“Yıl kitapları örmüyor, kitaplar örüyor yılı.”
“Baydar, Erözçelik, sonradan Komet yeni bir anlayışı denediler. Gitgide küçülen harflerle büyük bir şiir yazdılar. Türk şiirinde çok tartışılan (galiba her çok tartışılan konu gibi yeterince anlaşılmayan) yerleşik imge kavramına da bir karşı-çıkıştı yeni öneri. İmgenin reddinden bahsetmiyorum, hele Baydar şiirinde hiç; fakat imgeler bu defa bir anlatının araçları değil, kendisidir.”
Sami Baydar
K24’ten bu yılın bende öne çıkan kitaplarıyla ilgili soruşturma notu geldiğinde, listeleri seven, hâlâ acaba bir kitap var mı gözümden kaçan diye heyecanlanan birisi olarak, yurtdışında yayınlanan gazete ve dergilerin 2023 seçkilerini okuyordum. Her yıl karşılaştığımdan farklı bir şekilde bu yıl çok kitap var ama bende iz bırakan kitaplar geçen yıllara nazaran daha az. Üzücü. Siyaset bilimi, görsel ve yazınsal kuram alanlarında, edebiyatta ve görsel sanatlar dünyasında çıkan kitaplara bakıyorum. Bu mecraların hepsinden birer yapıt seçebilirim. Ama ansızın kendime bir özgürlük tanıdım ve sadece iki kitap üstünde kalmak istedim.
Bunların ilki, geniş bir parabolün içine oturtacağım, 160. Kilometre’nin yayınladığı, Sami Baydar’ın Dünya İnancı isimli tüm şiirleriyle yılın son günlerinde yayınlanan Dünyada İlk Kez başlıklı tüm öyküleri. K24 bizden ilk kez bu yıl yayınlanan yapıtlar hakkında yazmamızı istedi. Şiirler toplu olarak daha önce 2012 yılında yayınlanmıştı. Öyle bakılırsa ‘yeni’ bir kitap değil ama elbette bu yanlış bir değerlendirme; gerçekten yeni bir kitaptan söz ediyorum. Her şeyden önce toplu şiirlerin ilk baskısındaki düzen tersine çevrilmiş. Sondan başa düzenlemiş Baydar’ın şiirlerini, son zamanların en ilginç şiirlerini yazan Ahmet Güntan, editör olarak. Başlı başına bir iştir, şairi bütün şiirleriyle birlikte fakat ‘tersinden’ okumak.
Sami Baydar 2012’de Merzifon’da öldü. Güntan’ın kitabın başına yazdığı ‘Sami Baydar’ı Gerçekleştiren Geri Çekiliş’ isimli kısa ama çok önemli saptamalar yaptığı yazısında vurguladığı gibi, şair 1990 yılında Güzel sanatlar Akademisi’ndeki resim öğrenimini de tamamladığı, sergiler açtığı, bienallere katıldığı, ilk şiir kitaplarını yayınladığı İstanbul’dan ayrılıp doğduğu kente, Merzifon’a döndü. Güntan bu ayrılışın nedenlerini bilmediğimizi, muhtemelen bir bilen olduğunu ve bize uzaktan bakıp gülümsediğini yazıyor. Daha da çarpıcı şey söyleyerek, ayrılışa tanıklık edenlerin, bizlerin diyor, bu dünyadan ayrılmasından sonra nedenler şekil değiştirecek ve başka anlamlar kazanacaktır. Şimdilik, daha bir süre, bu denişik (sözcüğü Güntan ‘queer’ karşılığı kullanıyor) şairin (‘ozan’ değil(!)) büyük kentten ayrılış nedenlerinin, gerekçelerinin kapalı kalmasının yararlı olacağına işaret ediyor. Evet, mutlaka öyle olmalı, öyle kalmalı. Yine de bir nedeni bizzat şairin kendisi belirtiyor, mektuplarında yazıyor, ‘hastalandım, babam gelip beni aldı’ diyor. Babası da YouTube’da kendisiyle yapılan görüşmede bunları anlatıyor ama o ‘neden’ hakkında, hayır, bir şey söylemiyor. Güntan, ‘Merzifon muamması’ diyor bu gizeme.
