• HAKKINDA
  • YAZARLAR
  • YAZILAR
  • İLETİŞİM
  • DENEME
  • DOSYALAR
  • EDİTÖRDEN
  • ENGLISH
  • GASTRONOMİ
  • EVVEL ZAMAN
  • HABERLER
  • HER ŞEY
  • KİTAPLAR
  • KRİTİK
  • PORTRE
  • SANAT
  • SİNEMA-TİYATRO-TV
  • SÖYLEŞİ
  • SORUŞTURMA
  • SPOR
  • TADIMLIK
  • TARTIŞMA
  • VİDEOLAR
  • VİTRİNDEKİLER

Keşifler, icatlar, ölümler, sonlar

“Andığım kitaplarda ve benzerlerinde 'icat' denirken, eskiden beri var olan bir şeyin ya da bir tarihsel olgunun bilinç düzlemine çıkış süreçleri kastediliyor. Böyle bakınca bu bağlamda 'icat' edilenler de birer araç gereç oluyor, tıpkı önceki icatlardaki gibi. Aradaki fark, bu kez düşünme araçlarının ve gereçlerinin yaratılmasıdır.”

Caspar David Friedrich, ‘Bulutların Üzerinde Yolculuk’ ya da ‘Sis Denizinin Üzerindeki Gezgin’, 95x75cm, tuval üzerine yağlı boya (1818).

NECMİYE ALPAY

@e-posta

DENEME

16 Mart 2023

PAYLAŞ

“Keşifler ve icatlar” yıllar önce ortaöğrenimin tarih ve coğrafya gibi derslerinde ana başlıklardan biriydi, belki hâlâ öyledir. Bu derslerde Amerika’nın, kutupların, Madagaskar’ın keşfedildiği, barutun, ateşli silahların, buharlı makinelerin ise icat edildiği anlatılıyordu. Keşifler, var olup da o âna kadar bilinmeyen coğrafyaların bulunmasıydı, icatlar ise henüz var olmayan araç ve gereçlerin yaratılması. O arada Marksizm her ikisinin de sömürüyle olan ilişkisinden söz ediyordu ama, o pek ufkumuzda yoktu. Okullarda keşiflerimize “keşif”, icatlarımıza “icat/buluş”, doğada hazır bulduklarımıza “doğal”, kendi yaratımız olanlara “kültürel” demeyi öğreniyorduk. İslim arkadan geliyordu.

Gerçi doğaya “doğa” demek de besbelli bizim yaratımızdı, dolayısıyla kültüreldi; böyle olduğu, verilen adın her dilde farklı olmasından da belliydi: doğa, tabiat, nature, natur, vb.

İşte bu “gerçi”lik durumlar, işleri karıştırdı. Neyin ne kadar keşif, ne kadar icat olduğunu, sonra sonra zihinlerimizin bile ne ölçüde “doğal” ne ölçüde “yaratı” sayılacağını pek bilemez olduk. Tıpkı bireyler, gruplar ve topluluklar gibi, adlar da parçalıydı ve her şey aynı hızla ya da aynı yönde değişmiyordu...

Derken, “icat” kavramının karşımıza daha başka kılıklarda çıkmaya başladığını gördük. Alışılmışın ötesindeki bazı bağlamlar için de “icat”tan söz ediliyordu artık. Galiba her şey 1964 yılında, Jean Starobinski’nin Özgürlüğün İcadı adlı kitabıyla başlamıştı.[1] Ondan öncesi de var mıydı bilemiyorum, ben dikkatimi çekenleri söylüyorum. Ama belki daha ünlü olan, Eric Hobsbawm’ın 1983’te derlediği Geleneğin İcadı’dır. Onun ardından Derrida Ötekinin İcadı’nı (1987), Gregory Jusdanis Milli Edebiyatın İcat Edilişi’ni (1991), Theodore William Allen iki ciltlik “The Invention of the White Race (Beyaz Irkın İcat Edilişi)”ni (1994 ve 1997) yazdı, 1998’de Harold Bloom İnsanın İcadı’nı Shakespeare adlı kitabına altbaşlık yaptı ve bu ikinci nesil “icat”ların ardı arkası kesilmedi. Bizde Yalçın Armağan’ın 2019’da çıkan İmgenin İcadı, başka özelliklerinin yanı sıra bu açıdan da dikkat çekiyordu. Diyebilirim ki yeni bir icat türü icat edilmişti.

