Amerika’ya Hoş Geldiniz:
Sessiz acı, hükümsüz dil
ve “aydınlık bir aile”
“Amerika'ya Hoş Geldiniz, acı üzerine büyük sözler söylemekten, bunun 'edebiyatını yapmaktan' ve konuyu sömürmekten imtina eden bir roman. Yeni bir şeyi yenilikçi bir biçimde anlatmaktan, acının güzellenmesinden öte bu acıyı ve çaresizliği gösteriyor, işliyor bu anlatı. İşliyor ve öylece bırakıyor. Acıya özel bir anlam da atfetmiyor...”

Linda Boström Knausgård
“Acıya karşı tavrımız nasıl bir toplumda yaşadığımızı ortaya koyar. Acılar şifrelerdir.”[1]
Byung-Chul Han’ın Palyatif Toplum: Günümüzde Acı kitabındaki bu tespiti, acıyla toplumlar arasındaki ilişkininin farklılığına vurgu yapmakla birlikte, acı ile bir toplumda yaşayan bireyler arasındaki ilişkinin de hatlarını çizer aslında. Acı, Türkçede sözlük anlamıyla da örtüşerek daha çok fiziksel bir ağrıya, dolayısıyla vücutla ilgili bedensel bir etki ya da tesire yönelik bir durumu tanımlar. Istırap ise yeri geldiğinde bedensel acıyı da içeren ama ruhani bir zahmete katlanmanın, manevi bir eziyet ya da azabın dilsel tezahürdür sanki. Acı ve(ya) ıstırap, her ikisi de Linda Boström Knausgård’ın Amerika’ya Hoş Geldiniz romanında farklı yönleriyle yer alıyor. Bunlar, sadece birer tema ya da romanın ana karakterinin hissiyatı değil, bu kısa romanın anlatı dokusunu belirleyen esas öğeler.
21. yüzyıl İsveç edebiyatında kendine özgü bir yeri olan Linda Boström’ün bu ikinci romanı, daha önce 2020’de yayımlanan Helios Felaketi gibi, Ali Arda’nın çevirisiyle Kıraathane Kitapları tarafından 2021’de neşredildi. (Hatta Linda Boström’ün üçüncü romanı Ekim Çocuğu olarak yine Kıraathane Kitapları’nca 2023’te basıldı.)[2] Türkiye’deki edebiyat kamusunda, özellikle Norveç edebiyatı ağırlıklı olarak İskandinav edebiyatına ilginin giderek arttığı ve pek çok İskandinav yazarının kitaplarının Türkçeye çevrildiği bir edebiyat ortamında, Linda Boström’ün romanlarıyla yer alması önemli ve sevindirici. Ancak kitaplarının meraklı bir okuru olarak bu ilginin biraz daha fazla ve ciddi bir boyutta olmasını gönülden isterdim. Nihayetinde her okur kendi sevdiği yazar ve kitapların öne çıkmasını ve onlar hakkında konuşulmasını ister. Nitekim bu yazı da ister istemez böyle bir istemin bir tezahürü olsa dahi, Amerika’ya Hoş Geldiniz herkes için okumaya ve üzerinde düşünmeye değer bir metin, özellikle insanlığın değerlerinin sınandığı böylesi günlerde.
Byung-Chul Han’ın bir özdeyiş kısalığı ve bilgeliğiyle belirttiği gibi, “acılar şifreler” ise bu şifreler edebiyata nasıl yansır? Daha özeldeyse, tüm Linda Boström romanları gibi kısa, yüz sayfa civarındaki bu romanda, acı ya da bu şifreler ne söyler, okurlara neyi ve nasıl anlatır? Okur bunları nasıl açığa çıkarabilir? Acının ya da ıstırabın edebî bir biçim ve türde gerçek manasıyla anlatılıp anlatılamayacağı veya ne denli anlatılabileceği yeni sorular değil elbette. Bu sorulara genelgeçer cevaplar aramanın da pek bir faydası ve gereği var mıdır? Bu da apayrı bir soru! Ancak Amerika’ya Hoş Geldiniz’i okurken bu sorular bir şekilde en azından bazı okurların aklına gelecektir. Başka bir deyişle bu roman, hem olay örgüsünün içeriği hem de metnin söylemi sebebiyle, okuyanı bu tür sorular üzerine düşünmeye teşvik ve sevk ediyor.

