Yılın Şiirleri ve bir: Taşınabilir Bulut
“Çargıt’ın Taşınabilir Bulut’u Mayakovski’nin Pantolonlu Bulut’u gibi değil. Yıldırım yüklü değil. Seyir duygusunun yumuşak ve dokunaklı esinleriyle gezinen sakin bir bulut türü.”

Yasemin Çargıt
Soruyu (“bu yılın kitabı sizce hangisi?”) yanıtlarken kaçınamadığım bir çaresizlik içinde yazdım bu yazıyı. Bunlardan biri körlük, körleşme. Zamanın zihin, dil, duyum ve zevk damağına uymayan şiire karşı, adeta bir “yaban” duygusu uyandıran şiire karşı hazır bir körlük vardır. Önyargı perdeli körlükse zaten sabit. Bir de “masum” körlük var; habersiz kalmak, istesen de görememek, ulaşamamak. Bu yüzden bazı şiirlerin kaderi Odysseus yolculuğu gibidir. Birgün hangi kıyıya sürükleneceği bilinmez bir yolculuk. Amerika’daki yaban okyanus dalgalarına emanet, Fransa sahilinde Baudelaire’e çarpan bir Poe! “Tersine koşan atlar” denmişti; görülmeyen, dışlanan, itilen ama sahici her şey gibi geri dönen şiirler için.
“Kötülüklerin büsbütün egemen olduğu namussuz bir çağ bu biliyorsun” demişti Cemal Süreya. ‘Kötülük çoğaldıkça ona direnen şiir de çoğalır”, diyordu, kim demiş unuttuğum biri de. Evet ama yayımlananların hiç olmazsa büyük bir bölümüne ulaşabilmek, şairin işini, derdini, direnişini anlayarak (yanlış anlama payını da gözeterek) düşünmek, artık imkânsız. İlhan Berk, ‘bu ülkede benim habersiz kalacağım tek şiir yoktur’, diye övünürdü. Şimdi ne mümkün, bununla övünmek! Şimdi bu yıl kime kör kaldığımı bile bilemeyeceğim. Ama ömrümüz ya erken ya da geç buluşmalar karmaşası değil midir?
Bir insan tutkulu bir şiir okuruysa sevdiği, tutulduğu her şaire borçlanır. Bu tinsel borcu düzyazının dar sınırında birkaç cümleyle karşılamak ne mümkün. Bir de bu tür çaresizlik var. Örneğin geçen yıl yayımlanan, ne yazık ki habersiz kaldığım, geç de olsa borçlu hissettiren şu kitap: aramızdan hayat geçti (küçük harf şairin tercihi). Çiğdem Sezer’in toplu şiirlerine bu yıl bir rastlantıyla erişebildim. Eski güzel zamanların ezgilerine benzer ses ve duyuşları da getiren, bunları bugün için kalkındırıp tazeleyen bir atmosferi var bu toplamın. Tartımlı bir ritimde güncel yaşam ayrıntılarına yönelen, acıya karşı hassas duyuşların ve direnişlerin dramatik gerilimini yüklenmiş bir toplam. Otuz yıl boyunca birikmiş bir lirik akış. Sezer’in imgesel esinleri arasında “gül”ün özel bir yeri var. Kadın oluş halleriyle yoğun, bu demek batıp kanatan dikenlerle bezenmiş zengin bir bahçe var bu toplamda. Bu kısacık değinide şunu anmadan geçemem: “Gözleri Bağlı Güller”. Yalnızca şairine değil her birimize işlemiş korkuyu gülün öyküsüyle buluşturuyor ve soruyor: “ama niye hâlâ korkuyor güller/ dünyanın gözlerine bakmaktan?”
Bu yıl toplu şiirler açısından zengin bir yıl. Örneğin, Emel İrtem’in Turuncu Travers adını verdiği toplu şiirleri. Dili hayli renkli, adeta bohem havalı bir şair İrtem. Aklı ters çeviren, duymaya, düşünmeye kışkırtan dalgalı ironilerin ustası. Kimi zaman parodi, kiminde alegoriyle hem kendini hem de yaşantıları alaysı bir havada, ama daima ölçülü bir teatrallikle yazma tarzıyla örülmüş şiirler. Çoğu parçasında bir daha canlanan “Bir ey!” sesine bir örnek. “Ben her şeye/ geçmişin diliyle sesleneceğim/ yarın yoktur/ beş serçenin kanadına/ beş ev inşa edeceğim/ lâl-ü mekân yoktur/ kühulet çağında bir ey/ bulacağım/dünyayı dolaşacak/ bir evliya bulacağım/ şarap kadehine asma dikmiş/ bir Mecusi bulacağım/ kumdan yapılmış/ bir ayak bulacağım/ o yürüdükçe/ toprak yeniden tasarlayacak beni/ bilirsiniz/ delinin harmanı yoktur”.