Bu yeni icat türü tam olarak nedir? Özgürlük, gelenek, öteki, milli edebiyat, insan, doğa, sanat, beyaz ırk, imge, vb. nasıl olup da birer icat olarak sunuluyor, bunların okullarda öğrendiğimiz icatlardan farkı ne?

Andığım kitaplarda ve benzerlerinde “icat” denirken, eskiden beri var olan bir şeyin ya da bir tarihsel olgunun bilinç düzlemine çıkış süreçleri kastediliyor. Bilinç düzlemine çıkış, yani tanımlanma ve adlandırılma, dolayısıyla kavramlaştırılma süreçleri. Bütün bir tarihsel bağlamla birlikte incelenip aydınlatılmayı gerektiren karmaşık süreçler. Böyle bakınca bu bağlamda “icat” edilenler de birer araç gereç oluyor, tıpkı önceki icatlarda olduğu gibi. Aradaki fark, bu kez düşünme araçlarının ve gereçlerinin yaratılmasıdır.

Kastımın daha net olması için, ilk örnek olarak andığım Özgürlüğün İcadı’na dönelim. Kitabın kendisinden önce şunu hatırlayalım: “özgürlük” kavramı gerek olgu gerekse fikir olarak en eski çağlardan beri var. Ancak, tarihin belirli bir uğrağına kadar, anlam alanı bugünküne oranla gayet dar; kişinin köle, esir, mahpus ya da azade olmasını kapsıyor yalnızca, yani belirli birkaç hukuki statüye işaret ediyor, Trakyalı Spartaküs örneğindeki gibi. Siyasi/felsefi bir problem haline getirilip öylece tartışılması ise, uğruna canların feda edilmesi dahil upuzun bir süreç demek. Bizde unutulmaz Namık Kemal, kasidesini yazmıştı işte bu sürecin: “Ne efsunkâr imişsin ah ey dîdar-ı hürriyet/ Esir-i aşkın olduk, gerçi kurtulduk esaretten.” Starobinski de “özgürlüğün icadı” derken sürecin ta kendisini kastediyor. Bunu, tarihsel olgular ile düşünsel gelişmeleri iç içe incelemesinden anlıyoruz. Çalışmasını Fransız İhtilali’ne giden 1700-1789 dönemiyle sınırlandırması da aynı stratejik bakış açısına işaret. Önsözünden, dilin tarihselliğini de aynı sürece dahil saydığını anlıyoruz. İşte kitabının adı konusundaki açıklaması:

“Başlığım ‘icat’ (inventie) sözcüğünün Fransızcadaki iki ana anlamına dayanmaktadır: Kutsal bir nesneyi yeniden bulma şeklindeki eski anlamı (tıpkı ‘Kutsal Haç’ın icadı’ndan, ya da azizlerin bedenlerinin ‘icadından’ söz edilirken olduğu gibi) ve bu sözcüğü, nesnesi ister bir üslup olsun, ister bir makine ya da yönetim sistemi, yenilik katarak yaratma eylemi haline getiren anlamı.”

