Ali Kemal'in yazıları (Ekim 1918-Mart 1919):
Türkiye'de siyasi partiler "Yeniçeri Ocağı" gibi çalışırsa?
“Mademki Türkiye'de bu kadar siyasi parti kuruldu, niçin demokrasi vaktiyle tahakkuk etmedi? Bu soruya Ali Kemal'in yazdıklarını okuduktan sonra, belki de şöyle cevap verebiliriz: Türkiye'de kurulan siyasi partiler eğer ocak haline gelmeyi becerebilirler ise uzun ömürlü oluyorlar. Ama bir siyasi parti ocak haline geldiği zaman mensupları demokratik sistemin altını oyuyor ve kurumlarını tahrip ediyor. Böylece, demokratik rejim işlemez hale gelerek şahsileşiyor.”

Ali Kemal Bey ve 10 Eylül 1922 tarihli Peyâm-ı Sabah gazetesinde yayımlanan "Gayeler Bir İdi ve Birdir" başlıklı son yazısı.
20. yüzyılın başında Osmanlı dünyasının en aykırı aydınlarından biri olan Ali Kemal Bey (1867-1922), genellikle İttihatçılara ve Millî Mücadele'ye karşı çıkışı, Hürriyet ve İtilaf Partisi'nin yönetiminde bulunması ve İngiliz yanlısı Damat Ferit Paşa hükümetlerinde görev almış olması ile tanınır. 1918-1922 yılları arasında yazdığı gazete yazıları ve keskin siyasi tercihleri nedeniyle, günümüzde hem yerli-milli ve hem de ulusalcı çevrelerde bol bulamaç kullanılan ve neredeyse her muhalif sesi kısmak için insanların alnına yapıştırılan “işbirlikçi aydın” etiketi ile anlatılmak istenen aydın tipinin ilk örneği olarak görülür. Resmî anlayışlarla uyumlu düşünmeyen, aykırı görüşleri savunan bir entelektüel için “Ali Kemal'e benzetilmek”, aynı zamanda üstü örtülü bir tehdit anlamını da taşır: Bilindiği gibi, Millî Mücadele sona erdikten sonra, Ali Kemal İstanbul'da yakalanıp tutuklanır ve yargılanmak üzere Ankara'ya gönderilmesine karar verilir. Ali Kemal Ankara'ya götürülürken, 6 Kasım 1922 günü İzmit'te Sakallı Nurettin Paşa'nın emrindeki askerler tarafından öldürülür! Nurettin Paşa, Ali Kemal'in İzmit halkı tarafından linç edildiğini iddia eder ve cesedini demiryolu köprüsüne asarak teşhir eder.
O sırada Lozan görüşmelerine katılmak üzere yola çıkmış olan İsmet Paşa ve yanındaki heyet, İzmit'te Ali Kemal'in sallanan cesedini gördükten sonra Nurettin Paşa'nın bu hareketini onaylamadıklarını ifade ederler. Hatta Dr. Rıza Nur Bey, onay bekleyen Nurettin Paşa'ya, “Paşa Hazretleri! Hükümet bu hainlerin tutuklanması için İstanbul zabıtasına emir vermiştir. Hepsi tutulup Ankara'ya gönderilmelidir. Orada muhakeme edilmelidir” diyerek haddini de bildirir. Ali Kemal'in İzmit'te sallanan cesedi, yeni Türk devletinin kuruluş antlaşmasını müzakere etmek için Lozan'a giden heyetin elini zora sokmaktadır. Çünkü yeni Türkiye'nin temsilcileri, Lozan'da büyük devletlere karşı Türkiye'de “medeni dünyanın güvenebileceği bir kanun devleti” kurma niyetinde olduklarını dile getireceklerdir. Avrupalı diplomatların “Peki, Ali Kemal Bey'in ölümünü nasıl açıklıyorsunuz?” sorusunu sormaları durumunda İsmet Paşa ve Lozan heyetinin Türkiye'de “medeni bir devlet” kurma iddiaları yara alacaktır. Acaba yeni Türkiye, her ayranı kabaran paşanın muhalifleri mahkemeye çıkarmaya bile lüzum görmeden infaz edebileceği bir ülke mi olacaktır? Nurettin Paşa'nın işlettirdiği bu cinayet unutulmaz. Gazi Mustafa Kemal Paşa 1927 yılında okuduğu Nutuk'ta kendisini yerden yere vurur ve böylece Nurettin Paşa siyaseten tasfiye olur.

