’nden akın akın gelen palamut sürüleri… Deniz balık kaynamaktadır, maceraperest genç elleriyle balık tutar. Artık aradığı yeri bulmuştur ve aklındaki şehri buraya, küçük bir balıkçı köyü olan Ligos’un üzerine kurmaya karar verir.
Anlatılanların eksiğine, fazlasına diyecek bir sözümüz yok ama başlarken dediğimiz gibi, bu topraklar her zaman hayvanların rızkını bulduğu bir yer olurken, uçanı uçmayanı, yürüyeni sürüneni, yüzeni yüzmeyeni İstanbul’un doğasının bir parçası olarak var olmuş.
Yüzeni yüzmeyeni dedik, bu şehrin suları yarım yüzyıl öncesine kadar balıkların ve öteki deniz canlılarının pek çok çeşidinin bulunduğu, avlandığı bir yerdi. Göçen göçmeyen balıkların halkın beslenmesinde önemli bir yeri vardı. Karadeniz’den göçmeye başlayan palamut, hamsi, lüfer gibi balıklar mevsime ayrı bir tat ve renk verirdi. Beykoz’un kalkanı, Boğaz’ın kılıçbalığı, orkinosu, arada bir ortaya çıkan ve cüssesiyle insanları hayretler içinde bırakan köpekbalıkları, denizin güzel canlıları yunuslar kentin üç tarafını saran suların ayrılmaz parçasıydılar. Ama artık yoklar! Bilgisizlik, daha fazla kazanç derdiyle bile bile yapılan tahripkâr balıkçılık, deniz kirliliği pek çok balık türünü yok etti. Var olmaya direnen üç-beş tür ise arada bir balıkçı tezgâhlarında görülse de halkın büyük bölümü için satın alınması mümkün değil. Bir başka deyişle, balık sofralardan elini eteğini çekti!
Yüzümüzü denizlerden gökyüzüne doğru çevirecek olursak, kuş bilimcilerin de dediğine göre İstanbul semalarında göçmen ve yerel kuş türlerinin sayısı 300’ün üzerinde ve bunlardan 200’ü kentimizde ürüyor. Terkos havzası, Büyükçekmece Gölü, Küçükçekmece havzası, Boğaziçi, Prens Adaları ve Şile kıyıları göçmen kuşların önemli yaşam alanlarının başında gelmekte. Bazı kuş türleri bu bölgeleri duraklama ve dinlenme alanları olarak kullanmaktayken, bazıları da üreme ve yavrularını büyütme alanları olarak belirlemişler. Ancak yedi sokağının “Martı”, dokuz sokağının “Serçe”, 15 sokağının “Güvercin”, 19 sokağının “Bülbül”, 25 sokağının “Kanarya”, iki sokağının “Karga” ve bir sokağının “Karabatak” ismini taşıdığı bu kentin kuşları önemli bir tehlikeyle karşı karşıya. Bazı türler daha şimdiden görülmez oldu. “Mega projeler”, plansız kentleşme, yok edilen yeşil alanlar, çevre kirliliği… Bütün bunların sonucunda kuşların yaşam alanları sürekli olarak artan bir hızla daralıyor, hatta yok ediliyor. Önlem alınmadığı takdirde yakın bir zamanda sevdalıları koruyan kumruları, çatısına yuva yaptıkları evlerden ateşi uzak tutan kırlangıçları, her kış Mekke’ye giden leylekleri, müminleri cennete götüren denizkırlangıçlarını göremeyebiliriz. Evlerin etrafında, denizin üzerinde, her yerde şenlik eden, “şehre köy neşesi dağıtan ve ruhumuzdaki tabiat duygusunu durmadan yenileyerek içimizi serinleten cıvıl cıvıl sürüler” kaybolup gidecekler.
İstanbul’un nam salmış hayvanlarına gelince… Köpeklerle başlayalım. Köpekler hakkında söylenenler bir yana, yazılanların yekûnu da hayli kabarıktır. 19. yüzyılın son çeyreğinde yaşamış olan Mustafa Asım Çalıkoğlu anılarında şöyle yazmakta:
“Her mahallenin kendi köpekleri vardı. Başka mahallelerden gelen bir köpek derhal yerlilerin hücuma uğrar, hudut dışı edilirdi. (…) Evlerde bir kapıdan ikram gören artık oraya bağlanır, her kapı açıldığında kuyruk sallayarak yaltaklanırdı. (…)
İstanbul halkı köpeğin pis bir hayvan olduğuna şeran inanır, fakat onu beslemeyi sevap sayardı.”
Bu misafir severliğin hakkını mahalleye bekçilik yaparak ödeyen köpekler yabancı biri mahalleye girdiği zaman havlayarak kendilerini hatırlatırlardı!