Burada “icat” kavramının Batı dillerinde tarihsel Hıristiyanlık bağlamındaki “yaratmak” anlamını da içeren kökenleri ile, o kökenlerin devrim sürecindeki dönüşümüne bir arada işaret edildiğini görüyoruz. Şöyle devam ediyor Starobinski:

“Bu tek sözcükle Aydınlanma düşüncesinin iki maksadına birden işaret etmek mümkün göründü bana: Bir yandan, modern uluslardaki öznelerin unutmuş ya da yitirmiş olduğu temel bir özgürlüğe haklarını tekrar teslim etmek; diğer yandan da, yurttaşların mutluluğunu sağlayacak, zindelik kazanmış bir toplumun temellerini atmak. Başlığım, hem onarıp eski duruma getirme hem de kurma anlamında bir icat tutkusunu dile getiriyor.” [2]

Bu uzunca alıntı, “icat” sözcüğüne yukarıda andığım kitaplarda rastladıkça zihnimde uyanmış olan yadırgının nedenini daha geniş olarak açıklıyor. Türkçe kültürde “icat” sözcüğünün anlam alanında da “yaratma” kavramı var, ancak bu kavram Batı dillerindeki invention’un Hıristiyanlıktan gelme dinsel kökenlerini taşımıyor; daha çok, invention’un Aydınlanma ile gelen ikinci, yani modern anlamıyla tanımlanıyor; Starobinski’nin açıkladığı türden bir kadim ağırlığı, bulabildiğim kadarıyla, ne geldiği Arapçada taşıyor, ne de Türkçede. Kuran’da “icat” sözcüğüne yalnızca bir iki kez rastlanıyor, ikisinde de yaklaşık olarak olumsuz bir yükle.[3]

Yeni tip “icat” örnekleri olarak andığım diğer çalışmalarda ele alınan “gelenek, öteki, milli edebiyat, insan, doğa, sanat, beyaz ırk, imge” vb. kavramlar için de benzer tarihsel, siyasal, felsefi ve dilsel gelişmeler temelindeki oluşum süreçlerinin izlendiğini söyleyebilirim. Tümü de tıpkı “özgürlük” gibi eskiden beri var olan, ancak farklı uğraklarda her dilin ve kültürün kendi meşrebince geliştirdiği, genel bir çizgi olarak evrensel bir kültüre yöneldiği söylenebilecek olgular. Bu çerçevede, icadının üzerinde henüz durulmamış olan bir hayli kavramın bulunduğunu eklemeliyim. Sözgelimi, henüz yazılmadıysa, bir gün birinin çıkıp “kesişimselliğin icadı”nı yazacağından eminim :)

Batı dillerindeki invention sözcüğü Türkçede genellikle “icat” sözcüğüyle karşılanıyor ama, yerini “keşif” ya da “buluş”a bıraktığına da rastlanıyor. Andrea Wulf’un The Invention of Nature adlı yapıtının Türkçe çevirisi buna örnek olarak verilebilir.[4] Kitabın adından itibaren çok zengin olan içeriğinde de benzer çeşitlemeler yer alıyor. 230. sayfada, Lord Byron’dan alınan dizelerin çevirisinde, to invent fiilinin gerektiği üzere “icat etmek” diye, discovery sözcüğünün ise yine gerektiği üzere “keşif” diye karşılandığını görüyoruz. Kitabın bütününde ve adında da böyle davranılmasını engelleyen bir içerik özelliğine rastlanmıyor. Bu çeviri sorununa değinmeyi gerekli görmemin nedeni, söz konusu iki kavramın, yani “keşif” kavramı ile “icat” kavramının yukarıda belirtmeye çalıştığım kültürel bütünlük için taşıdığı önemdir. Demek istediğim, “keşifler” ve “icatlar” ile bunların kullanım alanlarındaki gelişmeler, başka pek çok alanda da olduğu üzere (teşekkürler Molière), nesnel-öznel, gönderge-gösteren-gösterilen gibi ayrımları devreye sokan gelişmeler olarak önem taşıyor. Gerçi, yapıtların İngilizcelerinde de invention ile discovery arasında tereddütlere rastlanmıyor değil...

Çoğu kez olduğu üzere bu yazı da, yazma işine giriştikten kısa bir süre sonra ‘bu konu ancak kitap boyu yazılabilirdi’ fikrini uyandırıp beni huzursuz kıldı. Yine de, ana fikrini fazlaca uzun bir süredir zihnimde taşımaktan yorulmuş olmalıyım ki, başlıktaki diğer iki kavrama da değinip bitirmeye karar verdim.