Amerika'ya Hoş Geldiniz
çev. Ali Arda
Kıraathane Kitapları
Eylül 2021
108 s.
“Dili dönmemek” diye bir deyim vardır; “bir sözü doğru düzgün söylemeyi becerememek” anlamına gelir.[3] Romanın başkahramanı, on bir yaşındaki kız çocuğu Ellen’in de dili dönmüyor bu anlatıda, daha doğrusu Ellen konuşmak istemiyor, konuşmanın gereğine inancını daha ergenlik çağının başında kaybetmiş. Metnin ilk sayfalarında, Ellen’in ruhsal durumu ve yaşama karşı tavrı şekilleniyor okurun gözünde. “Babam düşünde benimle konuştu. Dilinde bir sorun mu var, dedi. Yok baba. Sözcükler çok ağır. Sağa sola fırlatılmayacak kadar ağırlar” (s. 9) diye anlatır Ellen, şikâyetten öte saf ve açık yürekli bir olarak. Fakat Ellen’in konuşmaya dair isteksizliği, her ne kadar babasının ölmesini arzulaması ve bunun gerçekleşmesi sonucu vuku bulsa da, doğrudan bir travmadan öte, daha çok kendi varoluşuna dönük bir isteksizlik. Kendi içinde, temelde herhangi bir nedene dayanmayan depresif hal, bundan kaynaklı bir acı çekme süreci ve bu acıyla eşdeğer bir iletişimsizlik söz konusu Amerika’ya Hoş Geldiniz’de.
Bu on bir yaşındaki kız çocuğu, sesle iletişim kurmayı bırakıyor daha hikâyenin başında; kelimeler onun için kifayetsizdir artık, dil bir iletişim aracı değil. Dolayısıyla, belki de bu yüzden, Linda Boström bu anlatının yapısını oluştururken, romanın tek bir anlatıcısı var: o da Ellen. Tüm metin Ellen’in bakış açısından ve dolayısıyla bilincinden anlatılıyor, hatta onun doğrudan okura yönelik hitaplarından ve yazma biçiminden dolayı, sanki bir kız çocuğunun günlüğünü ya da notlarını okur gibi bir izlenim ve duygusu oluşabilir bu romanı okuyanlarda. “Bir apartman dairesinde oturduğumuzu söylemiş miydim?” (s. 6) diye sorar Ellen ya da “Günler çabuk geçiyor. Okula gidip eve dönüyorum. Olup bitenleri içime kaydediyorum” (s. 18) diye belirterek bu metnin kendi iç dünyasının bir kaydı olduğu kanısını pekiştirir.
Ancak Linda Boström, post-modern kurgu oyunları, bilinmezlik veya göreceliliğe dayalı unsurlara dayanarak kurmuyor bu romanı; zaten bir öyle bir derdi olan bir yazar da değil o. Romanda anlatıcının bu şekilde bir etkisinin olması, birinci şahıs anlatım tarzının doğası gereği ortaya çıkan bir durum olsa da, konuşmayı adeta bırakan Ellen’in, romanını anlatıcısı olması yazma ediminin kendisini anlatının temel öğesi kılıyor. “Bildiğim tek şey, bu kelimeleri yazmanın ne kadar güzel olduğuydu. Başka kelimeler de yazabilir miydim?” (s. 71) demekten de kendini alamıyor Ellen.
İletişim kur(a)mama, daha doğrusu başkalarıyla iletişim kurma isteğini yitirme, Helios Felaketi romanında da öne çıkan bir unsur idi, ancak Amerika’ya Hoş Geldiniz’de kelimelerin anlamsızlığı ve dilin sese dönüş(e)memesi, yalnızlık, depresyon ve hatta delilik ile iç içe geçiyor. “Gece arkadaş gibiydi. Sessizlik tuhaf değildi gecede” diye anlatır Ellen, “[v]e yalnızlık içtendi. Gündüzleri olduğu gibi, anneme yahut kardeşime karşı tepki değildi. Ben geceyle birdim, aynı dili konuşuyorduk. Aynı sessizliği soluyorduk” (s. 44) diye devam eder nasıl hissettiğini anlatırken.
