Yeşillikler için serin ortam…
“Mahmut Temizyürek’in şiirini sürdürülen bir tazelik deyimiyle tarif edebiliriz; tersinden söylersek, en başta çok hissedilmeyen ama son yirmi yılda daha belirginleşen bir bayatlama korkusu yön vermiştir bu şiire.”

Kitabın kapağından çeşitleme (Orijinal illüstrasyon: Tijen Burultay)
Buzulmelek’in sadece ana fikrini değil, tekniğini de kitabın ikinci şiirinin başlığı tek sözcükle özetliyor: “Askıda”. Hiçbir şey kesin ve nihai değildir; yargılar, olaylar, süreçler, yapılar tam sona ermeksizin askıya alınmıştır, hatta bazen sadakatler bile. Şu dizeler, şiirsel bağlılıklarla ilgili “Şairlerin Kısa Tarihi”nden (italik orijinal):
Her pınar başında bir aşk bulurdu
Karacoğlan gibi gezgin şairler
Hayli zaman gömülerde yaşadı
Simgelerle akıl bozan şairler
Boş şehirler, kaldırımlar, loş evler
Sokak lambasında nâzan şairler
Aldanma ki şair sözü yalandır
Nasları putları kıran şairler
Gelmez oldu, kayıp mıdır o güzel
Hakikat söyleyen aman şairler

Buzulmelek
Everest Yayınları
Mayıs 2024
88 s.
Beyitlerin konvansiyonel, zarif ve şakacı tonu, “o güzelin” artık sahiden gelmez olduğu gerçeğini yumuşatır ama gizlemez. Nedir gelmeyen, bütün bir şiirsel esin ve vaat evrenini simgeleyen pınar başı güzeli mi, yoksa edebiyat-dışı, tarihsel veya düpedüz siyasal bir etken mi, “Ya urgan ya da zindandı bedeli / Hakikat isyanda! yazan şairler” beytinde hissettirildiği gibi? Fuzuli’nin italikle (ve bir sözcük eksiğiyle) aktarılmış dizesi, olanca çift-anlamlılığını gerçekleştiriyor burada.
Mahmut Temizyürek’in şiirini sürdürülen bir tazelik deyimiyle tarif edebiliriz; tersinden söylersek, en başta çok hissedilmeyen ama son yirmi yılda daha belirginleşen bir bayatlama korkusu yön vermiştir bu şiire. Bu tanım yeterince özgül bulunmayabilir, bütün iyi şairlerin zaten bunu yaptığı, böyle yapmak zorunda olduğu söylenebilir. Tam katılamıyorum bu itiraza. Herhangi bir eskime, bayatlama tasası duymadan yoluna devam etmiş güçlü şairler gördük modern çağda, Kavafis gibi. Öte yandan, tazeliğin yenilik ve icat tutkusuyla aynı şey olmadığını, hatta bazen deneyselciliğin de çok cansız ürünlerle sonuçlanabildiğini biliyoruz. Öyle ya da böyle, Temizyürek’in şiirlerinden çoğu zaman “şaşırtma çabası” olarak görülemeyecek bir tür “tazelik dikkati” izlenimi aldık.