Kısacası, bu dünyadan gelip geçmiş bir şair var. Güntan’ın kavrayıcı yazısının ikinci vurgusuna da değinerek ilerleyeyim. Güntan, bu geri çekilişin, İstanbul’da çiçek açmak üzere olan bir şairin kendisine doğru yürümesi olduğunu düşünüyor. Geri çekiliş, Baydar’a, ‘kendine varış’ı getirmiştir. Müthiş bir saptama bu. Şiir âleminde benzeri durumlar vardır. Bazı şairler, tüm şairler biraz denişiktir, büyük kentten çıkar ve geriye çekilir. Fakat her örnek tekildir. İlhan Berk Bodrum’da yaşadı. Ama Bodrum’da bu büyük şair kendine çekilmedi. Büyük kentte yaşar gibi yaşadı. Bodrum onun şiirine taze imgeler ve boyutlar kattı ama bir tür içten dışa genişlemeden söz ediyoruz, kendine varış’tan değil.
Güntan’ın bahsettiği ‘kendine varmak’ durumu kuşkusuz varoluşsal bir durumdur ve içten dışa bir genişlemeyi değil, dıştan içe doğru bir genişlemeyi (yoksa ‘daralmayı’ mı?) ön-gerektirir. Bir tür, implosion’dan söz ediyoruz, içe patlamadan; explosion’dan, dışa patlamadan değil. Ama bir içe çöküşten, écroulement’dan söz açmıyoruz; belki affleurement – dışa vurmak, toprağın üstüne çıkmak... Yine de tam emin değilim. Baydar’ın kendine varışı bir dışavurum yoluyla mı gerçekleşmiştir, içe dönüşle mi diye sorulursa şu yanıtı veririm: Kendine varış, baştan beri ketum olan bu şairin, genç şairin, gitgide daha da ketumlaşması, sözünü damıtması, sürekli olarak bağlamdan koparması, tekilleştirmesi, hatta yalnızlaştırması olarak tezahür ediyor. Ama ortada bir farklı gerçekliğin olduğu belli.
Şuna da değineyim; gerçekten ciddi bir konumdan söz açıyoruz, çünkü taşraya dönüş, bulunulan pozisyonun terk edilişi Rimbaud’da bir tahammülsüzlük olarak tezahür eder. O kadar ki, şair şiiri bırakacaktır. Yoksa şiir mi onu bıraktı da Rimbaud başını alıp gitti; niçin olmasın? Buradaki espri, gittiği yerde insanın ne yaptığıdır. Öyle bakınca Baydar, Güntan haklı, kendine varmıştır. Öylelikle de 1990 sonrası şiirin en önemli halkalarından biri olmuştur. 2012’ye kadar yayınladığı kitapların, bu uzaktan yazan şairin şiiri kimi ne kadar etkiledi bilmiyorum. Kendisiyle görüşme yapan bazı şairlerin dikkat dairesi içinde kaldığı belli ama bu dikkatin nereye açıldığını, dönüştüğünü bilmek ayrı bir konu.
O şiirin bir yere açılması gerekiyor muydu sorusuna verilecek cevabın öznesi muhakkak ki Baydar değildi. Baydar ‘işini yapıyor’, şiir yazıyordu. Otobiyografik özellikler de taşıyan öyküler yazıyordu. Ama ne kadar uzakta bulunursa bulunsun, tüm uzaklığına (belki umursamazlığına) rağmen, Baydar şiir alanının bir parçasıydı ve şiir alanı da onu kendisine ait bir parça olarak görüyordu. Kısacası, bir şair sadece kendisine ait olamaz. Salt kendisiyle kalamaz eğer şiir yayınlıyorsa. Baydar da ölene kadar şiir yayınladı. Demek ki onun şiire ve dünyasına, şiir dünyasının da ona ihtiyacı vardı. 2023’ün son ayında elimize gelen, önümüze düşen bu kitap bana işin o boyutunu düşündürdü: Neydi o ihtiyaç? Elbette yeri burası değil fakat cevabım bellidir: Sami Baydar, daha çok da resimden getirdiği bir anlayışla, Türkçe dilinde yazılan şiirin 1990’larda başlattığı ve bana göre bugün devam eden ama pek dikkat çekmeyen, nispeten ‘aykırı’ diyeceğimiz ‘o’ şiirin ipuçlarından biridir.
