Bekleyen kimdi?

Beklediğim Sen Değildin

FABİEN TOULMÉ

Baobab Yayınları
Ekim 2019
256 sayfa

büyük boy
çev. Doğan Şima

5 Aralık 2024

BURCU AYAN

Fabien Toulmè’nin Beklediğim Sen Değildin isimli çizgi romanı oldukça ayrıntılı bir biçimde bir ailenin hayatından kesit sunan; şaşkınlık, korku, kaygı gibi zorlayıcı duygulara yer açarken, bir yandan bu duyguları şefkat, sevgi ve ironiyle çatlatan bir metin. Fransa’da yaşayan Toulmè çiftinin kızlarından ikincisi down sendromuyla doğuyor ve bu otobiyografik çizgi roman, ebeveynler olarak doğumdan sonraki 3 seneyi nasıl geçirdiklerini anlatıyor. “Normal” bir çocuk beklemek, engelli bir çocukla karşılaşmak. Bu karşılaşmanın ürettiği duyguları böyle açıkça takip edebilmek ve aktarmaya karar vermek neresinden baksanız cesur.

Şok ve arkasından gelen inkâr, öfke, üzüntü. Fabien, parkta gördüğünde açıkça çirkin bulduğunu söylediği bir kız çocuğundan, doğumdan önce başlayan “nedensiz” korkularına kadar her şeyi bağlantılı bir biçimde ortaya serer. Başına gelmesinden ölesiye korktuğu şey olan down sendromu olan çocukla ise, kromozomların tesadüfi dizilişi sonucunda doğumdan hemen sonra karşılaşır:

“Julia’yı o kadının ellerinde gördüğüm an bana bir titreme, sarsılma geldi. Adını koyamadığım bir şey nefesimi tıkadı. Bacaklarım tutmuyordu. Kızıma bakarken endişe verici işaretler görüyordum: Düz bir boyun, yassı bir kafa…”

Hastanede karşılaştığı tüm sağlık çalışanları bir süre Fabien’i kızının “normal” olduğuna ikna etmeye çalışır ama o uykularını kaçıran, boğazını sıkan bir duyguyla bir şeylerin ters gittiğini bilir. Üç gün sonra, kızının kalbindeki, kanına yeterli oksijen taşınmasını engelleyen sorunla beraber “Trizomi 21” tanısını da öğrenir. “Trizomi: nihayet o gaddar, kaba söz ağızdan çıkmıştı. … Karnıma bir yumruk yemiş gibiydim; sizi yerinize mıhlayan, nefesinizi kesen, sizi nakavt eden bir şey.”

Arkadaşlarına haber verdiği, kafasında kurup durduğu düşüncelere gömüldüğü ve forumlarda yazanları okuduğu bir zaman geçer. Bu sürede Julia’yı kucağına almak bile istemez. Ne onun kızı olduğunu ne de kendisinin engelli çocuğu olan bir baba olduğunu kabul edebilir:

“Elim gitmiyordu, ona dokunmak istemiyordum. Belki iğrendiğimden ama esas öfkeden. Bu çocuk için en ufak bir his beslemeyen kendime karşı öfke. Patricia’ya karşı (belki de tüm bunlar onun suçudur). Julia’ya karşı, çünkü beklediğim o değildi…”

Patricia’nın hamileliğinin üçüncü ayında Brezilya’nın João Pessoa şehrinden Paris’e taşınırlar. Bebeğin doğumu ve teşhis Fransa’da gerçekleşir. Fabien, Brezilya ve Fransa arasındaki farkları anlatırken sağlık sisteminden gündelik pratiklere uzanan bir hat üzerinde salınıyor. Fransa’daki “daha yapılanmış” görünen sağlık sistemi, doğumdan sonra onları içinde bulundukları belirsizlik halinden sihirli bir değnekle çekip çıkarmayacak. Ayrıca Fabien’in ta en başında Fransa’daki toplumsallıkta var olduğunu düşündüğü ayrımcı tutumlara dair bir çekincesi var. Eşinin Paris’te bir göçmen olarak nasıl karşılanacağına dair tedirginlik duyar örneğin. “Parislilerin dünyanın en sıcak insanları olduğu da söylenemez; hele Brezilyalılara kıyasla.”

Doğumdan sonra Fabien, Patricia’nın bu durumla başa çıkma kabiliyetine de şaşırır. Hastane günleri bitip eve döndükten sonra da durum değişmez. Fabien kızına dokunmak istemez, banyo yaptıramaz. Anne ve baba arasındaki bu farkın Fabien’in tekil hikâyesinden daha geniş bir yere oturduğunu fark etmek çok zor değil. Bakım sorumluluğunun doğrudan –ve neredeyse doğal olarak– kadında varsayıldığı bir toplumsallık içinde, engelli çocuğun bakımı söz konusu olduğunda da sürecin anneye bırakılması tesadüf değil. Burada Fabien’den sorumluluğu paylaşmak istediğini ama “bunun elinden gelmediğini” de duyuyoruz.

