Yazarlar ve Leviathan'ın izinde modern politik edebiyat:
Orwell’in denemelerinde yazarın politik konumlanışı
“George Orwell’i yalnızca distopyaların yazarı olarak gören dar bakışın ötesinde, onu bir düşünür, bir tanık ve bir muhalif olarak yeniden değerlendirmeye bir davet bu eser...”
George Orwell’in BBC Radyo yayını, 1941. Arka planda Putin, Trump (kolaj).
“Özgürlük, insanlara duymak istemedikleri şeyleri söyleyebilme hakkıdır.”
George Orwell
Bundan yaklaşık on yıl önce, Londra’ya ilk gidişimde şehrin ikonik mekânlarını gezerken, Orwell’in Burma’daki Hindistan İmparatorluk Polisi Müfettiş Yardımcılığı görevinden istifa ettikten sonra, 1927 kışında Londra kaldığı ilk ev olan Notting Hill’deki Portobello Road 22 numaralı evini tesadüfen görmüştüm.
Orwell’in 1927’de Londra’da kaldığı Notting Hill’deki ev.
Eğer hafızam beni yanıltmıyorsa, Orwell ikonik romanlarının hiçbirini Londra’daki bu mütevazı evde yazmamıştı. Kesin olarak hatırladığım, son romanı 1984’ü veremle boğuştuğu dönemde, İskoçya’nın ücra Jura Adası’nda yazmış ve ne yazık ki, başarısının tadını çıkaramadan 1950’de hayata veda etmişti.
Romanları dışında politik yazılar kaleme almış yazarların bu türden eserleri hep ilgimi çekmiştir. Çünkü bu metinler, yazarın kurmaca dünyasının ötesinde, düşünsel ve etik duruşunu doğrudan gözlemleme imkânı sunar. Örneğin Albert Camus, Yabancı ya da Veba gibi romanlarındaki varoluşsal temaları, Combat gazetesinde kaleme aldığı yazılarında doğrudan savaş sonrası Fransa’nın politik atmosferine taşımıştır; özgürlük, adalet ve direniş kavramlarını yalnızca edebiyatta değil, gazetecilikte de savunmuştur. Jean-Paul Sartre ise Les Temps Modernes dergisindeki yazılarında Cezayir Savaşı’ndan Vietnam’a kadar pek çok konuda açık politik tavır almış, varoluşçuluğu eylemle buluşturan bir entelektüel kimlik inşa etmiştir. Her iki yazarın bu minvaldeki yazıları Can ve Say yayınevleri tarafından Türkçeye çevrildi. Edebiyatımızda Yaşar Kemal, röportaj kitaplarında Çukurova’nın sosyo-ekonomik yapısını çözümlemiş; bu metinler romanlarındaki destansı dili beslerken, aynı zamanda bir belgesel gözle toplumsal hafızaya katkı sunmuştur. Aziz Nesin ise hiciv gücünü yalnızca öykü ve romanlarında değil, politik denemelerinde de kullanarak, dönemin iktidar ilişkilerini ve toplumsal çelişkilerini doğrudan hedef almıştır. George Orwell’in politik yazıları da bu geleneğin evrensel düzeyde en keskin örneklerinden biridir; onun denemeleri, romanlarında alegorik olarak işlediği fikirlerin arka planını berrak bir şekilde ortaya koyar.
Yazarlar ve Leviathan:
Siyaset ve Edebiyat Üzerine Seçme Makaleler
Beyoğlu Kitabevi Yayınları
Derleyen: Hasan Aksakal
Çev. Kerem Güner
Ağustos 2025
140 s.
Bu yazının konusu olan kitaba gelirsek; Yazarlar ve Leviathan, İkinci Dünya Savaşı’nın bir tür laboratuvarı olarak görülen İspanya İç Savaşı’nda aktif rol almış demokratik sosyalist militan Eric Arthur Blair’i, yani bildiğimiz adıyla George Orwell’i yalnızca distopyaların yazarı olarak gören dar bakışın ötesinde, onu bir düşünür, bir tanık ve bir muhalif olarak yeniden değerlendirmeye davet eden bir eser. Hasan Aksakal’ın titizlikle hazırladığı ve Kerem Güner’in çevirisiyle Türkçeye kazandırılan bu seçki, Orwell’in siyasete ve yazarlığa dair denemelerini bir araya getiriyor. Bir not olarak, Orwell’in bireysel vicdanla otoritenin talepleri arasındaki gerilimi somutlaştırdığı “İdam” ve “Bir Fil Vurmak” adlı yazıların da kitaba eklenmesinin, kitabın genel konsepti açısından yerinde olacağını düşündüğümü belirtmeliyim.
