
Sanat, insanın duygu düşünce ve hayal gücü aracılığıyla şekillendirdiği en güçlü ifade alanlarından biri. Bizi gerçeğin katlanılmaz ağırlığından ve yaralarından kurtararak yaşamın tüm o acımasız yönlerine dayanma gücü veriyor. Bu nedenle sanata yakın olmayı, hakkında konuşmayı, okumayı, yazmayı çok seviyorum. Geçenlerde yine bir yazar arkadaşımla sanat, kitaplar, yazdıklarımız, dergiler üzerine konuşuyorduk. Masanın üzerinde yarım kalmış kahveler, arka planda hafif bir caz melodisi... Sohbet derinleştikçe konu doğal olarak sanatın eleştiriyle ilişkisine evrildi. O an aklıma John Berger’in sanat ve eleştiri üzerine görüşleri geldi. Ve uzun süredir aklımı meşgul eden sorular yeniden belirdi.
Onun eleştiri üzerine görüşlerine pek çok noktada katılıyorum. Yakın zamanda Görme Biçimleri isimli eserini bir kez daha okudum. Sanat eserlerine ve görsel kültüre yönelik önemli bir eser. Görmenin yalnızca fiziksel bir süreç değil, toplumsal, tarihsel ve ideolojik bir eylem olduğunu vurgular. Sanatın içsel doğası çoğu kez üretim sürecinin verdiği haz ve heyecanla şekillenir. En azından kendi adıma böyle diyebilirim. Bu bağlamda yazarın kendi estetik anlayışı ve ifade biçimi dışsal değerlendirmelerden bağımsız olarak eserin özüyle doğrudan ilişkilidir. İnsan sanat eserini kendi geçmiş deneyimleri ve edindiği kültürel kalıplarla anlamlandırır. Fakat eleştiri de bir görme biçimidir. Eseri açığa çıkartmakla kalmaz, bazen de ona sınırlar çizer. Algıları daraltır ve eserin özgürlüğüne, kimi zaman da okuyucuya müdahale eder. Özellikle sanatçının üretim aşamasında sanatsal yaratıcılığının sınırlandırıcı bir unsur haline gelmesine yol açabilir.
Bu noktada sanat eserine ne kadar yaklaşabiliriz ve ne kadar dokunmalıyız?
Belki de bu sorunun yanıtı eleştiriyle sanat arasındaki ilişkinin niteliğinde saklı. Eleştiriyle sanat arasındaki ilişkiyi dengeli bir şekilde kurmak, sanatsal özgürlüğün korunması açısından önemlidir. Eleştiri dediğimiz metinlerin sanatçı için bazen rahatsız edici olma ihtimali var. Yazar, eserin nasıl karşılanacağına yönelik kaygılarla kendi anlatım biçimlerini sınırlandırabilir. Böylece eleştiri sanatçının yaratıcı sürecini desteklemek yerine, üzerinde bir baskı kurarak gelişimine engel olabilir. Edebi eserin çok katmanlı olması, çok anlamlılığı da beraberinde getirir. Oysa eleştiri bir baskı aracı olmaktan çok, sanatın özgürlüğünü destekleyen ve onun çoğulluğunu görünür kılan bir yol arkadaşı olmalıdır. Eleştirmen bu çok katmanlı yapıda bazen sadece bir noktaya dikkat çekerek eserin bütünlüğüne zarar verebilir. Bir tabloya çok yaklaşırsan bir şey göremezsin; eleştiri resme bazen fazla yaklaşıyor gibi, bazen koruma şeritlerinin geri tarafında durmayı bilmek gerekli. Onu kırmak, parçalamak gerektiğine inanan eleştirmenler az değil.