Eylemin çok da hareketli bir olay örgüsüne ve hararetli diyaloglara dayanmadığı bu romanda, zımnen belirtildiği kadarıyla, Stockholm’de anne ve abisiyle yaşayan Ellen’in mutsuz, sessiz ve depresif yaşamının kısa bir kesiti anlatılıyor ki, bu anlatım da tamamen Ellen’in bakış acısına göre şekillenmiş durumda; bazen geriye dönüşler, zaman da sıçramalar oluyor Ellen’in bilincinde. Aslında Ellen’in içinden geldiği gibi yazdıklarının romanı bu kitap. Kendisinin deliliğe varan tutumunu ya da yaşama isteğini neredeyse tamamen yitirmiş haletiruhiyesi kısa, olabildiğince doğrudan ve soyut sözcüklerden azade cümlelerle tasvir ediliyor, yine Ellen tarafından. “Belki de sessizlik hep içimdeydi. Daha önce uyumsuz şeyler söylüyordum. Yağmur yağarken, güneş parlıyor diyordum. Yulaf lapası çim yeşiliydi, toprak tadındaydı.” (s. 5) diye anlatır Ellen. Lakin açıkça belirtmek de gerek, bu tür bir anlatımı, sanki olumlu bir kıstasmış gibi “samimi” veya “içten” diye nitelemekten bilhassa kaçınmak elzem. Burada söz konusu olan basit imgelerle kurulan bir dilin yarattığı duyguların okura sunumu ve bu duyguların okur üzerindeki tesiri – ki tesirin göreceliliği veya bunu ölçmenin zorluğuysa bambaşka bir husus.
Sessizlik sık tekrarlanan bir durum Ellen’in yaşamında. “Sessizlik hep bir imkân olarak oradaydı. Üzerine basılacak siya bir zemin” (s. 25) derken de bu vurgunun bir nedeni dilin ifade etme gücünün yetersizliğiyse, bir diğer nedeni de belki de bunu sesle, konuşarak ifade etmeye çalışmanın manasızlığı! Ancak burada, tıpkı diğer Linda Boström romanları gibi, her bir duyguyu, depresyonu, acıyı, kederi veya intihar düşüncesini rasyonelleştirmeye çalışan bir tutum söz konusu değil. 19. yüzyıl gerçekçi ve natüralist romanındaki gibi her bir eylemi arkasında yatan gizli bir neden, sosyo-ekonomik bir gerekçe, ruhsal bir durum ya da tüm bunların duygusal karmaşasını metin içinde ilmek ilmek örerek anlatma gibi bir kaygı ya da gaye de sezilmiyor romanda. Fakat Ellen’in yalnızlığının ve ruhsal ıstırabının en kestirme ve etkili şekilde anlatılması, hem onun duygularını ve yaşamı algılama biçimini anlamayı hem de –bir şekilde– onunla özdeşlik kurulmasını sağlıyor:
Karanlık her yerdeydi. Karanlık kokuyordu. Korku ve yapışkan, şekerimsi bir şey kokuyordu. Musluktan fışkırıp küveti dolduran şey karanlıktı sanki. Saçlarımı karanlıkla yıkadım, bedenimi, tüm varlığımı. Karanlığı yedim, içimi karanlıkla boyadım. Karanlık yavaş yavaş yerleşti. Bir tek annem hâlâ aydınlıktı. Onu gördüğünde yolunu değiştiriyordu karanlık. (s. 29-30)
Ellen’in iç dünyası, ancak böylesi sese dönüşemeyen monologlarla ve dolayısıyla da neredeyse karmaşık bir bilinç akışı şeklinde anlatılıyor. Böylece okurlar onun acı ve ıstırabını en saf haliyle ve doğrudan birinci ağızdan okuyor.