Beyoğlu Kitabevi tarafından Ağustos 2025’te ilk baskısı yapılan, üst başlığı Yazarlar ve Leviathan, alt başlığı Siyaset ve Edebiyat Üzerine Seçme Makaleler olan bu kitapta, George Orwell’in yazarlık pratiğinin arkasındaki düşünsel ve ahlaki zemini gözler önüne seren sekiz metin yer alıyor: “Neden Yazıyorum”, “Yazarlar ve Leviathan”, “Siyaset ve İngilizce Dili”, “İspanya İç Savaşına Dönüp Yeniden Bakmak”, “Madenin Derinliklerine Doğru”, “Kuzey ve Güney”, “Milliyetçilik Üzerine Notlar” ve “Şiir ve Mikrofon”. Kerem Güner’in çevirisi metinlerin berrak yapısına büyük ölçüde uygun düşüyor, ancak kimi kavramsal geçişlerin daha özenle işlenmesi gerekebilirdi. Özellikle Orwell’in ironik tonunun Türkçede zaman zaman düzleştiği göze çarpıyor. Yine de çeviri genel anlamda metnin politik gücünü korumayı başarıyor.
George Orwell Marakeş'te, 1939.
Kitabın başındaki, Hasan Aksakal’ın “Dünya Karanlığa Hapsolurken…” başlıklı sunuş yazısı Orwell’in bireysel vicdanla siyasi angajman arasındaki gerilimli ilişkiyi ele alırken, günümüzün algoritmik denetim toplumunda Orwell’in 1940’larda çizdiği portrelerin neredeyse bire bir geçerliliğini koruduğunu vurguluyor. Aksakal, Orwell’in yarattığı “Yenisöylem”, “Büyük Birader” ve “Çiftdüşün” gibi kavramların ardındaki fikrî altyapıyı berrak biçimde ortaya koyuyor. Bu açıdan, bugün Orwell’i yeniden okumanın yalnızca geçmişi anlamak değil, mevcut sosyal düzenin dokusuna sinmiş otoriter eğilimleri, dilin iktidarla ilişkisini ve yazarlığın konumunu sorgulamak anlamına geldiğini belirtiyor. Böylece Orwell modern edebiyat tarihinde yalnızca distopik bir romancı değil, aynı zamanda etik ve politik duyarlığın kalemle buluştuğu nadir yazarlardan biri olarak yeniden konumlandırılıyor. Son olarak, Orwell’in “Soğuk Savaş” kavramının isim babalarından biri olduğunu Aksakal’ın sunuş yazısından öğrendiğimi belirtmeliyim.
Orwell’in yazarlık dürtüleri ve siyasi duruş
“Neden Yazıyorum” başlıklı deneme, Orwell’in yazarlığının psikolojik, estetik, tarihsel ve politik dört ana eksen etrafında nasıl şekillendiğini ortaya koyuyor. Bu güdüler arasında “salt egoizm” ve “siyasi amaç” arasında kurduğu denge, Orwell’in hem bireysel ifadeyi önemseyen hem de yazıyı kamu yararının bir aracı olarak gören ikili duruşunu sergilemekte. Orwell yazarlığın kaçınılmaz olarak siyasete temas ettiğini kabul ederken, siyasi eğilimlerin yazarlığı baskılamasına karşı da mesafeli kalınması gerektiğini belirtmekte. Örneğin, Hayvan Çiftliği adlı romanında Sovyetler Birliği’nin devrim sonrası iktidarlaşma sürecini sert biçimde eleştirerek, kendi ideolojik çevresinden bile tepki almıştı. Ayrıca, Tribune dergisindeki köşe yazılarında hem Britanya’nın sömürge politikalarını hem de İngiliz sol entelijansiyasının dogmatik eğilimlerini eleştirmiş, böylece kendi ideolojik konumunu da sürekli sorgulamıştı.