Sabah Yazıları (17 Ekim 1918 - 4 Mart 1919)
Mütâreke Başlangıcında Ali Kemal'in Başyazıları, Fıkraları, Karşıt yazılar ve Haberler
Hazırlayan Mükerrem Varol
Isis Yayınları
2023
881 s.
Yakın zamana kadar Ali Kemal Bey'in hayatı ve hakkında bildiklerimiz son derece sınırlıydı. Sadece arkadaşı şair Yahya Kemal Bey'in Ali Kemal hakkında yazdıkları ve Orhan Karaveli'nin Ali Kemal: Belki de Bir Günah Keçisi (2017) başlıklı cılız biyografi çalışması yayımlanmıştı. Acaba Ali Kemal Bey kendisi hakkında sürekli olarak dile getirilen “hain” ve “işbirlikçi” sıfatlarını nasıl edinmişti? Neler yazmıştı? Hangi görüşleri savunmuştu?
İlk kez, Ali Kemal'in 1918-19 yıllarında Sabah gazetesinde yazdığı ve her biri birer demir leblebi sertliğindeki yazıları İsis Yayınları tarafından toplu olarak yayımlanıyor: Sabah Yazıları (17 Ekim 1918-4 Mart 1919).
Anlaşılan devamı da gelecek. Daha önceleri 1908-1914 yılları arasında İkdam ve Peyâm gazetelerinde yazdığı yazılar aynı yayınevi tarafından beş cilt halinde yayımlanmıştı. Her şeyden önce, bu kitabı yayına hazırlayan Dr. Muharrem Varol'u kutlamalıyız. Yazdığı uzun giriş yazısında Mütareke Dönemi olarak bilinen işgal yıllarının karanlık ve çatışmalı siyasal iklimini ustaca özetliyor. Dr. Varol'un giriş yazısının başındaki 'Bir Muhalifin gözünden İttihatçılar' bölümü, Ali Kemal'in yazdıklarının izinde İttihat ve Terakki geleneğinin analitik bir çözümlemesi olarak da okunabilir. Ali Kemal Bey her zaman siyasi tartışmaların göbeğinde yer almış ve kendisini eleştirenlere cevap vermek konusunda hiç de korkak davranmamıştır. Bu derleme içinde, Ali Kemal'i eleştiren veya onun iddialarına cevap veren Süleyman Nazif, Cenap Şahabettin, Ali Fethi Okyar, Ahmet Emin Yalman ve Yunus Nadi'nin yazıları da yer alıyor. Böylece, işgal İstanbulu’nun gergin ortamını, özellikle de kriz atmosferini yansıtan ve “Neden böyle oldu?” sorusu etrafında dönen tartışma ortamını daha iyi izlemek mümkün oluyor.
Siyasal faaliyetlerine daha Mülkiye mektebi öğrenciliği sırasında başlayan Ali Kemal Bey, Sultan II. Abdülhamid yönetimi tarafından tevkif edilir ve Halep'e sürgüne gönderilir. Daha sonra oradan Paris'e kaçar ve Jön Türklere katılır. Paris'te Siyasal Bilgiler Okulu'nu bitirir. Jön Türk hareketinin lideri olan Ahmed Rıza Bey ile fikir ayrılığına düştüğü için onlardan da ayrılarak İstanbul'a döner. Sultan II. Abdülhamid yönetimi ile arayı düzelten Ali Kemal, 1908 sonrasında Jön Türk siyasetinin acımasız bir eleştirmeni olur. Ali Kemal'in siyasi çizgisi ve siyasetteki ön kabulleri şöyle özetlenebilir:
- Paris'teki Jön Türk hareketinin devamı İttihat ve Terakki Cemiyetidir.