Yine Byung-Chul Han, aynı kitabında, “Yapabilmenin hüküm sürdüğü aktif toplumda acı çekmenin pasifliğine yer yoktur. Günümüzde acı kendini ifade edebilme imkanlarından tümüyle mahrum bırakılmıştır”[4] diye bir sav ortaya atar. Küresel dünyaya yönelik genel bir tespittir bu! Amerika’ya Hoş Geldiniz’i okurken bunun üzerine düşünmekten kendimi alıkoyamadım açıkçası. Bir kız çocuğunun, babasının ölümünden sonra ama doğrudan bundan kaynaklı olmayan (ya da metnin kendisinde böyle sunulan) bir acı çekme süreci ve bu süreci kendisinin anlatışı bu kısa roman. Varoluşunu hissederken bu varoluşa kendisi bir anlam veremeyen, içinde yaşama dönük bir tutkunun neredeyse hiç olmadığı, ziyadesiyle acı çeken küçük bir kız çocuğu var okurun karşısında: Kurgu içinde de olsa hem bunu yaşayan hem de anlatan. Romandaki en “aktif” eylem, Ellen’in kendi hissiyatını yazma edimi, bir bakıma çevresini anlama ve kendisini bu çevre içinde anlamlandırma çabası.
Acı ve iletişimsizlik temalarıyla örülü bu roman, aynı zamanda ailevi ve kısmen de toplumsal dinamikleri de ele alıyor. Yine Helios Felaketi’ne benzer şekilde, ergenlik çağındaki bir kızın büyüme anlatısını çağrıştırsa da, Amerika’ya Hoş Geldiniz, bildungsroman ya da benzeri bir anlatı mantığı ve isleyişiyle örtüşmüyor. Zaten Ellen, “Büyüme fikri inanılmaz geliyordu. Olmamalıydı. Zamanı durdurup şimdide kalamazdım. Büyümek düşüncesi korkutuyordu beni” (s. 68) derken de, annesi ve abisinin evin içindeki hareketlerini gözlemlerken de hep böyle korkunun girdabına kapılmış gibidir. Büyüdüğünün ve büyümek zorunda olduğunun farkındadır, ama “[ç]ocukla yetişkin arasındaki fark bu muydu? Işığı içine alabilmek ve alamamak?” (s. 34) diye hayretle sormaktan da kendini alamaz.
Ellen’in ailesi, özellikle de annesi ve babasıyla ilişkileri, romandaki olay örgüsünün temel taşları. Alkolik ve intihara meyilli babasıyla ilişkisi, Ellen’in sessizce yaşadığı acının da kaynaklarından biri gibidir, çünkü varlığında ölmesini arzuladığı ve ölümünden adeta ferahlatıcı bir rahatlama duyduğu aynı baba, yokluğuyla da Ellen’i yoklar. “Babamı, ben ve Tanrı öldürmüştük. El ele vermiş, nihai olarak çözmüştük sorunu. Tanrı ile ben” (s. 24) dese de, “Benim suçum. Babamı öldürsün diye Tanrı’ya yüksek sesle yakarmıştım” (s. 7) diyerek pişmanlık ve vicdan azabı olmasa bile bir boşluk duygusu içindedir. Babanın ölümü hep Ellen’in zihindedir, onu bir hayalet gibi takip eder. “Onu nasıl susturacaktım? Bıçakla olmazdı, zaten ölüydü […] Birkaç saniye düşündüm, defteri aldım, yazdım: Sen öldün. Buraya gelmemelisin. Defteri dizlerine koydum, okurken onu izledim.” (s. 83) Neredeyse bir tür şizofreni halinde olan Ellen, “Babam arada bir geliyor, odamda oturup beni izliyordu” (s. 87) diyerek deliliğin işaretlerini verirken bir yandan bu durumdan kurtulmak ister.