“Neden Yazıyorum” başlıklı metin her ne kadar kopuksuz okunması gereken bir bütün olsa da, Orwell’in kendi yazarlık pratiğini tanımlarken kullandığı şu ifadeler özellikle dikkat çekicidir:
Geçtiğimiz on yıl boyunca en çok istediğim şey, siyasi yazıyı bir sanat haline getirmekti. Her zaman çıkış noktam bir partizanlık duygusu, bir adaletsizlik hissi oldu. Bir kitaba oturup başlarken, “Bir sanat eseri yaratacağım” demem. Yazıya başlarım, çünkü açığa çıkarmak istediğim bir yalan, dikkat çekmek istediğim bir gerçek vardır; ilk amacım duyulmak, sesimi işittirmektir. Ama kitap yazma işini –ya da uzun bir dergi makalesini bile– yalnızca estetik bir deneyim de olmadıkça yapamazdım. Yazdıklarımı incelemek isteyen biri görecektir ki, en açık propaganda yazılarımda bile, tam zamanlı bir siyasetçinin ilgisiz bulacağı birçok şey vardır. Ne tamamen terk edebilirim ne de terk etmek isterim çocukluğumda kazandığım dünyaya bakış açısını. Yaşadığım sürece düzyazı üslubuna karşı güçlü hisler beslemeye, yeryüzünün yüzeyini sevmeye, somut nesnelerden ve işe yaramaz gibi görünen bilgi kırıntılarından keyif almaya devam edeceğim. Bu yanımı bastırmaya çalışmanın anlamı yok. Asıl görev, içimde kök salmış beğeni ve tiksintileri, çağımızın hepimizi zorladığı kamusal, birey dışı faaliyetlerle bağdaştırmaktır. (s. 22)
Ve altına naçizane bir yazar olarak imzamı atacağım şu cümlelerle devam ediyor biraz ileride:
Sadece şunu söyleyeyim: Son yıllarda daha az süsleyici, daha kesin yazmaya çalışıyorum. Ama her durumda, yazı üslubunuzu tam anlamıyla geliştirdiğinizde, ona çoktan yabancılaşmış oluyorsunuz. Hayvan Çiftliği, siyasi amaçla sanatsal amacı tam bilinçle bir araya getirmeye çalıştığım ilk kitaptı. Yedi yıldır roman yazmadım ama yakında bir tane daha yazmayı umuyorum. Büyük olasılıkla başarısız olacak –her kitap bir başarısızlıktır– ama ne tür bir kitap yazmak istediğimi bu kez açıkça biliyorum. Son birkaç sayfaya göz attığımda, yazı yazma motivasyonlarımın tamamen kamusal bir ruhla belirlendiği izlenimini verdiğimi fark ediyorum. Bu izlenimi bırakmak istemem. Bütün yazarlar kibirlidir, bencildir ve tembeldir; ve tüm dürtülerinin en dibinde bir sır yatar. Bir kitap yazmak korkunç, yıpratıcı bir çabadır; uzun süren bir hastalık nöbeti gibidir. İnsan, içinde karşı koyamadığı ya da anlayamadığı bir iblis olmasa, bu işe asla kalkışmazdı. Ve kim bilir, belki de o iblis yalnızca bir bebeğe çığlık attıran ilgi arzusunun aynısıdır. Ama şu da doğru: Okunabilir bir şey yazmak isteyen biri, kendi kişiliğini silmeye devam etmelidir. İyi düzyazı, cam gibi saydam olmalıdır. Hangi motivasyonlarımın en güçlü olduğunu kesin olarak söyleyemem; ama hangilerinin izlenmeye değer olduğunu biliyorum. Geriye dönüp yazdıklarıma baktığımda, siyasi bir amacı olmayan her yazımın cansız olduğunu, boş gösterişli ifadeler, anlamsız cümleler, süslemeci sıfatlar ve samimiyetsizlikle dolu olduğunu görüyorum. (s. 23)
Dil, hakikat ve manipülasyon
“Siyaset ve İngilizce Dili” adlı makale, Orwell’in hakikatle olan bağlantısını en net şekilde ortaya koyduğu metinlerden biridir. Orwell dilin bozulmasının yalnızca estetik bir sorun olmadığını, aynı zamanda politik yozlaşmanın da arka planını oluşturduğunu belirtir. Ona göre totaliter rejimler dili çarpıtarak düşünceyi manipüle eder; bu da halkın gerçekliği algılama yetisini yok eder. 1984 romanındaki “Yenisöylem” kavramının temelini oluşturan bu bakış, Orwell’in edebi metinlerinde kurduğu alegorik yapıların da arka planını açıklar.
Bu durumu da şu şekilde ifade eder:
Latince kökenli sözcüklerin oluşturduğu yığın, gerçeklerin üzerine tıpkı yumuşak bir kar gibi çöker; hatlarını belirsizleştirir ve ayrıntıların üstünü kapatır. Açık dilin en büyük düşmanı samimiyetsizliktir. Kişinin gerçek hedefiyle beyan ettiği hedef arasında bir boşluk olduğunda, içgüdüsel biçimde uzun kelimelere ve kof deyimlere yönelmesi neredeyse kaçınılmazdır – tıpkı mürekkep püskürten bir mürekkepbalığı gibi. Günümüzde “siyasetin dışında kalmak” gibi bir şey yoktur. Tüm meseleler siyasi meselelerdir ve siyasetin kendisi yalan, kaçamak, budalalık, nefret ve şizofreniyle örülüdür. Genel hava kötü olduğunda, dil de bundan zarar görür. Sanırım –bunu doğrulayacak yeterli bilgim yok, ama öyle tahmin ediyorum– son on beş yılda Almanca, Rusça ve İtalyanca dillerinin hepsi diktatörlük rejimlerinin etkisiyle gerilemiştir. Ama düşünce dili yozlaştırabiliyorsa, dil de düşünceyi yozlaştırabilir. (s. 47)
Yazar, devlet ve ahlaki özerklik
“Yazarlar ve Leviathan” başlıklı deneme, Orwell’in yazarın devlete ve otoriteye karşı konumunu belirlediği metindir. Orwell bir yazarın politikayla iç içe olmasını doğal bulur, ancak bu politikayla duygudaş olmasının yazının bağımsız karakterini yok edebileceğini savunur. Parti ideolojilerinin hizmetine giren yazar, Orwell’a göre kendi sesini kaybeder. Bu perspektif, bugün “aktivist yazar” figürüyle yeniden tartışılmaya açık bir başlık sunar.