- 1919'da Millî Mücadele'yi başlatan Kuvâyi Milliye hareketi de İttihat ve Terakki'nin devamı sayılmalıdır.
Bu nedenle, Ali Kemal Bey bu iki siyasi çizgiye karşı toptan muhalefeti benimseyen bir siyasi tutum takınmıştır. Türkçülüğe ve Türk Milliyetçiliğine karşı Osmanlıcılığı savunur. İttihat ve Terakki karşıtı Hürriyet ve İtilaf Partisi çizgisini benimser. Gazeteci, edebiyat eleştirmeni, ideolog, siyasi parti yöneticisi olan, ve nihayet mütareke döneminde kurulmuş çeşitli hükümetlerde bakanlık yapan Ali Kemal Bey'in bence biyografisinin yazılmasının zamanı çoktan gelmiştir. İsis Yayınları tarafından yayımlanan gazete yazılarının, böyle bir çalışmanın altyapısını hazırlamış olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Türkiye'de siyasal partiler üzerine ilk akademik çalışmayı yayımlayan merhum Tarık Zafer Tunaya (1916-1991) hocamız 1908'de başlayan II. Meşrutiyet dönemini “tarihimizin eşine rastlanmaz bir siyaset laboratuvarı” olarak değerlendirir. Rahmetli Tarık Zafer Hoca, özel sohbetlerinde de 1908-1918 yılları arasında günümüz Türkiyesi’nde tartışılan her meselenin ilk olarak ya bu dönemde dile getirildiğini ya da açıkça tartışıldığını söylerdi. Tarık Zafer Hoca, Türkiye'de Siyasi Partiler (1952) kitabına yazdığı önsözde, 1943 yılında bu konuyu çalışmaya başladığında ülkemizdeki siyasi partilerin doğumlarını ve kısa süren hayatlarını incelemeye niyetli olduğunu hocası Prof. Charles Crozat'a anlatır. Prof. Crozat, öğrencisine bizlerin bugün bile cevap vermekte zorlanabileceğimiz bir soru sorar: “Mademki Türkiye'de bu kadar siyasi parti kuruldu, niçin demokrasi vaktiyle tahakkuk etmedi?”
Prof. Crozat'ın sorusuna Ali Kemal'in cevabı niteliğinde olan, “Ocak ve Ocaklılar” başlıklı bir İttihat ve Terakki çözümlemesi bu kitapta yer alıyor. (Sabah, 1 Aralık 1918) Ali Kemal Bey, önce İttihat ve Terakki'nin kuruluşundan başlayarak şunları söylüyor; biraz sadeleştirerek alıntılıyoruz:
“İttihat ve Terakki’yi tesis eden [bugün] Âyân Meclisinin saygıdeğer reisi [olan] Ahmet Rıza Beyefendi’dir, hepimiz biliriz, kurucusunun fikrince bu cemiyet Osmanlıları hürriyet ve meşrutiyete onurlandırmak için çalışacaktı.”