O şiir, 1990’larda başlayan ve çok ‘hastalıklı’ bir anlayışla gelişen ‘eski şiirin rüzgârıyla’ yazılmış şiire de, anlatımcı, lineer, bir kozmogoniyi kendisine ait elemanlarla tanımlayan gidimli (discursive) şiire de tepkiydi. Bazı eski şairlerin muhafazakârlaştıkları oranda sığındıkları bu güvenli eski şiir anlayışı sadece bir parodiydi. Kimse Yahya Kemal değildi ki, onda bulunan tiyatrosallık bile başlı başına bir problemken, nerede kaldı bahsettiğimiz şiirin daldan bükme tarzı! Baydar, Erözçelik, sonradan Komet yeni bir anlayışı denediler. Gitgide küçülen harflerle büyük bir şiir yazdılar.
Modernist şiirin Eliotçu damarına hayran olmamak ve ondan etkilenmemek olanaksızken, hatta öyle bir şey düşünülemeyecekken, yeni grubun hamlesi belki kendilerinin de yeterince ayırdında olmadığı bir tutumu ortaya koydu. Bu damar sonra Güntan, şimdi 160. Kilometre şairleri tarafından sürüldü. Daha da zorlayarak söylersem, Türk şiirinde çok tartışılan (galiba her çok tartışılan konu gibi yeterince anlaşılmayan) yerleşik imge kavramına da bir karşı-çıkıştı yeni öneri. İmgenin reddinden bahsetmiyorum, hele Baydar şiirinde hiç; fakat imgeler bu defa bir anlatının araçları değil, kendisidir. Zaten şiiri yenileyen unsur da budur, imgenin tekilliği.
Şiir, dünyanın, başka bir zihinle ve dille olsa bile, fizik ve geometrinin yaptığı gibi keşfi, yeniden tanımlanmasıdır. Fizik de, geometri de dünyayı keşfeder, ona içkin yasaları bulur; matematik onların ifade aracı, dilidir. Nasıl fiziğin ve geometrinin kendi içinde doğru olan teoremleri kaybolmazsa, şiirin teorema’sı da yitip gitmez. Bir kere daha öyle oldu. Bu şiir de kendi yolunu açtı ve gitgide bir isyan şiirine dönüştü. Hayır, isyan!
İlginç olanı daima şudur: Bir şiirin izleği, eğer güçlüyse, aynı doğrultuda izlenmez. İzlekler yeni oluşumlara olanak sağladığı ölçüde güçlüdür. Baydar’ın şiirinden gelen etki de bugün başka perspektiflerde gelişiyor. Sürüyor o şiir kısacası. Çok zengin, kalabalık, verimli, üretken ama umutsuzca eleştirmenini arayan şiir (çünkü kitap yayıncılığı daha yürüyecek çok yolu varsa da sanayi olmaya evriliyor; onca kitapla, Ataç gibi, ceketin ceplerinde taşınarak iletişim kurulamaz) bugün Baydar’ı soğuruyor, fakat çok farklı bir tandans’ta veya tandans’la. Gerçekçi bir şiir değil bu ama gerçek bir şiir. Kendine dönük olduğu için de kendinden uzak.
Kitabın ikinci önemini de orada görüyorum. Enver Ercan’ın Yasakmeyve yayınevinden sonra (ve onun iç sorunlarından çok farklı biçimde) 160. Kilometre şiire müthiş bir emek veriyor. Şiir direnirse kazanacak diyor. Bu deyişi ayrıca ele almak gerek. Çünkü, ‘kazanacak’ demiyor ucuz bir şekilde, ‘direnirse kazanacak’ diyor. O da bilmiyor kesin sonucu, sadece bir şart belirtiyor ve o yönde ilerliyor. Müthiş olan da bu! Kazanırsa ne olacağını bilmiyoruz ayrıca. Bu da müthiş!
Bugün şiir neye tekabül ediyor, toplum bilincinde nereye oturuyor, nasıl bir yer tutuyor sorularını tartışmak gerek. 160. Kilometre’nin tüm kuşkulara rağmen şiirde direnmesi, yeni bir damarı sürmesi, sürdürmesi çarpıcı. Daha önce de Seyhan Erözçelik’in tüm şiirlerini bastılar. Devam eden, bana göre şiir söylemine (kesinlikle ‘discourse’ karşılığı olarak kullanıyorum) çok önemli katkılar getiren şairlerin yapıtlarının yanında Baydar’ın kitapları bize yeni perspektifler açmayı sürdürüyor. Artık 30 yılı geçmiş şiir bilincinin, ne demeliyiz, post-post-modern kavşakları oluyor. Kısacası yayınevi odaklı, şair merkezli bir seçimi tercih ediyorum.