Ve savundukları görüş genellikle şu oluyor: “Bazı eserler kendini ancak böyle belli ediyor.” Sanatla kurduğumuz bu görünmez teması insanlarla kurduğum ilişkilere benzetirim. Benim için hassas bir konu. Çok yakınlaşırsak bozulabilir. Çok uzak kalırsak bağ kurulamaz. Bu temas yalnızca fiziksel değil, duygularımızla, düşüncelerimizle, hatta geçmiş deneyimlerimizle kurduğumuz bir bağ. Hem bütün sanat eserleri bir düşün ürünü değil mi ki... Pontalis’in o meşhur sorusunu hatırlayalım:
“Düşün anlatısı görülen düşü ortadan kaldırmaz mı?”[1]
Sanatla kurduğumuz bu görünmez temastan söz etmişken, bunu en iyi anlatan isimlerden biri olan John Berger’in düşüncelerine kulak verelim. Ünlü kitabı Görme Biçimleri’nde de şöyle bir ifade yer alır:
Her imgede bir görme biçimi yatar. Fotoğraflarda bile. Çünkü fotoğraflar çoğu zaman sanıldığı gibi mekanik kayıtlar değildir. Her bir fotoğrafa baktığımızda, ne denli az olursa olsun, fotoğrafçının sınırsız görünüm olanakları arasından o görünümü seçtiğini fark ederiz. Rastgele aile fotoğraflarında da böyledir bu. Fotoğrafçının görme biçimi konuyu seçişinde yansır. Ressamın görme biçimi bez ya da kâğıt üzerine yaptığı imgelerle yeniden canlandırılır. Her imgede bir görme biçimi yatsa da, bir imgeyi algılayışımız ya da değerlendirişimiz aynı zamanda görme biçimimize de bağlıdır.[2]

Fotoğraf sadece mekanik bir kayıt değildir. Hangi ânı, hangi ışıkla, hangi kompozisyonla, hangi açıdan çektiğimiz fotoğrafçının dünyaya bakışının bir yansımasıdır. Rastgele bir aile fotoğrafında bile bu durum söz konusudur. Hangi duygunun yansıtıldığı, kimin kadrajda ön planda olduğu, kimden uzaklaşıldığı her ayrıntı bizi bir hikâyeye davet eder. Her imge bir görme biçimini taşır. Sanatçı kendi açısından, kendi duygularından kendi algısından damıttığını aktarır. Resimde de, edebiyatta da durum benzerdir. İkinci nokta izleyenin ya da okuyanın bakış açısıdır, yani görme biçimi. İmgelerin sabit olmadığı gerçeğiyle bu noktada yüzleşiriz. İzleyici ya da okuyucu kendi deneyimlerini, duygularını, ideolojilerini katarak esere farklı bir şekilde yaklaşır.
Bu demek oluyor ki, bir resmi görerek, bir kitabı okuyarak o eserle aramızda özel bir ilişki kurarız. Görme eylemi kelimelerden önce gelir. Yani Berger’in savunduğu şey sanatın ilk temasının yorum değil, doğrudan algı olduğu görüşüdür. Aslında analiz dediğimiz şey, eserle kurduğumuz bağın daha derin halidir. Bir yapıtı anlamaya çalışmak, onun ayrıntılarına inmek biraz da onu keşfetmek demek. Çok fazla analiz bu noktada büyüyü bozabilir diye düşünüyorum. Bir uzman söylemeden de eserle doğrudan ilişki kurulabilir. Kendi görme biçimimiz durumu demokratikleştirir hatta. Sembolleri yorumlamak, sanat tarihini ezbere bilmek, akademik olarak edebiyata çok yakın olmak bize söz hakkı verir elbette. Bir sanat eserini kendi deneyimimizle algılamak ve onunla doğrudan bire bir ilişki kurmak bence çok özel.