Öte yandan, annesini düşündüğünde daha huzurlu ve hatta mutlu hisseder Ellen. “Biz aydınlık bir aileydik. Annemin ışığı hepimize yetiyordu. Üzerimize saçtığı ışık. Eskinden annemle gurur duyardım. Veli toplantısına katılan en güzel anneydi” (s. 22) diye bu duygularını da zaman zaman ifade eder. Ancak Ellen’in haletiruhiyesi her an değişmeye, karanlık bir dehlize yönelmeye müsaittir. Romanın başka bir bölümünde evde annesini izlerken, “Annem kuzu kıymasından köfte yapıyordu. Bana bakıp gülümsedi, bir şey demedi. Kendini bütünlüğüyle yaptığı işe vermişti. Bir yerden bir şey geldi: ölmem gerektiği düşüncesi” (s. 64) diye anlatırken o sessiz, huzurlu ve mutlu aile saadetinin yaratıldığı bu sahne, aniden yok oluverir. Acı çekmenin pasifliği yanında, tekinsizlik bir şekilde beliriverir anlatı boyunca. Bu tekinsizliğin özü de ölüm ve ölebilme düşüncesidir.
Acı çekmenin arındırıcı bir yanı olduğu söylenir hep. Bunu da genellikle acı çekenler mi söyler yoksa bu acıyı teşhis edenler ya da bu acının edebiyata dönüşmüş halini okuyanlar mı, bu apayrı bir meseledir. Çünkü kimse acı çekerken onun bu yönünü düşünmez zaten. Hatta hiç düşünmez. Ama bir temsil biçimi olan bu romanda da anlatının kurgusallığı gereği dahi acı arındırıcı değildir; salt hissedilir ve yaşanır. “Tükeniyorum, bu fikir düştü aklıma. Böyle dedi düşüncelerim. Defalarca tekrar etti. Tükeniyorum. Yaşayan her şeyden uzaklaşıyorum, diye devam etti düşüncelerim” (s. 13) diye kendi anlatırken Ellen, onun çektiği açının o anda ve sonrasında da herhangi bir sağaltıcı yanı yoktur. Onun ıstırabı, güçlendirici veya arındırıcı falan da değildir. Yazmak dışında dilin, konuşmanın hükümsüz kaldığı, sessizliğin en büyük arzu olduğu alabildiğine kırılgan bir hissiyat ve bu hissiyatın zaman zaman neşrettiği kendini öldürme düşüncesi ve belki de istencinden başka bir şey yok Ellen’in hikâyesinde.

Dolayısıyla Amerika’ya Hoş Geldiniz, acı üzerine büyük sözler söylemekten, bunun “edebiyatını yapmaktan” ve bu konuyu sömürmekten imtina eden bir roman. Yeni bir şeyi yenilikçi bir biçimde anlatmaktan, acının güzellenmesinden öte bu acıyı ve çaresizliği gösteriyor, işliyor bu anlatı. İşliyor ve öylece bırakıyor. Acıya özel bir anlam da atfetmiyor, sadece olduğu gibi, gündelik olaylara dayanarak anlatıyor, elbette bir kurgu içinde. Söz konusu “edebilik” ya da metnin estetiği ise, bu romanı estetik kılan bir kız çocuğunun ıstırabını yalın şekilde ve sade bir dille sunabilmesinde. Bunu da acıyı rasyonelleştirme ya da tam tersine, acı aracılığıyla Ellen’le doğrudan ve sıkı bir özdeşlik kurma gibi bir gayret ve tutum da söz konusu değil.
İntiharın arada gün yüzüne çıkan tekinsiz iması, ölüm düşüncesinin sıradanlığı ve bunun bir gerilim olarak mevcudiyeti, zaten kısa olan romanın okunurluğunu da arttıran unsurlar. Örneğin, annesinin yemek yaparken dingin bir mutlulukla izlerken ölmeyi istemesine benzer bir şekilde, Ellen odasındaki bir çekmecede duran fileto bıçağını görür: “Alıp çekmeceye koydum, varlığı rahatlatıcıydı. Bir bıçağım vardı […] Orada dururken ne kadar keskin olduğunu görebiliyordum. Bir gün kullanır mıydım?” (s. 30) Kendi ruhsal durumunu da iyice gösteren bu tür tekinsiz durumlara rağmen, özellikle annesini ve ailenin tümünü düşündüğü hatıralarla birlikte garip bir iyimserlik de kaplıyor Ellen’i bazen, dolayısıyla anlatıyı da. Bu iyimserlik, bir yönüyle geçmişe özlem, mutlu anların nostaljik bir çağrışımı gibi tasvir edilse dahi, aslında gelecek için bir imkân olarak mevcudiyetini hissettiriyor okura. Bilhassa romanın sonuna doğru, “Mutlu olabileceğim geldi aklıma”, (s. 98)“Aydınlık bir aile: bir an, teknedeki o an: ailenin hep birlikte ender mutlu olma anlarında biri” (s. 104-105) gibi cümlelerle Ellen’in tüm depresif haline, babası gibi intihara meyilli olmasına ve çektiği ıstıraba rağmen yaşama isteği daha ağır basıyor sanki, ama romanda mutlu ya da mutsuz bir son yok. Başladığı gibi bitiyor ve okuru belki de kendi acısıyla bırakıyor.
