Alımlama Göstergebilimi temelde iki ana bölümden oluşmaktadır: “Alımlama Göstergebilimi Üstüne Notlar” adlı konferans metniyle “Ortaçağ Simgeler Evreninden Günümüz Göstergeler Evrenine” adlı soru-cevap şeklindeki söyleşi metni.
Konferans metnini içeren ilk bölüm daha ziyade göstergebilimin tarihine, geçtiği merhalelere, kuramsal altyapısına ve Eco’ya gelene kadar üzerine kalem oynatan diğer kuramcıların görüşlerine odaklanıyor. Felsefi, dilsel, kuramsal ve tarihî arka planın işlenmesi hasebiyle ikinci kısımla mukayese edildiğinde, Joyce’un ideal okurunu yansıtan Finnegans Wake’inden öncü sanatın poetikasını oluşturmak için incelediği Aquino’lu Aziz Tommaso’ya dek daha yoğun bir anlatımı olduğu söylenebilir. Eco’nun amacı yanıtlar aramak değil, tartışma yaratmaktır. (s. 15)
“Okurun saati” alt başlığında okur-yazar ikilisiyle ilgili kuramlardan, kurmaca anlatıcılardan, üst-anlatıcılardan, sözceye dönüşten, odaklayıcılardan, ideal/örnek/üstün/örtük okur kavramlarından, Wayne Booth (The Rhetoric of Fiction) ve “okurun sorumluluğunu üstlenen yazar kavramından”, Roland Barthes’ın “anlatan” ve “yazar”ından, Gerard Genette’in “odaklaştırma kuramı”ndan, Julia Kristeva’nın “metnin üretimselliği” hakkındaki izahlarından, Michael Riffaterre’in “arşiokur” kavramından, Hirsch’in “eleştirili bakış açısı”ndan, Corti ve Chatman’ın “örtük okur” ve “örtük yazar” kavramından ve nihayetinde Eco’nun kendine ait olan “örnek okur” kavramından ve Opera Aperta’sından, Zeitgeist’tan, Aristo’nun “arınma estetiği”nden, “yüce” estetiği kavramından, Ortaçağ’a özgü görme estetiklerinden, Aristo estetiğinin Rönesans’taki yeni okunuşlarından, Kant estetiğinden ve çağdaş estetiğin yorumsal doğrultusundan bahsedilir. (s. 16-20)
Eco’nun burada James Joyce’un bir cümlenin ortasından riverrun kelimesiyle başlayan Finnegans Wake’ine gitmesi mühimdir. İdeal okur Joyce’a göre “ideal bir uykusuzluk çekmek zorunda kalan” okurdur. (s. 22) Eco’nun yorumlama özgürlüğünün yapıtın biçimsel yapısına bağlı olduğu görüşüne dikkat çekmek gerekir.
Bölümün ikinci alt başlığı olan “Üç Tür Amaç”ta yaratıcının, yapıtın ve okurun amacının araştırılması olarak yorum arasındaki ayrım ele alınıyor.
“(…) Alımlama estetiği yapıtın yüzyıllar boyunca kendisine getirilen yorumlarla zenginleştiğini öne süren yorumbilim ilkesini benimser; yapıtın toplumsal etkisiyle tarihsel olarak yerlerini almış alıcıların beklenti ufku arasındaki bağıntının var olduğunu göz önünde tutar. Ama metne getirilen yorumların, metnin derin amacının öz niteliğiyle ilgili bir varsayımla bağlantılı olması gerektiğini de yadsımaz.” (s. 27)
Eco, “Bir Gerçek Anlam Vardır” bölümünde Ronald Reagan’ın “Birkaç dakika içinde Rusya’yı bombalama emri vereceğim” şakasını (!) okuru yorumsal seçimlerle karşı karşıya bırakmak üzere tasarlanmış bir öyküye (s. 29) dönüştürür ve büyük çerçevede metinlerin gerçek anlamı üzerinde durur.