İkinci kitaptan da söz edeyim; o da bir çift kitap. Orhan Koçak’ın Romanın Kaygısı (Metis Yayınları) ve Virgül Yazıları (Everest Yayınları).
Romanın Kaygısı, Koçak’ın bazı romanlar hakkında yazdıklarını içeriyor. Son yirmi yılda üzerine eğildiği romanlar bunlar. Görece genç yazarların metinleri. Behçet Çelik’ten Ayşegül Devecioğlu’na, Seray Şahiner’den Mehmet Erte’ye, Aslı Erdoğan’dan Pınar Öğünç’e uzanan bu yazarlara bakarken Koçak’ın sürdüğü, bir hayli de çetrefil olan bir izlek var, girişte onu açıklıyor. Hayli karmaşık bu sorunsal, ‘romancıdan önce oraya varıp, onu orada çoktan şekillenmiş olarak bekleyen bir konuyla uğraşma ihtiyacı, zorunluluğu, zorlaması’. Koçak bu meseleyi modernleşme bağlamında ele alıyor ama ‘modern’ romancının bugünkü konumunu biçimlendiren, bir anlamda bugünün modernliği üstünde düşünüyor.
Bugün yazan kişi kimdir ve ne yazmaktadır kadar nasıl yazmaktadır sorusu var kitabın temelinde. (Geç) kapitalizmin getirdiği bir sonuç bugün romancının konumu, Koçak’a göre ki, karşı çıkılacak bir iddia değil. Mesele o konumun romancıyı nasıl etkilediği, daha doğrusu yönlendirdiği, hatta biçimlendirdiği. Özsel bir problemden mi söz ediyor, bir teknik sorundan mı? Koçak’ın diğer izleği bu soruda düğümleniyor. Romancının ‘hazır’ bir malzemeyi, hatta bir ‘söylemi’ kullanması. Hazır referansları hem duyumsatmak zorunda olması hem de onları belli bir denge içinde ve rekabetçi bir anlayışla kullanması. Ve bu bağlamın ‘çağının yazarı’ olarak romancıya getirdiği kısıtlamalar ve özgürlükler.
Romanın/romancılığın böyle bir kavramlaştırma veya olguyla etkileşime sokulmasının önemi, hatta romana getirdiği boyutlar, ondan kurguladığı meta-anlatı kuşkusuz önemli. Koçak da o bileşkeleri dikkatle, derinlemesine, büyük bir nüfuzla çözümlüyor. Ama hepsinden öte, 21. yüzyılın ilk çeyreği tamamlanırken, romanın bir vak’a olarak ne ifade ettiğini, işlevini, dolayısıyla da ontolojik meselelerini sorguluyor Koçak. Kurduğu problem düşündürücü. Ana mesele ise Koçak’ın niye böyle bir ‘problem’ kurguladığı.
Gerçekten de 21. yüzyıl romancısının konumuna ilişkin, meselenin bağrını yaran bir soruyla ve bağlı saptamalarla ortaya çıkıyor. Böylece de bugün(kü) roman nedir, romanı niçin okuruz türünden sorunlara, bu tür yazılarda görülen dağılmaya hiç düşmeden, hiç popüler kültürün (ve ‘vulger’ sosyolojinin) sularına girmeden, çok kuvvetli tespitlerle, işaretlerle ilerliyor. Anglo-Sakson yazınbilim çalışmalarında, mukayeseli edebiyat tezlerinde görülebilecek bu yöntembilimin, çeşitli metinlerin bir temel problem etrafında ele alınması diyelim, Koçak’ta kristalize olması, eleştirel söylemin bir temel tezle bütünleşerek farklı romanlara eğilmesi, bizde pek karşılaşılan bir durum değil. Tezlerin bile tezinin olmadığı bir dönemde tutumun değeri daha da öne çıkıyor.