Burada özgül olan şudur sanıyorum: Temizyürek şiire 70’li-80’li yıllarda başlayan kuşaktandır ve bu kuşak, büyük kısmıyla, kendinden önceki ve sonraki kuşaklardan farklı olarak, en hızlı yorulan ve tekrardan (başka deyişle, klişeden) korunmayı başaramayan kuşaktır.[1] Şimdi, bütün iyi şairler gibi Temizyürek de tazeliğin birinci koşulunun tazelikte körü körüne ısrar etmemek, en azından kendi döneminin şiirine musallat olan yorgunluğu bilerek davranmak olduğunu anlıyordur. Tazelik ancak ikinci dereceden, dolayımlanmış bir tazelik olabilir bu durumda: lirizmden, duyuşun tazeliğinden çok, veya en az onun kadar, düşüncenin ve tekniğin tazeliği. Ve mesafelerin, boşlukların kabullenilmesi. Yeşilliklerin ancak serin bir ortamda korunabileceğini bilmek. Temizyürek’in bu kitapta –ve her yerde– konuştuğu şairlerden Cemal Süreya’nın modern şiirin birkaç zirvesinden biri olan “Yırtılan İpek Sesiyle” parçasında yaptığı türden, peyderpey, usturuplu bir soğutma (umarım kendisiyle ilgili bir yazıda başka bir şairden alıntı yapılmasına kızmaz Temizyürek):
Yeraltı suları bir sebzelikten geçer gibi tatla geçiyor cesetler arasından; alaca bir çabayla maden damarları arasından; boğazlanmış hazine şehirlerinden; akasyaların, başıbağlı söğütlerin, telaşlı katırtırnaklarının, mis keçilerinin, ağırlıklı merinosların altından. Serinliğim duyurmayın anama. Hep “ateş, tutuş, yan” diye bildi bizi; karışmasın aklı fikri. “Diyordu peder”
yırtılan ipek sesiyle;[2]
Temizyürek’in kitap adı tam da böyle bir soğutma çabasının ifadesi: Buzulmelek: şefkatin, aşkın, mucizenin, yücelmenin, doğum ve ölümün ve evet, Rilke’nin ve Orhan Pamuk aracılığıyla bütün bir modern ve postmodern edebiyatın meleği, ama burada buzdolabının sebzeliğine, hatta belki derin dondurucusuna indirilmiş.
Yargıların, sonuçların, inanç ve bağlılıkların –korumak için bile olsa– askıya alınmasından söz ettik. O şiirden parçalar okuyalım:
Ölüm kolay kolay ya
sonrası çürük askı
kayıyor yazı
dilsiz ırmağa
okumak hayli bela
harfler cim, ha, hı
noktalar vay işte,
işaretler askıda
Ölüm de kesinliğini, güvenilirliğini ve “sağlamlığını” yitirmiş midir, yıllarca önce Walter Benjamin’in sezdiği gibi? Yazı da yere sağlam basamaz, “dilsiz ırmağa” kayar ve harfler halinde çözülür. Harfler ilişkilerini (“anlamlarını”) yitirirken işaretler de ortadan kalkmaksızın işlevsizleşir: neyi gösterdikleri belli değildir. Bu soğuma efekti “vay işte” gibi azıcık komikleştirilmiş (“askıya alınmış”) bir nidayla keskinleşir.
Eskiyi güncellesem diyorum
hikâyemi derlesem gözler
denize çevrili doğayla sarhoş hayat
reklamı gibi bezesem şükran duamı ya,
melekler askıda
Önce bu kıtadaki “ya” sözcüğüyle ilk kıtadakinin paralelliğine dikkat edelim: ikisi de bir hamlenin, bir niyetin hedefinden eksik kaldığını imlemektedir (bu acemi sözcük için özür dilerim, imlemektedir!). Bir deniz kıyısında, bir tatil ortamında, gözlerim tıpkı turizm reklamlarındaki neşeyle kamaşmışken ben de doğaya, ortama uysam ya, sevdiklerimin benden beklediği gibi! Ama meleklerim askıda, uyumum da uyumsuzluğum da kefilsiz, garantisiz.
Huyum çokçiğçağ, aklım baştan kör
Çölde yaşamak ne hoş niye sen varsın
desem de zor niye,
o, ilk bakışta aşina
parıltılar salan melek,
kulağı duymuyor
iletiler askıda
Şiirin sonundaki notta buradaki italiklerin ilkinin Necatigil’den (“Kilim” şiirinden), ikincisinin Rilke’den (sanırım Duino Ağıtları’ndan) geldiği belirtilmiş. Melek sadece ilk bakışta aşinadır, dikkatli bakıldığında yabancılığını, aldırışsızlık ve “buzulluğunu” parıltılar halinde salmaya başlar. Bu kayıtsızlık yetmezmiş gibi kendisi de sağırdır, gönderilen mesajlar cevapsız kalır. Sadece Cebrail’in değil, Azrail’in de bir melek olduğunu hatırlamaya başlarız, “ç” sesleriyle donanmış. Rilke’ye fazla tahammül edemediğim için öbür kıtaya inelim.