“Anlamlayıcı okur ve eleştirici okur” bölümünde anlamsal yorumla eleştirel yorum arasında ayrım yapma gerekliliği ön plana çıkarılır ve sadece bazı metinlerin her iki yorumu öngördüğü vurgulanır. (s. 32) “Misreading”, “misreader” ve Rorty’ın “pragmatist”i tartışılır.
“Yorum ve Kullanım” adlı beşinci alt başlık Eco’nun Lector in fabula’daki görüşleriyle birlikte okunmaya müsaittir: “Lector in fabula’da metinlerin yorumu ve kullanımı arasında bir ayrım yapmayı önerdim.” (s. 36) Eco yapıtın amacından ne anladığını ortaya koymak için Aziz Augustinus’un De Doctrina Christiana’daki şu görüşüne gider: “Eğer bir yorum(lama) bir metnin belli bir noktasında onaylanabilecek gibi görünüyorsa, ancak metnin bir başka noktasında doğrulandığında (…) kabul edilebilir.” (s. 37)
“Yorum(lama) ve Tahmin” kısmında Eco yukarıda alıntıladığım Augustinus pasajının bir devamı ve doğrulaması niteliğinde, okurun yapıtın amacı üzerine yürüttüğü tahminin “metnin tamamı” tarafından onaylanması gerektiğinin altını çizer. Metin, ampirik okur, örnek okur, örnek yazar, yazarın amacı, yapıtın amacı, metinsel tutarlılık üzerine kritik görüşler beyan eder. Bu kavramların tanımlarını, özelliklerini ve çakışım noktalarını gözler önüne serer:
“Bir metin kendi örnek okurunu üretmeyi amaçlayan oluşturulmuş bir gerçekliktir. Ampirik okur, metnin ileri sürdüğü örnek okur tipi üstüne tahmin yürüten okurdur. Bu da ampirik okurun, ampirik yazarın amaçları üstüne değil de örnek yazarın amaçları üstüne tahminler yürütmeye çalışan okur olduğu anlamına gelir. Örnek yazar, metin stratejisi olarak, belli bir örnek okur üretmeye yönelen yazardır. Ve işte bu noktada da yazarın amacına ilişkin araştırma ile yapıtın amacına ilişkin araştırma birbiriyle çakışır. Bunlar, en azından, (örnek) yazar ile (metinsel tutarlılık olarak) yapıtın, tahminin ya da yorumsal varsayımın yöneldiği tek ve aynı gücül hedef noktasını oluşturmaları bakımından birbiriyle çakışırlar. Metin, yorumlamayı geçerli kılmada yararlanılacak bir parametre olmaktan çok yorumlamanın yapılandırdığı bir nesnedir; yorumlama bunu kendi kendisinin yapılandırdığı şey üstünde, kendi kendini geçerli kılmak için çevrimsel bir amaçla yapılandırır.” (s. 39)
Umberto Eco, “Misreading’in Çürütülmesi”nde iyi yorumların doğruluğunu göstermek yerine kötü yorumların yanlışlığını ortaya koymak gibi ̶kendi ifadesiyle ̶ Pope’çu metodu benimser. Alfa, Beta ve X metni varsayımı üzerinden düşüncelerini açıklamaya çalışır ve çıkarımlarda bulunur:
“Gerçekten de çelişkiden kurtuluş ancak ‘yanlış yorumlama’ kuramının hafifletilmiş bir biçimini benimsemekle yani ‘yanlış yorumlama’ teriminin eğretilemeli bir anlamda kullanılacağını kabul etmekle gerçekleşebilir.” (s. 42)
Ve kitabın ilk bölümü “Sonuçlar” başlığı altındaki yapıtın amacıyla okurun amacının ayrılmazlığı, okumanın kullanım ve yorumun birleşmesinden doğduğu nev’inden genel değerlendirmelerle son bulur.