Ali Kemal, İttihat ve Terakki Cemiyetinin zamanla “cidden hür, cidden vicdan ve irfan sahibi” kurucuları ile yollarını ayırdığını anlatıyor: “Kala kala Enver, Talat, Cemal ve Genel Merkez seviyesindeki adamlardan ibaret kaldı, fakat onlar yalnız cemiyeti değil, hükümeti, hatta memleketi de baskı altında ele almışlardı. Zaten baskı rejimi altında yaşamaya alışmış bir iklimde böyle yapabilmek de az çok teşkilata, paraya, güce malik olmuş bir heyet için o kadar zor bir iş değildi” diyerek, kurulan rejimin baskıcı niteliğini anlatır. Ayrıca, uzun yıllar II. Abdülhamid'in baskı rejimi altında yaşamış olan halkın siyasi kültür bakımından da bu tür rejimi sahiplenmeye yatkın olduğunu vurgular. İttihat ve Terakki'de gözlemlenen bu dönüşümün yapısal özellikleri üzerinde epey düşündüğü anlaşılan Ali Kemal Bey, siyasal davranış ve siyasal partiler hakkında bildiklerimizi sarsacak yeni yaklaşımları ortaya koyar. Öncelikle, Türkiye'de kurulan ve toplumda kök salan siyasi partilerin Batı dünyasındaki örneklerinden farklı olduğunun altını çizmektedir:
“İttihat ve Terakki, 1908 devriminden sonraki şekliyle, endişeleriyle, emelleriyle artık bir cemiyet değil, hatta bir fırka bile değil, bir ocak idi. Ocak nedir? Şark’ta hepimiz biliriz, biz Şarklılar siyasi örgütlerden, siyasi partilerden, oldukça bir süsleme görmeyince anlayamayız, fakat ocağı derhal kavrarız. Yeniçeriler bir ocak idi. Daha evvel Celâlîler bile bir ocak sayılırdı… Partiden, cemiyetten, ocağın farkı şudur ki bir ocaklı ocağın çıkarı üstünde vatanı olsun, hatta dini olsun, ne olursa olsun, [daha yüksek bir] çıkar bilmez, ocak reisinin emrine körü körüne itaati adeta farz bilir. Reis cahil olmuş, Genel Merkez cahilane işler görmüş, devleti batırmış, milleti mahvetmiş, ocaklı oraları düşünmez, düşünse de içini çeker, ah eder, of eyler, fakat yine ocaktan ayrılamaz, ocağa hizmetten, boyun eğmekten vazgeçmez. Ocaklılar senelerden beri var kuvvetleriyle İttihat ve Terakki’nin bu topraklarda yaptıklarından sual edilmez bir hâkim olmasına çalıştılar ve başarılı oldular, ocağın her hatasını affolunmuş, her cinayetini mazur gördüler, [Gazeteci] Hasan Fehmi'lerin, Samim'lerin, Zeki'lerin o vahşice öldürülmeleri, bütün o cinayetler ocaklılarda ocağa karşı ufak bir kırılma ve gücenmeye bile sebep olmadı... Genel Merkeze de öyle en âlimler, en erdemli, en düşünürler değil, Talat gibi, Kara Kemal gibi, Nazım gibi, Baha[eddin] Şakir gibi pek kaba, pek saba olsalar da ocak gayretiyle en çok sivrilenler geçtiler, ılımlı olanlar, makuller bir dereceye kadar gölgede kaldılar. İşte İttihat ve Terakki ocağı bu 'mübarek ellere' düştüğü, bu baskı düzeyine yükseldiği zaman haline, idrakine göre büyük işler görmek, ocaklılarını mesut, zengin kılmak istedi... O keyfi icraatında dilediği gibi devam edebilmek emeliyle Almanya’dan tarafa savaşa karıştı, artık ondan sonra öyle çılgıncasına hareketler etti, öyle cinayetler işledi, gerek üyeler ve gerek yöneticiler itibarıyla öyle yolsuzluklarda, utanç dolu davranışlarda bulundu ki ocaklılarda harikulade bir ocak gayreti olmasaydı, İttihat ve Terakki bin kere devrilirdi, fakat o gayret nedeniyle bütün üyeler gerek başlıca elebaşların, gerek Genel Merkez'in cinayetlerini bile hoş görebiliyordu, doğruyu söylemek lazım ise çoğunlukla şahsen de bu durumdan yararlandıkları için ses çıkarmıyorlardı. Zaten, arz ettiğimiz gibi, ocak gayreti, ocak muhabbeti vatan, memleket endişelerinin üzerinde idi.”
