
Sonoko her şeyi kalbine gömdü. ... Sonoko ve Mitsuko birbirine kalplerini açtı. ... Sonoko’nun kalbi güm güm atıyor. ... Mitsuko’nun yüzüne bakabilse Sonoko’nun kalbi sonsuz bir mutlulukla dolardı. ... Acaba Sonoko’nun kocasının kalbinde tutku denen bir şey var mıydı? ... Kocasının söylediği her bir sözcük Sonoko’nun kalbine dokundu. ... Cuniçiro Tanizaki’nin romanı öncelikle bir kalpler bataklığı. Sanki kalpler ve ipler; sanki kalpler kuklalar, birbirlerine dolaşmışlar, çözülmüşler ve karışmışlar.
Ama önce en başa dönelim. Sonoko evli bir kadın ancak bir gün Mitsuko’ya âşık olunca kalpler karışmaya başlıyor. Her şey bataklığa dönüşüyor. Toplumsal cinsiyetin, cinselliğin, aşkın hudutları –kitabın yazıldığı zamanları ve Japon toplumunun gelenekselliğini de hesaba katarsak– çok cesurca hallaç pamuğu gibi savruluyor Cuniçiro Tanizaki’nin kaleminde. Romana başlamanızla yarısına ulaşmanız bir oluyor. Toplumsal cinsiyeti ilmek ilmek çözüyor, denklemi evli bir kadın olan Sonoko’nun, iki kadının –Sonoko ve Mitsuko’nun – aşkının üzerine demirliyor. Bataklık pek çok sabit fikri, önyargıyı soru işaretleriyle çevreleyebilecek güçte bir roman. Çok soru var, hiç basit bir cevap yok; her yeni sayfayla sanki daha fazla soru var.
Her yazarın yaşamöyküsü kendine özgüdür, ancak Tanizaki’nin hayatı hakikaten bambaşka:
“Cuniçiro Tanizaki (24 Temmuz 1886-30 Temmuz 1965), varlıklı bir tüccarın oğlu olarak Tokyo’nun Nihonbaşi bölgesinde dünyaya gelir. Üç erkek ve üç kız kardeşin en büyüğüydü ve rahat bir çocukluk dönemi geçirdi ama 1894’teki Tokyo depreminde büyüdüğü ev yıkıldı ki, bu da Tanizaki’de ömür boyu sürecek bir deprem korkusuna yol açtı. Depremden sonra Tanizaki ailesinin durumu gittikçe kötüleşmeye başladı ve Cuniçiro da başka bir evde yatılı öğretmenlik yapmak zorunda kaldı. Ekonomik problemlerine rağmen Hibiya Lisesi’ne ve sonra da 1908’de Tokyo İmparatorluk Üniversitesi’nin Edebiyat bölümüne girdi ama üç yıl sonra öğrenim harcını ödeyemediği için okuldan ayrıldı. Edebiyat kariyerine 1909’da bir dergide yayımlanan tek perdelik bir oyunla başladı. Tanizaki ismiyse 1910’da yayımlanan Şisei adlı kısa öyküyle duyulur oldu. Öykü, vücuduna örümcek dövmesi yaptırdıktan sonra güzelliğini şeytanice kullanmaya başlayan bir kadınla ilgiliydi ve erotizm ile Sado-mazoşizm öğeleri içeriyordu. Bu femme fatale teması Tanizaki’nin Şonen, Himitsu ve Akuma gibi erken dönem eserlerinde de sık sık yer buldu. 1915’te evlendi ama bu mutsuz bir evlilikti ve 1920’nin ilk yıllarında eşi, Tanizaki’nin yazar arkadaşı Sato Haruo’yla yakınlaştı. Bunun getirdiği psikolojik stres o dönemki bazı eserlerini etkiledi ve hem kendi hayatından hem de arkadaşlarının hayatından hareketle yazdığı eserler olsa da yazarın eserleri, aynı dönemden birçok Japon yazara göre otobiyografik olmaktan uzaktır. Tanizaki’nin bilinirliği 1924-25 yıllarında yazdığı, sınıf, cinsel takıntı ve kültürel kimlik meselelerini kurcaladığı romanı Naomi: Bir Aptalın Aşkı’yla beraber iyice yükselişe geçti. 1929’da lezbiyenliği işlediği eseri Manci yayımlandı ve oldukça ilgi gördü. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra artık Japonya’nın en büyük yazarı olarak anılıyordu. 1964’te Amerikan Edebiyat ve Sanat Akademisi tarafından kendisine fahri üyelik verildi ki, bu bir Japon yazara verilen ilk üyelikti.”[1]

Femme fatale olmayan kim?