Çalışmanın soru-cevaptan müteşekkil ikinci bölümü, birinci bölümün kuramsal yoğunluğuyla kıyaslandığında ̶her ne kadar teorik ve eleştirel bilgileri içerse de ̶ daha hafif, yer yer magazinsel, esprili bir tonda ilerliyor. Göstergebilime dair görüşlerinin yanı sıra ve kuramla bağlantılı olarak Eco romancı yönüyle de karşımızdadır. Roman yazma fikrinin nasıl oluştuğunu, kurmacanın henüz metinselleşmemiş düşünce boyutundaki gelişimini temaşa ederiz. Esasen Eco’nun çalışma alanıyla kurmaca eserleri pek de kopuk sayılmaz. Tarihten göstergebilime geçişini irdeleyen ilk soruyla birlikte Jakobson ve Barthes’ın bu bağlamdaki tesirini ayrımsarız. Hatta Eco bir adım daha öteye geçerek Barthes’ın yazılarının kendisini “büyülediği”ni söyler. Devamındaki soruya binaen, göstergebilime bir sınır çizmekten kaçınması dikkate değerdir: “(…) Kaç türlü felsefe varsa, o kadar da göstergebilim vardır denebilir.” (s. 49) Yine de mesela felsefenin alanıyla göstergebilimin alanını şu üç kategoride ayırt eder: genel göstergebilim, özel göstergebilim, uygulamalı göstergebilim. (s. 52)
“Yaratıcı yazı” ile “yaratıcı-olmayan yazı” (?) bahsinde farklı metin türlerinin yaratıcısı olan yazarın tavrına ve bu metinlerin muhatabı okurun alımlama ve anlamlandırma tonuna dair çok önemli bir meseleyi dile getirir:
“(…) Göstergebilimle ilgili yazılar yazdığım zaman bir savı savunmak ve açıklamak için yazarım ve eğer sen bunu anlamamışsan aptalsın demektir. Ama eğer bir roman yazarsam, sen de anlamamışsan ve ben sana romanda ne olduğunu anlatmaya çalışırsam o zaman da ben aptalım demektir.” (s. 55)
Eserlerinde mühim bir yer kaplayan “kütüphane” meselesi hakkında Borges’e de göndermede bulunarak çeşitli tarifler, tasvirler, benzetmeler yapar ve okurlarına ipuçları verir. Kütüphanenin Tanrı ile, O’nun gizli görüntüsüyle özdeşleştirilmesi çarpıcıdır:
“Tanrı’nın var olduğunu düşünürsek, o her şeyi bildiği için bir çeşit büyük kütüphanedir. (…) Tanrı’nın gizli görüntüsü evrensel kütüphanenin gizli görüntüsüdür. Büyük bir kütüphane olmasının yanı sıra Tanrı’nın bir başka özelliği vardır; bu da onun her şeye kadir olduğudur.” (s. 64)
Bu özdeşlikten bahsederken (kütüphane = Tanrı) yazar Gülün Adı’nda kütüphanenin neden bu kadar fazla yer kapladığını da cevaplamış olur. Çünkü kütüphane romanın kişilerinden biridir; sınırlarıyla, büyüklüğüyle koşut bir hacim tutması mukadderdir. Kütüphaneler aynı zamanda tıpkı müzeler gibi “belleğin korunduğu yerler”dir. (s. 69)
Eco’ya göre deneme yazarının düşü Wittgenstein’ın Tractatus’u veya Spinoza’nın Etika’sı gibi matematiksel anlatım biçimine varmaktır; diğer taraftan yazarın düşü ise çelişkileri anlatmak için “belirsizlik halesi bırakmak”tır. (s. 68)
Umberto Eco’ya şunu sorabilmek isterdim: Peki belirsizliğin matematiğini vermeye çalışan, onun peşinde olan bir yazarı düşünelim… Onu nereye dahil edeceğiz?