Zone of Interest:
Kameranın “olağanlaştırıcı” gücü
“Yönetmen Glazer’ın Cannes Film Festivali’ndeki konferansta da açık ettiği üzere, filmin mesajı yaşamlarımızın olağanlığında kendimizi kötülüğün içinde bulabileceğimizi göstermektir. Arendt’ten farklı olarak Glazer kötülüğün sıradanlığını değil, 'kötülüğün olağanlığının' resmini çiziyor.”
The Zone of Interest, Jonathan Glazer, 2023.
Bir romandan uyarlanan filmler talih ve talihsizliğe aynı oranda sahip, bıçak sırtı eserlerdir. Deleuze, sinema üzerine konuştuğu 1987 tarihli “Yaratıcı Eylem Nedir?” başlıklı konferansında bu konuya dair şöyle söyler:
“Roman, sinemacıda, romandaki fikre karşılık gelen bir fikre sahip olmasını sağlayacak bir yakınlık uyandırınca harika olur.”
Burada Deleuze romanın sinemacıda sinematografik bir fikir uyandırma halinin güzellemesini yaparken devamında ortaya çıkacak eserin her zaman için parlak olamayacağının da altını çizer.
“İlgisizlik alanı” ya da ilgi alanının gizleyemediği
Bu ifadenin açtığı yolda Deleuze’ün sinema üzerine farklı birtakım düşüncelerini de takip ederek, yakın zamanda izlediğim Jonathan Glazer yönetmenliğinde, Martin Amis’in aynı isimli romanından uyarlanmış ve Yabancı Dilde En İyi Oscar Ödülü’nün sahibi Zone of Interest (İlgi Alanı) filmini incelemek istiyorum.
Film bir Auschwitz komutanı olan Rudolf Höss ve ailesinin, kamptan görünürde bir duvarla ayrılan, ancak yaşamlarının içeriği düşünüldüğünde sınırın derin bir uçurumla çizildiği hayatını konu ediniyor. Çeşit çeşit çiçekle süslenmiş, doğayla iç içe, Hitler’in ideal/makbul aile hayatını incelikle yaşayan ailenin kamp gerçeğiyle temas ettiği, ancak yaşamlarında konu etmekten kesinkes geri durduğu az sayıdaki karşılaşma ânı, görsellik değil koku, ses ve tensel nüfuz üzerinden seyirciyle buluşuyor.
Bu az sayıdaki karşılaşmanın seyircide uyandırdığı gerginlik ve hatta yer yer kalp sıkışması filmin görsel içeriğiyle muazzam bir karşıtlık içerirken, seyirci “ilgi alanını”, “ilgisizlik alanını” düşünmeksizin bir dakika bile duramıyor. Buradan hareketle yazının odağı bu karşıtlığın sinematografik düşünme imkânı içinde nasıl mümkün olduğunu, Deleuze’ün sinemaya yaklaşımını dahil ederek irdelemek olacak.
Sinematografik fikir ya da Zone of Interest imleri
Deleuze, bahsi geçen konferansta her üretim alanının farklı dinamik ve biçimlerden oluşan muhtevasına dikkat çekerek düşünce boyutlarında söz konusu olan farklılığın altını çizer. Bu demektir ki, düşünmenin eseri olarak fikir sinema için başka, edebiyat için başka bir şeydir. Ancak bu başkalık birbirlerini tamamen dışlayan, ilişki kurmalarını engelleyen bir duruma yol açmaz.
Dolayısıyla edebiyat sinemada, sinema edebiyatta kendi sınırlarını aşan bir fikir uyandırabilir. Deleuze’ün bu ifadelerindeki alametifarika, kendi zamanı için de, bugün için de görmeye alışık olduğumuz uyarlama filmler için şık cümleler kurmanın çok ötesinde, uyandırma eyleminin dönüştürücü gücüne yaptığı atıfta yatıyor.
Bana kalırsa bu atıf muazzam örneğini Zone of Interest filminin uyarlanma biçeminde buluyor. Bu açığa çıkma halini birkaç aşamada ele almaya çalışacağım.
Filmin uyarlandığı romanı olduğu gibi görsel zemine aktarmadığının, Deleuze’ün işaret ettiği üzere romanın ancak sinematografik ilhamın tetikleyicisi olduğunun ilk imi, tercih edilen kurgusal isimler yerine Auschwitz’te gerçekten bulunmuş tarihsel figürlerin isimlerinin kullanılması. (Romandaki Auschwitz komutanının ismi Paul Doll iken filmde bu kurgusal isim yerine gerçekten Nazi komutanı olan Rudolf Höss ismi tercih ediliyor.)