Ancak 19. yüzyılın ortalarından itibaren bu dostluğun üzerinde kara bulutlar dolaşmaya başlar. Dönemin bazı yazarları, gazetecileri, şairleri sokak köpeklerinin tamamının yok edilmesini ister. Ses getiren birkaç olay bu görüşü destekler. Örneğin, II. Mahmud döneminde köpeklerden ürken bir İngiliz vatandaşının kaçarken duvardan düşüp ölmesi sonucu çıkan diplomatik krizin büyümesinden çekinen padişah onların toplatılıp Hayırsızada’ya gönderilmesini emreder, fakat bunu yapamaz. Nedeniyse halkın sokağa dökülmesidir!
Bir başka sürgün teşebbüsü 1865 yılında olur. Köpekler bir kez daha Hayırsızada’ya bırakılır. Fakat o sırada İstanbul’da çok büyük bir yangın yaşanır, halk bu felaketi köpeklere yapılan zulme bağlar. Çıkabilecek huzursuzluktan çekinen baştakiler köpekleri yeniden geri getirir ve köpekler bir kez daha kurtulurlar.
Uzun süre böylesi bir girişim gündeme gelmez. 1910 yılının uğursuz bir gününde köpeklerden rahatsızlık duyan içişleri bakanı, İstanbul belediye başkanı ve diğer zevat sokak köpeklerini itlaf kampanyası başlatır. Köpeklere yeniden Hayırsızada’nın yolu görünmüştür. Gerçi İstanbul halkı bu karara tepkisiz kalmamıştır. Belediye bu iş için çalıştıracak insan bulamaz. Ama yine bir çözüm bulunur; “bu iş için serserileri, hırsız, işsiz güçsüzleri ve haydutları kullanır”. Bu kez karar sonuna dek uygulanır ve binlerce köpek yok edilir!
Ahalinin yabancısı olmadığı hayvanlar dışında İstanbul zaman zaman egzotik hayvanlara da mesken olmuş bir kent. Çeşitli ülkelerden armağan olarak padişahlara gönderilen zürafalar, filler, aslanlar, gergedanlar görenleri şaşkınlık içerisinde bırakmış! Örneğin, II. Mahmud devrinde Kahire Valisi Mehmed Ali Paşa deniz yoluyla İstanbul’a bir zürafa gönderir. Daha karaya çıkmadan hakkında herkesin konuşmaya başladığı zürafa padişah fermanıyla Çinili Köşk meydanına getirilir. Ancak pek çok kimse “mübarek endamını” görmek için çoktan deniz kıyısına koşmuştur. Bu olayı yazar İlyas Efendi şöyle anlatır:
“Nihayet karaya çıkarılan hayvan Çinili Köşk meydanına getirildi. Hünkâr, Enderun Ağaları ve saray mensupları için büyük bir gün oldu. Hayvanın heyet ve kıyafetlerini her kim görürse kuvvet ve kudret-i ilahiyeyi tefekkürden hâli kalmıyordu. Zahir ve bahir şöyle beygir şeklinde görünürken başı bir dereceye kadar öküze ve gövdesi kaplana benzemekte idi.”
O günlerde seyrinin vacip olduğu zürafa saraydan sokağa her yerde konuşulan konu haline gelir. Bazı önemli kişiler (!) onu gezdirenin cennete gideceğini söylemeye başlar. Ancak zürafanın ömrü uzun olmaz, birkaç ay sonra ölür. Sarayın bahçesinde doğru dürüst bir barınaktan yoksun yaşayan hayvan kış şartlarına dayanamamıştır.
Sözünü ettiğimiz zürafa İstanbul’a ilk gelen zürafa değildir. Hatta kayıtlara göre egzotik hayvanlar içerisinde Roma döneminden bu yana arada bir de olsa şehrimize uğrayan ahbaplarımızdandır zürafalar. O kadar ki, sonunda gelip II. Abdülhamid’in Eğitim Bakanı Münif Paşa’nın Erenköy’deki köşkünün bahçesine yerleşir. Tezahürat yapan yolcuları köşkün duvarına gelerek selamlar.
Şehrin aslanlarına gelince… 16. yüzyılda İstanbul’a gelen Alman Sefiri Baron Busbecq’in verdiği bilgilere göre şehrimizin birkaç yerinde hayvanat bahçeleri bulunuyor ve buralarda türlü türlü vaşaklar, yaban kedileri, panterler, leoparlar, aslanlar yaşıyorlar. Terbiye edilmiş bu hayvanlarla zaman zaman gösteriler de düzenleniyor.
Osmanlı başkentine gönderilen hediye hayvanlardan birinin de fil olduğunu yazmıştı Baron, konuyu biraz daha açalım. Örneğin, II. Osman’a 1521 yılında sunulan hediyeler arasında dört fil ve bir gergedan bulunuyor. Filler, “Fil ahırı” ya da “Fil damı” olarak bilinen eski Bizans yapılarında barındırılıyorlar. Gergedanların nerede misafir edildikleri ise meçhul! Kimileri Tekfur Sarayı derken, kimileri de Gülhane Parkı demekte.
Elbette kitapta sadece bu hayvanlar yok. Merak ettiğimiz ya da bilmediğimiz öyle çok öykü varmış ki İstanbul hayvanlarına dair…