“Yeniden tasarlamak”; kendini bir şair olarak yeniden yaratmak ömür boyu şair kalabilmenin temel koşulu. Turgay Kantürk için de mesele bu. 1991’den bu yana yazdıklarının toplamını Külden Gözler’de bir arada okuduğumda yeniden canlandı bu mesele. Bunun şairde nasıl bir ısrarlı çabayla derinleştiğine tanık oldum. Eric Satie’nin yavaş ritimli, nüktesi hüzünlü notalarını andıran bir ritimle yazıyor Kantürk. İç sesin dışarıdakiyle çatışmasından beslenen lirik şiirin, duygu-yoğun, düşünce-yoğun bir icrası Külden Gözler.
Bir başka örnek de Kuşlarım Üşüyor. Aynı meselede Altay Öktem’in otuz yıla yakın ısrarıyla, “ezik bir kuşun kanadını okşar gibi” yazılmış şiirleriyle buluşmak, bu yılın şiirsel müjdelerinden biri. 80 sonrasında, zamanın amorflaşmaya zorladığı toplumda yaşarken duyduğu öfkeyi, kederi, isyanı, kiminde sert sesli, kimi zaman iç çeken bir kederle, kiminde ironiyle deneyimlemesini topluca okumak az şey midir, şiire tutunanlar için?
Bir de “taze” kitaplar var; örneğin, Elçin Sevgi Suçin’in 51. Bölge'si. Dünyanın can yakan bütün sorunlarını kendi sorunuymuşçasına duyumsayan Suçin’in, doğallıkla coğrafyası zengin izleği, bu kitaptaki şiirlerde daha da çeşitleniyor. Şair kadınların (ya da kadın şairlerin) sesi bu yıl da güçlü ve kanatları daha da geniş. Elçin Sevgi Suçin, yeni şiirlerini ilgiyle beklediğim bir şair.
Bir başka sürpriz: Ne zaman okusam, uzak ve yakın zamanların, durumların, bağlamların imlerini çarpıştırıp taptaze bir söyleme dönüştüren, her biri şaşırtıcı dizelerle kurulu şiirlerine her zaman ilgi duyduğum Serdar Koçak’ın iki kitabı birden geldi bu yıl. Evvel Zaman İçinde ile Atıfet Hanım ve Yonca’nın Bekası. Serdar Koçak’ın şiirimizdeki hakkı bence henüz yeterince teslim edilmediğini de not etmeliyim.
Yavuz Yıldırım’ın “Suyun ve Sükunetin Kitabı” bu yılın sürprizlerinden biri. Çünkü, ilk iki kitabından sonra, uzun yıllar seçtiği sessizlik sürgününde yaşayan bir şair ses veriyor. Önceki bir şiirinde yazdığı gibi (“utanmaz şamata”dan uzak durmaya çalışan şair), yirmi üç yıl sonra çekildiği köşeden nihayet ses veriyor. Şule S. Çiltaş’ın bu kitap hakkında K24’te yazdığı kapsayıcı yazıya bir iki cümle ekleyebilirim sanırım. (Cemal Süreya olsaydı “şu da var” diyerek başlardı söze.)
Yavuz Yıldırım; gençliğinden bu yana şiire kayıtlı. Ne kadar görünmez olsa da şiir çalışması bir ecza işlevi onun için. “bir susma biçimi alır ağzım, kapanır/ bütün kapılar bir süre kapalı kalır söz, benim eczam” demişti şiir için. “Yalnız aşkı vardır aşkı olanın” demişti Cemal Süreya da. Bu özdeyişten ilhamla, ‘yalnız şiiri vardır şair olanın’ demek yanlış olmayabilir. Ama bu çılgın atın sırtında yaşamak kolay değildir. Şair için ilaç tektir. Çok ilaç yok ilaç anlamına gelebilir. Gençliğini devrimci mücadele içinde geçirmiş Yıldırım’ın çöküntülü dönemde kendi sağaltımını gene şiirde bulduğu bu kez de hissediliyor.