Cumhuriyetin 100. yılını kutladığımız bu günlerde Ali Kemal Bey'in yazdıkları ne kadar tanıdık geliyor, değil mi? İttihat ve Terakki'nin 1908 sonrasında işleyiş bakımından giderek “Yeniçeri Ocağı” gibi eli silahlı bir çıkar grubu haline dönüşmesi ve yandaşlarına maddi çıkar sağladığı sürece varlığını sürdürmesi, İttihatçıların bu amaçla savaşa girmekten bile çekinmediklerinin vurgulanması önemlidir. Ocak tipi örgütlenme, kaçınılmaz olarak Osmanlı dünyasındaki 'kapıkulu olmak' veya 'bir yere kapılanmak' olarak özetlenen bağlılık ve çıkar ilişkilerini de gündeme getirmektedir. Ayrıca, Türk siyasi hayatındaki adıyla sanıyla “Ocak” tipi örgütlenmelerin 1912'de kurulan Türk Ocakları'ndan başladığını biliyoruz. 1931 yılında Türk Ocaklarının resmen CHP'ye devredilmesi ve bunların CHP'nin 1932'de kurulan Halkevleri/Halkodaları içinde yeniden örgütlenerek hayatlarını sürdürmesi bizlere belli bir siyasal devamlılığın varlığını göstermektedir. 1950 sonrasında, belki siyasetin dili değişmiştir ama DP'nin Ocak-Bucak teşkilatlarını kurmuş olması, 1960'ların sonundan itibaren kurulan Ülkü Ocakları'nın ve Aydınlar Ocağı'nın günümüzde bile etkin olmaları Ali Kemal Bey'in 1918 yılında yaptığı tespitlerin ne kadar anlamlı olduğunu gösterir. 1908 devriminden sonra, İttihat ve Terakki'nin imparatorluk taşrasında 360 ayrı şube açmış olması ve toplam üye sayısının kısa zamanda 850.000 kişiye yükselmesi partinin/ocağın ciddi bir toplumsal tabana hitap ettiğini işaret ediyordu.

İtilaf Devletleri’nin işgalinden önce, İttihatçı şefler 2 Kasım 1918 gecesi bir Alman torpidobotu ile ülkeyi terk edip Sivastopol'a kaçmışlardır. Kaçan kadroda şu isimler vardır: Enver Paşa (Başkomutan Vekili ve Harbiye Nazırı), Talat Paşa (Sadrazam ve Dahiliye Nazırı), Cemal Paşa (Bahriye Nazırı), Bedri ve Azmi (Polis Müdürleri), Dr. Bahaeddin Şakir, Dr. Nâzım, Dr. Rüsuhi (Teşkilat-ı Mahsusa Şefleri). O güne kadar “Zafer-i Nihai” edebiyatı yaparak savaşın kaybedildiği gerçeğinin üzerini örtmek isteyen İttihatçı şefler, 'bir gece ansızın' ülkeden kaçmışlardır.
Refik Halid Karay'ın ertesi gün Zaman'da yayımlanan “Efendiler, Nereye?” başlıklı yazısı aslında acı bir çığlık gibidir:
“Ziyafet bitti, fakat ağzınızı silmeden, elinizi yıkamadan, bir de acı kahvemizi içmeden efendiler nereye? ... Vurdular, kırdılar; yaktılar, yıktılar; astılar, kestiler; kastılar, kavurdular; nihayet leşimizi meydanlara sererek yılan gibi kaçtılar; memlekete düşmanları sokarak üzerimizden aştılar... Eli sopalı, beli palalı, gözü kanlı paşalar damdan dama nereye?”