Peki, bu tercihin altında yatan sebep nedir? Yönetmenin sinemada düşündüğü fikre ne ölçüde bir katkıda bulunuyor? Bu soruların altında yatan sebebi ilerde, bir diğer im olan, sinema fikri içinde verilmek istenen mesaj başlığı altında inceleyeceğim.
Aynı şekilde, temelde filmin mesajı altında düşünülmesi gereken ikinci im negatif sahneler. Renk kullanımı, dekor ve simetrinin estetik dünyası içinde, Höss ailesinin Polonyalı hizmetçisinin geceleri kampta çalıştırılan Yahudiler için elma bıraktığı sahneler için tercih edilen negatif sunum biçeminin, sinema tarihi içinde iyi ve kötünün (siyah-beyaz, aydınlık-karanlık kullanımıyla) temsili için kullanılan bir teknik tercih olmanın ötesine geçtiğini düşünüyorum. [Kaldı ki bu tercihin, çok daha sofistike halini Steven Spielberg’in siyah-beyaz çekilmiş Schindler’s List (Schindler’in Listesi) filmindeki kırmızı paltolu kızıyla izlemiştik.] Bu bağlamda Glazer’in filmde yer verdiği negatif sahneleri klasik anlamda bir temsiliyet aracı olarak kullanmadığını söyleyebilirim.
Negatif sahnelerin herhangi bir temsiliyetten farklı bir amaca hizmet ettiğini düşünmemin sebebi, sahnelere eşlik eden Rudolf Höss’ün kızlarına okuduğu Hansel Gratel hikâyesi ve yine Rudolf’un evdeki ışıkları kapama ritüelinde, bir çeşit uyku problemi olduğunu bildiğimiz (belki uyurgezerlik) küçük kızını pencere kenarında dışarıyı izlerken gördüğünde ne yapıyorsun sorusuna kızının verdiği “Şeker dağıtıyorum” cevabında saklı.
Burada, bu sahnelerin iyi-kötü temsiliyeti olmasa da Hansel Gratel hikâyesinin bir temsiliyeti olduğunu düşünmek mümkün olabilir. Ancak bu durumda Höss’lerin küçük kızını sahnelerle ilişkilendirmenin yolu kapanıyor.
İşte şimdi, bu iki imi bağlayan, filmin en ilgi uyandırıcı ve fark yarattığını düşündüğüm üçüncü imi, sinematografik mesaj meselesine gelebiliriz.
Bir kopuş ya da olağanın seyri
Deleuze sinemanın ayırıcı bir niteliği olan görüntü ve sesin kopuşunu şu sözlerle ifade eder:
“Ses bir şeyler söyler, bir şeyden bahseder ama aynı zamanda bize başka bir şey gösterir ve nihayet bahsedilen şey gösterilenin altına yerleştirilir. Başka şekilde ifade edecek olursak, kelimeler havaya yükselirken, izlediğimiz yeryüzü giderek daha derine iner.”
İlgi Alanı’nın pastoral dünyasının izleyicileri olarak, duvarın ardında hiç görmediğimiz “ilgisizlik alanının” yakarışları ve silah sesleri, tüten bacaları ve is kokuları, gübre olarak kullanılan ve nehirden akan küllerin karanlık dünyasının duyumsayıcıları olmamızı sağlayan şey tam da bu kopuştan sebeptir. Görüntüler göğe yükselen sesler, kokular ve tensel temaslardan ayrıldıkça, giderek daha derin bir anlama tekabül eder. Höss ailesi aldırışsız, üç maymun oyununu sürdürürken, gündelik hayatın seyrinde kendini açık eden trajedi bize ilgi alanının değil, “ilgisizlik alanının” hikâyesini anlatır.
Bu noktada akıllara Hannah Arendt’in Adolf Eichmann’ın Kudüs’te yargılanma süreci üzerine kaleme aldığı Kötülüğün Sıradanlığı kitabı geliyor. Ancak yönetmenin Cannes Film Festivali’ndeki konferansta da açık ettiği üzere, filmin mesajı yaşamlarımızın olağanlığında kendimizi kötülüğün içinde bulabileceğimizi göstermektir. Bu da demektir ki, Arendt’ten farklı olarak Glazer kötülüğün sıradanlığının değil, “kötülüğün olağanlığının” resmini çiziyor.