Bu kitabında da “su”, şairin besleyici imgesi. Bir önceki kitabının adı da Su, Ölen bir Yağmur'du (2001). Ateş, toprak, hava, su gibi dört temel element için “imgeleyici güçler” demişti, şiir-sever filozof Gaston Bachelard. Yavuz Yıldırım, Bachelard’ın, “imgelem birliği” diye nitelediği, şairde bir tutarlılık olarak gördüğü şeye verdiği önemin örneği bir şair. Bu kez Suyun ve Sükunetin Kitabı’nda “suyun inişe geçti yer”den ses veriyor: “Kendi eski hikayemi damıttığım anlaşılsın diye/ görkemi suya düşen bu fikrin altını ben çizdim /dalganın şiddetinden bir şeyler uman sükuneti / yaprakları eğiten kuşlara havale ediyorum.”
Bu yıl için anmaya değer bulduğum daha birçok şairin kitapları var. Örneğin Adnan Caymaz’ın Gölgeler ve Küller'i, Mehmet Sait İmret’in İnsanı Çıkar Aradan'ı, Mete Özyılmaz’ın Kangren'i, Erkut Tokman’ın Solucanlar ve Rapunzel’i, Nilüfer Altunkaya’nın Unutmak Uzun Sürsün'ü, Gökhan Demirci’nin Kıyı’sı, Aytekin Karaçoban’ın Yarattığım Gerçeğin Yalancısıyım'ı. Hepsi bu mu? Mümkün mü? Elbet, kötülük çoğaldıkça şiir de ona karşı direnerek artacaktır, artıyor. Kötülük batağının çiçekleri midir şiir, Baudelaire’in seslenişinden bu yana bu uygarlıkta şairin derdi hiç değişmedi mi? Yoksa hiç değişmez mi?
Bu yılın asıl müjdesi saydığım bir kitap var. İki bin yılı doğumlu Yasemin Çargıt’ın Taşınabilir Bulut'u. Okurunu yakından bakmaya zarifçe çağıran bir ilk kitap. “Gençler şiiri sevmiyor” diyordu Serdar Koçak, “bu bir tasarlantı söyler misin/ akşamlarda sırtüstü hiçbir şey /olmaz söyler misin?” diyordu. Çargıt, beni şaşırttığı gibi umarım Serdar Koçak’ı da şaşırtabilir. Genç şair elbet kötülüğü biliyor, ama vurup geçmeyi seçiyor ve her şeye rağmen kendi şarkısını söyleyerek bakıyor kötülük tarihine. Emel İrtem’in bu kitap için yazısındaki vurgu da buydu; şairin zamanı panoramik kullanışındaki kıvraklığa dikkat üzerine. Kastettiği sanırım şu: Çargıt, eski kurban öykülerinden başlıyor “adalet” duygusunu sorgulamaya. Kronos’tan bu yana “celîl” ve “kâbit” tanrıların yalvaçlar eliyle icra edilmiş kurbanlarını anıyor. Âdem ile Havva için kurulan ilk mahkemeden başlayıp “açılan ticaret yollarında dağılan insanlık”tan işaretlerle gelişiyor, bu bulut yüklü şiir. Şiirde zaman hem geri gidiyor hem ileri; bu sarkaç içinde tarih ve insan hallerinin bugün artık fabla dönüşmüş hikayesini buluta teyelliyor şair. Kendi fabl tarzı söylemini mutlaka bugüne getiriyor. Eski fablların her biri zaten ve çoktan parodik bir bahane değil miydi şiir için. Bu geniş zamana, genç şairin ilk kitabıyla üstlendiği seyir, sözcüklerin zaman içinde ağırlaşan anlam ağına kapılmaksızın geziniyor. Rüzgârı denetimli, uzak yakın bağları zorlamasız nakışlarla işliyor.