Osmanlı başkentinde büyük bir şaşkınlık yaşanmaktadır. Ali Kemal Bey'in 'Yine gelir ve geleceklerdir de' başlıklı yazısı (Sabah, 7 Kasım 1918) İttihatçı şeflerin kaçmasının o kadar da önemli olmadığını, asıl meselenin ülkenin siyasal kültürü ile ilişkili olduğunu anlatır. Bir bakıma topluma ayna tutar:
“İttihat ve Terakki’yi İtilaf Devletleri düşürdüler, kaçırdılar, lakin o da dış görünüştedir. Hakikatte bu toprakta, bu havada, bu muhitte gizliden gizliye yaşayan yine odur, onun habis ruhudur. Hükümetin kararlarında, mebusların müzakerelerinde, basının münakaşalarında, hatta halkın heyecanlarında, dikkat ediniz, o ruhtan ne derin bir çekinme hâli hissedersiniz... Hakiki caniler, devlet ve milleti mahvedenler bugün kısmen kaçak olmayı seçmiş etmiş olsalar da kısmen memlekette hazırdırlar, bugün olmazsa yarın yine büsbütün hükümeti ele alırlar, bu meydanda atlarını diledikleri gibi oynatırlar. Büyükten küçüğe bütün Türkler bu iş, bu maksat için yaşıyor, çabalıyor, parça parça oluyorlar. Niçin? Fenalığa, utanılacak işler yapmaya bu düşkünlüğümüz nedendir? Evvel emirde bir kere düşünürlerimizi, yazarlarımızı, erdemli insanlarımızı, her meslekten büyüklerimizi göz önüne getiriniz, biz siyaseten ne hukukumuzu ne vazifelerimizi takdir eder insanlar değiliz, öyle kaygı altına girmeyiz. Bir dert, bir endişe biliriz: O da mümkün mertebe güzel yaşamak, hatta israf ve zevk/eğlencede bulunmak, hiç değilse vaktimizi hoş geçirmektir. Bu umut için ise, bütün o hukuk ve siyasi vazifelerimizi ihmal etmek değil, eğer gerekirse ayaklar altına bile alırız, bu kötülüklerle memleketimiz alt üst bile olsa umurumuzda olmaz... Üst tabakamız böyledir, alt tabakaya gelince, onların da mühim bir kısmı zaten çeteye, o çete teşkilatına, Teşkilat-ı Mahsusa'ya dâhildirler, dâhil olmayanlar ise ses çıkaramazlar, çıkarırlarsa hapis var, sürgün var, işkence var, idam var, o çeteciler bu gaddarlık, cellatlık sıfatında birdirler, pîrdirler, insana ölümlerden ölüm beğendirirler... İşte vaziyetimiz bu merkezde, hâlimiz böyle olduktan sonra o yâdigârlar yine gelirler ve geleceklerdir de! Zaten acaba gittiler mi? Gitmediler ki… Gidenler kimlerdir? Enver, Talat, Cemal, hâsılı topu topu beş on kişi! İlahi, bu devleti, bu milleti bu aşağı seviyelere düşüren o müthiş fenalıkları kamilen o beş on kişi mi yaptılar? Onların alay alay arkadaşları, maiyetleri, yardakçıları hâlâ bu memlekette değil midirler? Hâlâ gizliden gizliye dolaplarını, fesatlarını çevirmiyorlar mı?”

Ali Kemal Bey sadece sert toplumsal/siyasal eleştiriler yapmaz. Rahmetli Uğur Mumcu'nun ölümünden sonra, ülkemizde pek fazla örneği kalmayan araştırmacı/gazetecilik boyutu olan yazıları da kaleme alır. Okuyuculardan gelen mektupları değerlendiren, kendisine iletilen bilgi ve duyumları korkmadan açıklayan ve yetkilileri göreve çağıran yazıları önemlidir. Örneğin, Erzurum'daki en itibarlı Ermeni okulu olan Sanasaryan Koleji’nde bulunan kıymetli kitap ve tabloların 1915 yılında yağma edildiğini anlatır. 1881 yılında Erzurumlu zengin tüccar Mıgırdiç Sanasaryan tarafından kurulan bu özel lise ve öğretmen okulu, Doğu Anadolu'nun en önemli eğitim kurumlarından biri olmuştur. 1915 yılında okul boşaltıldıktan ve Erzurum Ermenileri sürüldükten sonra öğretmenlerinin çoğu Almanya'da eğitim görmüş olan bu eğitim kurumu kapatılmıştır. İlginçtir, Millî Mücadele'yi örgütleyen Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları 23 Temmuz 1919 tarihinde bu binada Erzurum Kongresi’ni toplamışlardır. Ali Kemal Bey, 'Bir Düşünce' başlıklı yazısında (Sabah, 13 Aralık 1918) yağmanın sorumlularının bulunmasını hükümetten talep eder:
“Diyorlar ki Erzurum’un Ermenileri sürüldüğü, kahredildiği zaman o maruf Sansaryan Mektebi de tabii tam takır edilmiş, hazin fakat açık manasıyla soyulmuş, bu medrese öteden beri Ermenilik âleminde meşhur olduğu için zengin bir kütüphaneye, hatta bazı sanat eserlerine bile malik idi, bunların arasında son asrın en güzide Ermeni ressamı Aivazosky’nin resimleri bulunurmuş. Bu zat evrensel bir şöhrete malik olduğu için o resimler bugün pek kıymettardır sanırız. Ne olursa olsun, yine buyururlar ki o esnalarda Erzurum valiliğinde bulunan Hasan Tahsin [Uzer] Bey mektebinin bütün kitaplarını, resimlerini sandıklara doldurur, İstanbul’a gönderir veya getirir… Şimdi acaba hiç değilse, ilim, fen, güzellik namına soramaz mıyız ki bu gasp edilmiş mallar ne oldu? ... Neyse, biz o koltuk değneğiyle yürür, yarım yamalak tahkikat ve tetkikat heyetlerinden rica ederiz ki artık Ermeniliğe değil Türklüğe acısınlar, medeni dünyaya karşı böyle cinayetleri, canileri koruyor olmak etmek lekesinden Türkleri kurtarsınlar.”
Tahmin edileceği gibi, bu tür yazılar Ali Kemal Bey'in bir yandan ününü arttırırken, diğer yandan onun Ermeni tehciri, sürgün ve soykırım sürecine aktif olarak katılan kişiler tarafından hedef gösterilmesini de kolaylaştırmıştır. Belki de yazdığı bu tür yazılar onun İzmit'te katledilmesinde etkili olmuştur. Bilemiyoruz. Ama 2023 yılında, Ali Kemal Bey'in 1918-19 yıllarında kaleme aldığı yazıları okuduğumuz zaman anlattığı birçok şeyin çok tanıdık geldiği bir dünyaya girdiğimizi hissediyoruz.
Cumhuriyet’in ilk yıllarında İstanbul Üniversitesi'nde Amme Hukuku dersleri veren Prof. Charles Crozat'ın öğrencisi Tarık Zafer Bey'e, sorduğu “Mademki Türkiye'de bu kadar siyasi parti kuruldu, niçin demokrasi vaktiyle tahakkuk etmedi?” sorusuna Ali Kemal'in yazdıklarını okuduktan sonra, belki de şöyle cevap verebiliriz: Türkiye'de kurulan siyasi partiler eğer ocak haline gelmeyi becerebilirler ise uzun ömürlü oluyorlar. Ama bir siyasi parti ocak haline geldiği zaman mensupları demokratik sistemin altını oyuyor ve kurumlarını tahrip ediyor. Böylece, demokratik rejim işlemez hale gelerek şahsileşiyor. Bir asırdır tekrar tekrar gördüğümüz korku filmi ve yaşadığımız siyasi kâbusların nedenini siyasi partilerin ocak haline dönüşmesinde aramak lazım galiba! Ne dersiniz?
Son derece açık, kolay anlaşılır yazılar yazan ve çarpıcı gözlemleri ile siyasal kültürümüzün kökenlerine ışık tutan bu talihsiz Osmanlı aydınının yazılarını toparlayan İsis Yayınlarını kutlarız.
Önceki Yazı

Haftanın kitapları – 11
K24'te haftanın vitrini: Yeni çıkan, yeni baskısı yapılan, yayınevleri tarafından bize gönderilen, dikkatimizi çeken; okumak ve üzerine yazı yazmak için ayırdığımız bazı kitaplar...
Sonraki Yazı

Sanat Tarihinin Kitap Tutkunu Kadınları:
Tablodaki Kadın
“Asuman Kafaoğlu-Büke, 'okuyan kadını' ana izlek olarak alıp insanoğlunun okuma serüvenine özgün bir halka ekliyor. Bunu yaparken de sanatın ana kolonlarından biri olan resim sanatını bir pusula gibi kullanarak bizi renkli ve aynı zamanda düşündürücü bir yolculuğa çıkarıyor.”