“Ölüm”ler ve “son”lar. Bu iki kavram da tıpkı “keşif”ler ve “icat”lar gibi son onyıllarda sıkça karşılaştığımız çalışma konuları arasında. Bana kalırsa ikisi de birkaç türlü yorumlanabilecek “nevzuhur”lardan. İkili karşıtlıkların zihnimizde kök salmasından mıdır nedir, metnin önemi arttıysa yazarın ölümünden, romanın önemi arttıysa şiirin ölümünden, pop ürünler arttıysa sanatın ölümünden, insanın önemi arttıysa Tanrı’nın ölümünden söz etmek ihtiyacı doğuyor sanki. “Ölümü” yerine “sonu” da denebiliyor. Bazen belirli bir açıdan yerinde de bulunabilecek saptamalar bunlar.[5] Düşünülebilecek bir başka neden de, bütünlük yaratma ihtiyacı olabilir: Noktayı koymalıyız ki başı sonu belli olsun, ne var ne yok, sınırları ne, görelim, ele alabilelim, sonra gelir müzede ziyaret ederiz...

Bu yazıyla uğraşırken, bir şiirde bir “icat”a daha rastladım: Buzdokuz dergisinin 16. sayısında Hayriye Ünal’ın “Yokluğum Yaratıldı” adlı şiirinin sonlarına doğru, sondan dördüncü bölümde bir dize: “tesirim inkâr, yokluğum icat edildi”. İlk dizesi ilk anda itici gibi göründüyse de, tarih yazan şiirlerden biri gibi geliyor bu şiir şimdi bana.

 

NOTLAR:

[1] Jean Starobinski, Özgürlüğün İcadı 1700-1789 ve Aklın Amblemleri, çev. Haldun Bayrı, Metis Yayınları, 2012.

[2] Agy., s. 9.

[3] Kuran-ı Kerim, Diyanet Meali. Erişim tarihi: 15.3.2023.

[4] Andrea Wulf, Doğanın Keşfi: Alexander von Humboldt’un Yeni Dünyası, çev. Emrullah Ataseven, Ayrıntı Yayınları, 2017.

[5] Örn. Murat Belge, “Görsel Sanatların Evrimi", Birikim Haftalık. Erişim tarihi: 15.3.2023.

Yazarın Tüm Yazıları
  • Doğanın Keşfi
  • geleneğin icadı
  • Keşifler ve icatlar
  • Özgürlüğün İcadı

Önceki Yazı

DENEME

Ekim Çocuğu: 

Yoldaşlığa çağrı

“Daha ilk cümle ile birlikte otobiyografiye dayalı bir anlatı için olağanüstü tekinsiz bir alana sürükleniyoruz: Hem şahsi deneyiminden bahseden bir yazar hem de okura hafızasına itimat edemediğini açıklayan güvenilmez bir anlatıcı var karşımızda. Aslolan bütün olayların, yan karakterlerin, diyalogların, yerlerin, tarihlerin doğruluğu değil bu metinde. Duygusal deneyimin sahiciliği aslolan.” 

ÖZGÜN ÖZÇER

Sonraki Yazı

KRİTİK

Erdem Özgül’ün öyküleri:

Yatayda ve dikeyde yürüyenler

“Erdem Özgül'ün öykülerinde hamaset yok, bu acılar boşuna yaşanmadı, hesabı sorulacak elbet bir gün, diye de bağırmıyor öykü kişileri, ama ahlanıp vahlanmak yahut acıların kaydını tutmak olarak değerlendirilecek metinler de değil bunlar. İnce noktalara dikkat çekmekten yana Özgül; bu hikâyeler anlatılacaksa, tarihe kayıt düşmekten çok, karanlıkta (ya da alacakaranlıkta) kalmış ayrıntılara ışık düşürmekte mesele.”

BEHÇET ÇELİK
  • P24 Logo
  • Hakkında
  • İletişim
  • Facebook
  • Twitter
  • Instagram

© Tüm hakları saklıdır.
Designed by Katalist