Kurgusal isimler yerine tercih edilen tarihsel isim meselesinin de, kullanılan negatif sahnelerin de amacı işte bu üçüncü imle, yani olağanlık mesajıyla ilintilidir. İsimlerin gerçekliği, “Bu bir kurgu değil, gerçek, en az siz tüm izleyicilerin gerçek olduğu kadar!” demektedir.
Höss’lerin küçük kızı dışarıyı izleyerek “Şeker dağıtıyorum” dediğinde, elma dağıtan hizmetçi kızla bir bağlantı içindedir. Bu bağlantıya farkındalık, hatta küçük kızın negatifte hizmetçiyle ortak olduğu bir alternatif gerçeklik diyebiliriz. Bu farkındalık bağı, “kötülüğün sıradanlığı” kavramının, bugün özdeşlik kurmayı olanaksızlaştıran insansız ya da soyut anlamını, özdeşlik kurulabilecek farkındalık haliyle insanca bir anlama büründürmesi hasebiyle önemlidir. Yönetmen, “Yaşanan dehşet karşısında görev bilinci ve ödev ahlakıyla gözü kör olmuş insanların sıradan kötülüğü karşısında hayrete düştüğümüz yeter, şimdi bir de farkında olup da Höss ailesinin bir üyesi olduğumuzu hayal edelim” der sanki.
Geleceğin film şeridi ya da bugünün olağan hali
Son tahlilde, Deleuze’ün sinematografik fikir olarak ifade ettiği şey, Höss’ün çalıştığı ofisin merdivenlerinden inerken başı dönüp kustuğu son sahnede, gecenin ıssızlığına terk edilmiş ofis koridorunda, “geleceğin bir film şeridi gibi gözünün önünden geçmesidir”. Film boyunca (ve birçoğumuzun yaşamımız süresince de) görmediğimiz kamp trajedisini, bugün bildiğimiz haliyle, yani Auschwitz müzelerinin yine “olağan” bir resmiyle gösterir Glazer. Temizlikçiler camları, yerleri siler, her günkü görevlerini yerine getirir ki seyredilecek trajedi, “olağan” bir gün için seyircilerine hazır hale gelsin…
Şüphesiz, “kötülüğün sıradanlığı” kavramının özdeşlik kurmayı güçleştiren bagajının yerine “kötülüğün olağanlığı” fikrini koyarken Glazer bugün Gazze’de yaşananların seyircisi olduğumuz gerçeğini hatırlatmak istemektedir.
Glazer’in hassasiyetinin önünde şapka çıkararak yazıyı Oscar Ödül Töreni’nde yaptığı konuşmayla bitireyim:
“Şu an burada [Gazze’deki] bir işgalle gaspedilen Holokost’u ve Yahudiliklerini reddeden kişiler olarak sizin karşınızda duruyoruz. Bu işgal pek çok masum insan için çatışma getirdi. İster İsrail’deki 7 Ekim kurbanları olsun, isterse halen Gazze’de devam eden saldırılar olsun, hepsi bu insanlıktan çıkarma eylemlerinin kurbanları.”
Önceki Yazı
“İsimler değişse de iktidar mücadelesi hiç değişmiyor...”
“Bir topluluk kendini var etmek için bir yabancıya, bir düşmana, bir ötekine ihtiyaç duyar. Bu duygu onları bir arada tuttuğu ölçüde muhafazakârlaştırır” diyor son romanı Peygamber ile geçtiğimiz günlerde okurla buluşan Okan Çil. Peygamber, kutsal kitaplarda adı geçen karakterler arasındaki iktidar mücadelesini olduğu kadar bir aile trajedisini de ele alıyor.
Sonraki Yazı
Filistin, mon amour (IV):
Filmler ve hikâyeler
“İşgal altındaki Filistin’in sesini çıkarabileceği kanallar da işgal altında. O nedenle, dünyaya ‘yaşananları’ göstermek isteyen herkes kendi tanıklığını bir şekilde kayda geçiriyor. Bugün bunu sosyal medya yapıyor ama ‘anlık’ kalmaması, hikâyelerin bir parça bütünlük içinde anlatılması için de filmler ve belgeseller önemli.”