Böylece tanıdığımız, tanımadığımız romancılardan müthiş çıkarsamalar yapıyor. Tanıdığım tüm önemli eleştirmenler gibi ihmal edilmiş, yok sayılmış, klişeleştirilmiş, genel geçer yargıların üstüne gidiyor, düşüncesini o perspektifte öneriyor. Şunu ekleyeyim: Kitap bir bütüncül perspektifin içinden yazılmış, farklı vakitlerde kaleme alınmış yazılardan oluşmuş. Bu ‘konstrüksiyon’ bağlamına mukabil Koçak’ın ‘sökme’ faaliyeti önde. Çözümleme başka nasıl olacak? Son bir nokta, Koçak’ın bir meseleyi irdelerken çok uzak gibi görünen, akla hiç gelmeyen yataklardan örnekler derlemesi; müthiş ufuk açıcı!
Aslında Koçak’a başka bir bağlamda değinecektim: 2023 yılında bana en çok okuma zevki veren, merakla, ilgiyle ve dikkatle izlediğim edebiyatçı Koçak oldu. Epey verimli olduğu bir yıldı; peş peşe K24’te ve Birikim’de yazıları çıktı. Edebiyatın eleştirmene ne kadar ihtiyaç duyduğuna yukarıda değindim. Koçak’ın roman üstüne çalışmasını ne kadar önemli buluyorsam, şiir hakkında yazdıklarıyla da başka bir düzlemde bulunduğunu belirtmek gerekir. Bu yıl şiir-meteoroloji ilişkisini ele alan, Necatigil’e eğilen yazılarını okuduk, K24’te ve Birikim’in internet sitesinde. Yavaş yavaş, dikkatle, sağlam adımlarla ilerleyen bu yazılarda Koçak’ın önemli bir saptaması var: Şiir üstünde düşünmeyi şiirden çok seven yazarlardan söz ediyordu. Şiire ve şairlere bunca nüfuzla eğilmesinin altında yatan gizi budur. Yanılmayalım, Koçak da seviyor şiir üstüne düşünmeyi ama şiiri kurban etmiyor. Şiirin şiir haline bir katkı getirecek çabayı sürdürüyor, düşünceye şiiri araç edinmekten kaçınıyor. Ancak içeriden bakarak gelinecek bir nokta bu.
İkinci kitap, Virgül Yazıları, Koçak’ın yayınladığı etkili eleştiri/kitap/düşünce dergisinde yazdıklarını bir araya getiriyor. Virgül kitap-eleştiri dergisiydi. 1997-2009 arasında yayınlandı. Kapanması gerçek bir kayıptı. Nedeni, Koçak hakkında söylediklerimin, yani Koçak’ın temel tercihlerinin yansıdığı bir mecmua olmasıydı. Bugün K24 o boşluğu dolduruyor, o gelenekten türüyor.
Koçak’ın Virgül’deki yazılarının toplanması her bakımdan önemli. Sadece üstünden zaman geçtikten sonra eleştiri, deneme ve değinileri okumanın getirdiği yeni perspektifler bile başlı başına bir olgu. Aradan zaman geçmiş. Yine de yazılar geçerli saptamalarını içeriyor ki, bazı yazılar zaten doğrudan saptamalar olarak sivriltilmiş. Koçak’ın kitabı eleştirinin, öte-dil olarak doğrudan dilin kendisini de başka bir düzeye taşıyor.
Yıl kitapları örmüyor, kitaplar örüyor yılı.
Önceki Yazı
Orhan Veli’nin Ankara’daki İzleri
“Tolga Aydoğan’ın bu yıl yayımlanan kitabının çarpıcı yönlerinden biri, Orhan Veli’yi bir Ankara sanatçısı olarak bize tanıtırken, Cumhuriyet’in ilk yıllarında Ankara’nın kendisinin de ne kadar plastik, değişken bir şehirleşme laboratuvarı olduğunu göstermek. Benim için 'Su Perileri'nin adı 'Su Perileri' değildi, Tandoğan meydanındaki havuzun heykeliydi; asıl yeri, hep olması gereken yer Tandoğan meydanıydı; oysa...”
Sonraki Yazı
İki kitap ışığında Amerikan ulusları teorisi
“Woodard’ın Garreau’dan devraldığı haliyle uluslar teorisi esasen bir Lebensraum kuramıdır: Uluslar belli coğrafi alanlar üzerinde egemen bütünlerdir. Dolayısıyla, gayri mülki ulusların var olma ihtimali yoktur. Siyahların tali bir ayrıntı, diğer Doğu ve Güney Avrupa göçmenleriyle birlikte Yahudilerin kapanmış defter olarak görülmesi ve çabucak denklem dışına itilmesi bunun sonucu.”