Susan Sontag da sanatın yoruma değil, deneyime ihtiyacı olduğunu söyler. Çok doğru; fazla eleştirel okumak o duygusal ve bedensel etkiyi yitirmemize yol açabilir. Sonuçta sanatın tek ve kesin bir “doğru anlamı” yok ki… Bir metni okurken daha çok yaşadığım o coşku ve duygu alanından hoşlanıyorum ben. Son zamanlarda okuma kulüpleri, söyleşiler, sanatsal etkinlikler, sosyal medya, dijital platformlar sayesinde okuduğumuz eserlerle ilgili gerek yazarıyla gerek eleştirmenlerle, okurlarla fazla iç içeyiz. Bir kitabı daha elimize almadan hakkında yazılmış yazıları istemeden de okuyor, söyleşilerde eserle ilgili yorumları dinliyoruz. Benimle yapılan bir-iki söyleşide sorulan sorular karşısında ne cevap vereceğimi şaşırmıştım.
Peki, eleştiriyi bir tarafa mı bırakacağız? Hayır, elbette bir sanat eserini eleştireceğiz. Estetik ölçütler çerçevesinde olmak kaydıyla tabii. Eleştiri kültürel üretimin vazgeçilmez bir parçası. Tek bir mutlak bakış açısı olarak sunulduğunda eserin ve yazarın sınırlarını koruyamadığında, eseri, okuru ve yazarı daraltabilir. Kesin doğrular içeren yorumsamacılıktan uzak durarak metinlerdeki çoğulcu iç dinamiği ortaya çıkarmak hedeflenmeli bence. Edebiyatımızda eleştiri alanında önemli isimlerden biri Yıldız Ecevit, Türk Romanında Modernist Açılımlar isimli kitabının sunuş yazısında benzer görüşler ortaya koymuş:
Sanatın değerli olmak için kendisi olması yeterlidir. Onun yalnızca kendi dışında bir amacın/ideolojinin güdümünde var olduğunu düşünmek, içinde toplumsal ileti barındırmayan ürünleri bu nedenden ötürü yerden yere vurmak yaratıcılığı boyunduruk altına almak demektir. Sanata uygulanan bir baskıdır bu. Uzun yıllar edebiyatımızda yalnızca toplumsal içerikli ürünlerin ortaya çıkmasının ana nedenlerinden biridir bu baskı.[3]
Ecevit’in bu cümleleri aslında meseleyi çok güzel özetliyor. Demek istediğim, sanat eserine biraz saygıyla yaklaşmak, mesafeyi ayarlamak, onun sınırlarını koruyarak o cesur dokunuşları yapmak. Görünmez temastan bahsediyorum. Önemli olan eleştirirken dengeyi korumak, “Yaklaş ama çok da yaklaşma!” diyebilmektir.
Okur ya da izleyici bu noktada aktif ve özneldir. Geçmişini, duyularını, hayallerini katarak eseri tek ve sabit bir anlamdan kurtarır. Okuyucu ve izleyici olmayı önemser. Zaman zaman okuduklarını yazılarına malzeme edip onu yorumlasa da, sanat eseriyle yaşadığı o muhteşem deneyim çoğu zaman söze dökülemez ama eserin bıraktığı duygu başka bir yaşantıda, bir metinde tomurcuklanır, çiçek açar, güzelleşir.
Sanatın değeri, anlamından ziyade yaşantıdaki o müthiş etkide. Ruhumuzda uyandırdığı bazen sarhoşluk, bazen coşku, bazen hüzün, bazen dehşettir. Kelimeler uzar gider; bazen yolu bulamayız, kayboluruz. O etkinin peşinden gitmek, onu deneyimlemek isteriz. Yolumuzdaki güzellikleri başkasının kamerasından değil de çıplak gözle izler, bu durumdan haz alırız.
Sonuç olarak sanat eseri kendi sessizliği içinde bekler, biz ona kendi görme biçimlerimizle yaklaşırız.
NOTLAR
[1] Jean Bertrand Pontalis, Pencereler, YKY, İstanbul, 2023, s. 52.
[2] John Berger, Görme Biçimleri, çev. Yurdanur Salman, Metis Yayınları, İstanbul, 2020, s. 10.
[3] Yıldız Ecevit, Türk Romanında Postmodernist Açılımlar, Everest Yayınları, İstanbul, 2021, s. 15.