Peki bu elinden gelmeme, sevememe, istememe hallerine yol açan nedir? Ebeveynin sevebilme kapasitesi mi? Anneyle babanın farkını buradan kurabilir miyiz? Bu soruların cevaplarını düşünürken toplumun çocuğa dair ürettiği normları da hesaba katmak gerekir. Farklı sosyo-kültürel durumlarda değişmekle birlikte, çocuğa dair birtakım beklentilerinortaklaştığını görürüz. Eve neşe getirmesi, gelecekte ebeveynleri desteklemesi, hayatı boyunca başarılarıyla aileyi gururlandırması, hatta onların yapamadıklarını da yapmaya talip olması.

Pek tabii engelli bir çocuğa dair önyargılar da bu normlar ve beklentilerle beraber dolaşımdadır. Kamusal alanda da pek sık karşılaşmadığımız için, (çünkü kamusal alanlar sağlam insanlara göre düzenlenmiş durumdadır) sakatlık hali üzerine pek düşünmeyiz bile. Bu metinde de görüyoruz ki, Fabien ve Patricia’nın down sendromuna dair doğru bilgiye ulaşması için bir zaman geçmesi gerekiyor. Down sendromu olan çocukların diğer tüm çocuklar gibi birbirinden farklılaştığı bilgisi bile onları şaşırtıyor.

Julia büyüdükçe durumlar farklılaşır. Yaklaşık altı aylıkken kalp ameliyatı olması gerekir. Bu zorlu hal Fabien ve Patricia’ya Julia ile kurdukları ilişkinin değiştiğini hatırlatır. “Ameliyat günü hemen geliverdi, biz de yeni alışkanlığımız olan gözyaşı dökmeye tekrar kavuşmuş olduk. Ama bu defa tamamen farklıydı. Bunlar çocuğu için endişeli bir anne babanın gözyaşlarıydı. Evet, çünkü tam o anda Julia’yı kızımız olarak gördüğümüzü anlamıştık. Dünyaya gelen Julia’nın beklediğimiz Julia olmadığını kabullendikten ve bunu unutmayı başardıktan sonra. Bize kendini sevdirip down sendromunu öğrettikten sonra. Beraberce zorluklara ve acılara katlandıktan sonra.”

Aradan yaklaşık bir yıl daha geçtikten sonra, başta yaşadıkları duygulara mesafeleri iyice artar. Kaygılarının da değiştiğini, Julia’nın gelişimine katkıda bulunmak için neler yapabilecekleri ve ellerinden geleni yapıp yapmadıkları konusunda telaşlandıklarını fark ederler. Düşüncelerinin çoğu ise Julia’nın toplumda nasıl karşılanacağı üzerinedir. Bu sırada Fabien toplumun sakatlık söz konusu olduğunda nasıl davrandığını, sağlamcı normların dillerine ve davranışlarına nasıl sirayet ettiğini daha ayrıntılı bir biçimde görmeye başlar. Bunu hem insanların birbiriyle kamusal alandaki konuşmalarından çıkarır hem de kendilerine ve Julia’ya olan yorucu, “hoş olmayan temaslarından”, davranışlarından: “Önce Julia’ya herhangi bir çocukmuş gibi bakıyorlar. Sonra durumu fark ettiklerinde, gördüklerinden emin olmak istiyorlarmışçasına bakışları iyice meraklı, ısrarlı bir hal alıyor. Ardından Julia’nın down sendromunu açıklayacak bir şey bulabilmeye çalışır gibi bize bakıyorlar.”

Julia’nın ailesiyle ilişkisi gün geçtikçe gelişir, kendine has hale gelir. Fabien ve Patricia’nın geleceğe dair soru işaretleri olmaya devam etse de, artık ilk anda hissettiklerinden ve düşündüklerinden bambaşka bir yerdedirler. Julia’nın ondan dört yaş büyük ablası Louise ise en başından beri hem meraklı hem de güçlü bir yerde konumlanır.

Fabien Toulmè

Fabien Toulmè’nin anlattığı bu ilk üç senelik hikâyenin, bize benzemeyen herkese karşı –hele ki güç bizim elimizdeyse– ürettiğimiz, dolaşımını sağladığımız ayrımcı pratiklerin neden var olmaya devam edebildiklerine dair çok şey söylediğini düşünüyorum. “Normallerimize” dönüp bakmadıkça, ötekiyle karşılaşmadıkça, kamusal alanlarda karşılaşmak için gerekli şartların sağlanması için verilen mücadeleye katılmadıkça, bu kalıplaşmış yargıların sesini kuvvetlendirmeye devam ederiz. Bizi de toplumla beraber dönüştürme ihtimali olan şey ise temas ve kolektif mücadeledir.