Ben mi,
üzengime düşerken şelaleye dönüşen
alnı göçük buzulmeleği dinliyorum:
Akmak ne güzel, hayli kolay, parıltılı da
–hay işte–
Sonrası bulanıyor
Okyanuslar askıda
(
---
Bu italiklerin de “Buzulmelek”ten geldiği belirtilmiş aynı şiir altı notta. Demek şairle kendi imgelemi (“yaratısı”) arasında kalan bir bölgeden geliyor. Şair tam reddetmiyor, ama bütün sorumluluğunu da almıyor. “Üzengi” sözcüğünün anlamını bugünün yeni şiir okurlarının kaçta kaçı biliyordur acaba? Kaçta kaçı çiftlikte büyümüş, ata binmiş, kaçı ata binildiğini TV veya sinemada görmüştür?[3] Böylece “üzengime düşerken” deyişinin tuhaflığı, olmazlığı da yüzümüze çarpar: üzengimize düşmeyiz, üzengimizden sıyrılarak atımızdan düşeriz. Ama burada şiir “üzengi” kelimesi kadar zengin bir “şakırtıya” düşüyor: düŞerken Şelaleye dönüŞen. Şu halde yatışmış mıdır ortalık, şiir şiirliğine, Mahmut Mahmutluğuna razı olmuş mudur? Ne gezer! Buzulmelek, bir kere bu “akmak” sözünün daha canhıraş bir şiirden, Turgut Uyar’ın “Bir Anglo-Sakson Ölçüsü İçin Güzelleme” adlı geç başyapıtından zaten askıya alınmış bir şekilde geldiğini hissettirir.[4] Ve aynı zamanda bu “ş” şakırtısının da tatlıdan buruğa dönen bir Şaka olduğunu: “hayli kolay, üstelik parıltılı da / –hay işte–”. Bu “hay”ların Uyar’dan mülhem olduğunu bilenler, buradaki “öz-yıkımsal” (hay allah!) neşe hakkında da yanılgıya kapılmayacaklardır. Sonra? Sonrası bulanık. Büyüklüğün, genişliğin, cömertliğin her çeşidi askıda.
Temizyürek’in “dolayımlı, katlanmış” bir tazeliği teknikten ürettiğini söyledim. Bunun bir yönü, farklı konvansiyonları, hatta türleri “birbirine kırdırmak” gibi görünüyor. Karacoğlan, gramerini esintinin gelgitinden ve ot hışırtılarından türeten (sazının bile olup olmadığı belli olmayan) büyük ümmi şair, yazılı bilginin Türkçedeki ilk önemli belgesi Divanı Lugat-it Türk’ün ağlarından süzülüyor burada, nerdeyse bir yabancı dil duygusu verinceye, aslında dilin her zaman biraz yabancı, biraz “bilinmeyen dil” olduğunu hissettirinceye kadar. (Kitapta “Bilinmeyen Dilden Sesler” başlıklı bir şiir de bulunuyor.) Alevi nefeslerinin bazı teknik öğeleri ama esas olarak da “ruhu”, kendilerinin de modern mi yoksa çağdışı mı olduğuna karar veremeyen Necatigil ve Uyar gibi ustalarla bitiştiriliyor.

İnceden inceye mahmur
çize çize kirini tenin
okşayarak tüylerini
kaldıra tozu dumanı
neşesi şirin başladı.
Sonra birden o mamur
sarhoşluğu dem beden
ihtirası son derece
nevası rastı mahur,
zehri fosil, işte o
toprağı taşı sardı.
Taşsın boşver dediler.