Son tahlilde, Amerika’ya Hoş Geldiniz, acı, sessizlik ve iletişimsizlik meselelerini gündelik hayatın basit unsurları içinde derinlemesine işleyen ve büyük sözler söyleme derdi olmayan bir roman. Linda Boström’ün, bu yazıda bol bol örnekle aktarmaya çalıştığım gibi, güçlü anlatımı ve duygusal atmosfer yaratma becerisi okuru Ellen’in iç dünyasına çekiyor. Ellen’in depresif hali, keskin gözlemleri ve çabucak değişebilen duyguları olabildiğince yalın, gerçekçi ama oldukça da karanlık bir şekilde anlatılıyor. “Acının anlamlığı, hayatı bir anlam ufkuna oturtan bir anlatı gerektirir. Anlamdan arınmış, artık anlatmayan, çıplak bir hayatta mümkündür sadece anlamsız acı.”[5] Anlatının türü ne olursa olsun, bir kurgu olsa da belki bu edebiyatta da mümkündür, en azından acıyı ve acısını anlatmaktan başka derdi olmayan Linda Boström ve onun gibi bazı istisna yazarlar ve eserleri için. Bu yazı boyunca hep olumlamak için alıntı yapılan Byung-Chul Han bu kez haksız olabilir. Belki de “Acı günümüzde estetik hayal gücünden tamamen kop[ma]m[ı]şt[ı]r”,[6] en azından insanlığın, edebi metinlerin yapay zekâ tarafından yazılacağı bir distopyayı deneyimlemesine dek.
NOTLAR:
[1] Byung-Chul Han, Palyatif Toplum: Günümüzde Acı, çev. Haluk Başaran, Metis Yayınları, İstanbul, 2022, s. 13.
[2] Bu kitaplar için bkz. Kıraathane Kitapları. Bu yazıdaki alıntıların sayfa numaralarını metin içinde ve Amerika’ya Hoş Geldiniz’in ilk baskısına göre belirteceğim: Linda Boström Knausgård, Amerika’ya Hoş Geldiniz, çev. Ali Arda, Kıraathane Kitapları, İstanbul, 2023.
[3] Bkz., “Dili dönmemek.” TDK Sözlük.
[4] Byung-Chul Han, Palyatif Toplum: Günümüzde Acı, çev. Haluk Barışcan, Metis Yayınları, İstanbul, 2022, s. 15. Vurgu orijinal metinde mevcuttur.
[5] Byung-Chul Han, Palyatif Toplum: Günümüzde Acı, çev. Haluk Barışcan, Metis Yayınları, İstanbul, 2022, s. 33.
[6] Byung-Chul Han, Palyatif Toplum: Günümüzde Acı, çev. Haluk Barışcan, Metis Yayınları, İstanbul, 2022, s. 47.
Önceki Yazı

Agualusa, Borges ve Bukalemunlar Kitabı
“Kafka’da insan böcekleşiyor, Borges’te pek çoğumuzun mutlaklaştırdığı şu aciz gerçek, görünümünü ancak perdelemeler aracılığıyla ele veriyordu. Agualusa’da ise anlatıcı bukalemunlaşıyor. Malum, bukalemunlar renk değiştirmeleriyle bilinirler. Ama baskı karşısında, korktuğunda, sevindiğinde, yorulduğunda insan da pekâlâ renk değiştirir, ifadeden ifadeye geçer, yüzünün anlamı farklılaşır.”