Bilinir; bulut imgesi Mayakovski’ye kayıtlıdır. Ama Çargıt’ın Taşınabilir Bulut’u Mayakovski’nin Pantolonlu Bulut’u gibi değil. Yıldırım yüklü değil: “kanlı bir yürek parçasıyla tedirgin edeceğim, /dalga geçeceğim, geberesiye küstah ve zehir dilli” diyordu, dünyayı on günde alt üst eden devrimin şairi. “Sarı kazaklı şair”in gürlek sesi yok; şimşekli, yıldırımlı değil dizeleri Çargıt’ın; bulutları toplayıp birden indirmiyor yeryüzüne. Seyir duygusunun yumuşak ve dokunaklı esinleriyle gezinen sakin bir bulut türü. “Yaz kızım, biliyoruz/ bir mağaraya tersinden giriyoruz/ Işığı karşımıza alıp yürüyoruz” (…) yeniden dağılıyoruz dünyaya”. Her an yer değiştirme yeteneğine sahip bir zamane göçebesi gibi. Geçmişin ve bugünün simgelerini zarif bir imgesel hamleyle kuran bulutsu bir örme biçimi. Besleyici, esinleyici imgesini yaşantılara teğellemeyi özenle gözeten bir kuruluşu var. Dağılmayı da biliyor, toparlanmayı da. Bulutların doğruluğu ya da yanlışlığı değil, varlığı konu; çeşitlerinin, cinslerinin, türlerinin insan hallerine benzerliği ve benzemezliği konu. Bukle saçlı, kuş tüylü, at yeleli; yayılmış, uzamış, yassılmış, düzleşmiş; sisi yoğun ya da yağmur yüklü, dolu yumrulu, kar biçimli; ve daha sayısız biçimlere bürünebiliyor.
Ergin Günçe şiirinde bulduğumuz kasıtlı naifliğe dair örnekleri de zengin: “Havalar ısındığında krallar hep Meksika’ya uçar/ Suyum biraz ısındığında ben hep Meksika’dan söz ederim /Hayır çöle falan gönderme yapmaya çalışmıyorum /Büyük sahra demiyorum, Atakama diyorum Atakama/ Birgün kelebekleri öldürmenin de cezası olacak/ Hayvan hakları yasası meclisten geçer geçmez /Bütün koyunların katili İbrahim’e çok ağır cezalar vereceğiz / İshak’ın söylediğine göre İbrahim ona bir baba,/Dünyada milyonlarca koyun ve Tanrıya bir can borçlu /Tanrı’nın söylediğine göre biz ona bir iltifat /ve her yıl bir koyun borçluyuz /İbrahim bir şey söylemiyor /Yine de biz İbrahim’e bir oğul ve bir tanrı borçluyuz.”

Kitapta 13 uzun şiir var. Şiirlerin her bir parçası kendi başına da okunabilecek bütünlükte. (Nâzım’ın da kendi şiiri için özendiği de buydu: “İstiyorum ki parçalar bağımsız da okunabilsin”.) Meksika’dan İbrahim’e, Atakama çölünden Yusuf’a, ama daima bugünün atmosferine uğruyor Çargıt’ın portatif bulutları. Maden işçisi olduğunu şiirden anladığımız (“Kış Güneşi”) babanın kazdığı kömürün isi de var bulutta, ilk kez etek giymiş bir genç kızın tüylerinin ürperişi de (“Yol Yokuş”):
Anımsadın mı?
Ne güzel bir yazdı
Tüylerini yarı alamadığım bacaklarımla
İlk kez dizlerimden sarkmayan bir etek giymiştim
Herkesin yerine dönüp dönüp kendime bakmıştım
Bacaklarım ne kadar çıplak
Bacaklarım ne kadar da çok
Kapılar ne kadar da aynalı
Çok sonra seninle çırılçıplakken bile
Bu kadar soyunamazdım.
Bir şeyi her şeye, her şeyi bir şeye, bir ânı bütün zamanlar içindeki biricikliğe dönüştüren imgesel göçebelikle biçimlenmiş bu şiir bulutu, bundan sonra nasıl seyredecek? Örneğin, inip yeryüzüne bir sele dönüşme düşü var mı bu bulutun? Ece Ayhan’ın haritasındaki (etkilendiği şairlerden biri) “devletin ve tabiatın ortak ve yanlış sorusu”na maruz kalan Maveraünnehir, nereye doğru akacak? “Solgun bir halk çocuklarının ayaklanmasının kalbine” mi? Yoksa yeraltına mı inip kaybolacak? Şair, bu ilk kitabın parlaklığına yenilmezse, ondan yeni sürprizler göreceğiz. Umuyorum, inanıyorum.