İyi şeyler anlatılmıyor burada, tam ne anlatıldığını anlayamasak da. “Boşver” sözüyle gelen bir hoyratlık kaydedilmeli, kitabın anti-romantik veya anti-santimantal yönelişinin ifadesi. Ama şiir kendi anlamlarına ara ara isyan eden küçük ses infilaklarıyla yapıyor işini. Bunlar umut veya umutsuzluk taşımayan, ahlaki bakımdan nötr oluşumlar, ama işte yükselip alçalan, şiirin dilselliğini, ya da Adorno’nun deyimiyle “dilin kendi sesini” veren yoğunluklar.[5]
Şu da başka bir örnek, “Protez Tiranlar” parçasından:
Gözleri var dipzosferin ötesini görürler
Kırpıştı hızıyla sayarlar yıldızları
Meteor yutarlar şom ağızlarıyla
Uygar mideleri asitler sızdırır
Onlar yeni tiranları kâinatın
Son türlerini sonsuz sanırlar
Sensör duyarlı organları var
Arayüz perdeli sinyal ağları
duyulmaz can çığlığı protezlerden
Dinozor patileriyle basarlar yeryüzüne
Çayır bitmez olur ölü tükenmez
Kuşgözüne çıngılar saçar ışıkları
Çelik kolları nükleer hızla uzanır
Araçlar ki insansız termal göz
Can düşmanıdırlar yamuk bakanın
Bir vardı bir yok ederler havadan
Dere kenarında oynaşan çocukları
(
Bir tür ki belirsiz çiğ atom
Kulluğumuzdan türerler
Anlam aslında öncekinden de derli toplu: bu çağın neo-liberal (?) vahşeti hatırlatılıyor, soytarı tiranları, teknoloji trilyonerleri ve dünyaya neşeyle saçtıkları ölümle birlikte. Ama şiir de bu saçılmayı kendi tarafından “taklit eder”: küçük dilsel alevlenmeler, küçük ses kalkışmaları halinde o anlama (kısaca Elon Musk’a) karşı kendi gerçekliğini, kendi “hayatiyetini” ortaya sürer. Anlamlar, ister iyi ister kötü (burada her zaman kötü) kendi uğursuz bağlamlarından koparak dilin, sesin, fonem’in ve evet, harfin faaliyet alanında erimeye, çözülmeye başlarlar. – Eh, böylesi de bir “intikam” sayılmalı, şimdilik yitirilmiş sanılan bir savaştaki başarılı bir artçı muharebe. Kendi yarattığı palavra dalgaları üzerinde sörf yaparak bugüne gelebilmiş bir sol zihnin silkinip ileriye bakabilmek için de bazı serinletme işlemlerinden geçmesi gerekmez mi? Ama tabii bunun İsmet Özel’in o alı al, moru mor şiirindeki gibi bir aile faciası tadı taşıması şart değil: “Bir yaprak örtüyorum hayatımın nemli taraflarına…” vs. Küsmek, başka (daha güçlü) bir merciye kapılanmanın bahanesi olmamalı. Temizyürek’in son dizelerinin de belirttiği gibi:
Boştur Maho neyi dese
Susamaz ki derdi taze
Nere gider kime küse
Sevdiğini yitirenler
Belki de her dem taze kalması gereken sadece dertlerimizdir, şiirin makinesi kendini ona uydurmanın bir yolunu bulur.
NOTLAR
[1] Seyhan Erözçelik gibi bir şair kuralı doğrulayan istisna olmalı burada: kısa ama bir şair için yeterli ömründe bir daha hiç Yeis ile Tabanca kadar iyi bir kitap çıkarma fırsatını bulamadı. Akif Kurtuluş her seferinde güçlü toplamlarla ortaya çıkıyor ama kitapların arası giderek açılıyor.
[2] Cemal Süreya, "Burkulmuş Altın Hali Güneşin", Sevda Sözleri: Bütün Şiirleri, YKY, Ağustos 2023, 51. baskı, s. 91
[3] Şiir okurlarıyla kovboy ve Malkoçoğlu filmlerinin seyircilerinin ayrı nüfus gruplarına mensup olduğunu varsayıyorum. Ama muhtemelen yanılıyorumdur.
[4] “Suyun rengi akmaktır / evet akmak, / ama bir planya, on altı yaş, dört parmak”.
[5] “Yoğunluklar” terimi elbet Lyotard’ın. “Dilin kendi sesi” ifadesi de Adorno’nun “Lirik Şiir ve Toplum” makalesinden; çevrilip çevrilmediğini hatırlamıyorum. Ama başka yazılarında da bulunabilir.
Önceki Yazı

Serkan Turgut ile deprem, Hatay ve dayanışma üzerine:
“İyimser olmayan umut”
“Deprem bölgesinde dayanışmanın yanı sıra yıkım sürecinden bir umut çıkarma çabası da vardı. Bu umut bir iyimserlik değil aslında. Tam aksine, tarihlerin, hayallerin, şehirlerin yıkımı karşısında dirençle ayakta kalabilme çabası. Bu insanlar çaba sarf ettikçe kendilerini daha iyi hissediyor.”