Bataklık’ta Mitsuko’nun bir femme fatale olup olmadığı üzerine çok düşündüm. Bataklık’ın en önemli özelliklerinden biri karakterlerin roman esnasında dönüşmeleri, karakterlerinin değişmesi; romanın bazı yerlerinde bu soruya gönül rahatlığıyla evet diyebilirken bazen ise Mitsuko’nun femme fatale’likten oldukça uzak olduğuna kanaat getirdim. Ancak Mitsuko tam Sonoko ve kocasının hayatından çıktı diye düşünürken kaset başa sarıyor. “Evet, Mitsuko galiba gerçek bir femme fatale” diye güvenli bir fikir limanına ulaşırken Mitsuko sanki bir anda bütün masumiyet puanlarını bir araya getiriyor. Yoksa kalpler arasında mütemadi bir paslaşma yaşayan Sonoko mu bu bataklığın gerçek femme fatale’i? Ya da belki kim daha fazla femme fatale diye sormak daha doğru; ya da belki de bir hikâyede, bir anlatıda, böylesine bataklıklı bir romanda bir femme fatale arayıp tüm günahları ona yüklemek çok büyük bir hata. Cuniçiro Tanizaki’nin bu romanla klişe femme fatale tanımını da esnetmeyi, sökmeyi, yeniden inşa etmeyi planladığını düşünüyorum. Bir kadın bir erkekle ilişkiye girdikten sonra olumsuzluklara, felaketlere sebebiyet verince bir femme fatale’den bahsediyoruz hep. Peki ya bu tanımdaki erkeğin yerini bir kadın alırsa ne olur? Her yere sızan, her şeyi mahvedebilen toplumsal cinsiyet sabitlerinin farkına bile varmak bunca güçken, söz konusu toplumsal cinsiyet ya da farklı yönelimler olduğunda her yer küçük bataklıklara dönüşürken Bataklık’ı en doğru yere nasıl koyabiliriz?
Ve bir de Sonoko’nun kocasının konumu: Tanizaki’nin okura sunduğu erkeklikler; kimlikler, etiketler; hudutlar ne kadar zor.
Roman boyunca çevirmen Nilay Çalşimşek’in dipnotlarındaki detay, titizlik ve özen sayesinde Japon kültürü ve Japon toplumu hakkında pek çok şey öğreniyoruz. Ve elbette romanı bu kadar hızlı okumamızın bir sebebi de çevirinin Türkçesinin çok düzgün, akıcı ve temiz olması.
Sonra... “Sert ve kaba tavırlarım yüzünden soğuk görünebilirim ama kalbimin soğuk olduğunu düşünmüyorum” diyor Sonoko’nun kocası. ... “Sonra Sonoko’nun kalbi bir mektup yazmaya koyulacak kadar duygu yüklü.” (s. 64) ... Sonra Sonoko’nun kalbi heyecanla çarpıyor. ... Kalbi parçalanıyormuş gibi. ... Kalbi yeniden güm güm atıyor. ... Bataklık bittiğinde bu romandan bambaşka sorularla, birbirine dolaşan kalp parçalarıyla ayrılıyoruz.