Edebiyatımızda örneğin Oya Baydar, siyasi sürgün yıllarında kaleme aldığı eserlerinde politik tavrını korurken, roman kurgularında tek bir ideolojinin propagandasına düşmeyen bir anlatı dili geliştirmiştir. Murathan Mungan, özellikle toplumsal cinsiyet ve kimlik meselelerini işlerken farklı kesimlere mesafesini koruyarak çok sesli bir edebi dünya kurar. Latife Tekin, söyleşilerinde ve zaman zaman kaleme aldığı denemelerde siyasi meselelere eleştirel bir mesafeyle yaklaşırken, edebi metinlerinde ideolojik söylemi doğrudan dayatmaktan kaçınarak bireysel hikâyelere odaklanır. Bu örnekler, Orwell’in işaret ettiği “mesafeli sadakat” kavramının günümüz edebiyatında farklı biçimlerde varlığını sürdürdüğünü gösterir.
Bu bağlamda, “İspanya İç Savaşına Dönüp Yeniden Bakmak” başlıklı yazısında dile getirdiği bir hatırayı paylaşmak isterim.
Kışlada bulunduğum sırada birliğimize katılan yeni askerlerden biri, Barselona’nın arka sokaklarından gelmiş, vahşi görünümlü bir çocuktu. Üstü başı perişandı, ayakları çıplaktı. Aynı zamanda oldukça koyu tenliydi (muhtemelen Arap kanı vardı) ve genellikle Avrupalıların yapmadığı türden jestler yapıyordu; özellikle bir tanesi –kolunu ileri doğru uzatıp avuç içini dik tutarak yaptığı bir hareket– Kızılderililere özgü bir işaretti. Bir gün, o zamanlar hâlâ sudan ucuz fiyatlara bulunabilen puro demetim yataktan çalındı. Pek akıllıca olmasa da durumu subaya bildirdim ve daha önce bahsettiğim serserilerden biri hemen öne atılıp, yatağından yirmi beş peseta çalındığını söyledi – ki bu tamamen uydurmaydı. Neden bilinmez, subay derhal koyu tenli çocuğun hırsız olduğuna karar verdi. Milis kuvvetlerinde hırsızlığa karşı çok sert davranılıyordu, teorik olarak bu yüzden kurşuna dizilmek bile mümkündü. Zavallı çocuk sorgusuz sualsiz bekçi odasına götürülmeyi kabul etti. Beni en çok etkileyen, masumiyetini neredeyse hiç savunmaya çalışmamasıydı. Bu kadere boyun eğmiş tavrında, büyüdüğü korkunç yoksulluğun izleri okunuyordu. Subay ondan üzerini çıkarmasını emretti. İçimi sızlatan bir alçakgönüllülükle tüm kıyafetlerini çıkardı ve eşyaları arandı. Elbette ne puro ne de para oradaydı; aslında onları o çalmamıştı. Fakat en acı verici olan, masumiyeti kanıtlandıktan sonra bile utanmaya devam etmesiydi. O gece onu sinemaya götürdüm, ona brendi ve çikolata ısmarladım. Ama bu da iğrençti – yani bir hakareti parayla telafi etme çabası. Birkaç dakika boyunca onu bir hırsız sanmıştım ve bu hafızadan silinemezdi. (s. 60)
Orwell’in kendi deneyimlerinden aktardığı bu anı, yazarın yalnızca politik düzene değil, bireysel adaletsizliklere karşı da hassasiyetini ortaya koyar. Burada görülen, ideolojik kamplaşmanın ve önyargıların birey üzerindeki yıkıcı etkisidir. Yazarın tanık olduğu bu haksızlık, kalemin asıl gücünün otoriteyi eleştirmek kadar insan onurunu savunmaktan geçtiğini hatırlatır. Bu yaklaşım, günümüzde de politik duruşla edebi bağımsızlık arasındaki dengeyi korumaya çalışan yazarların tavrıyla örtüşür.
Totalitarizme karşı edebi direniş
Derlemede yer alan “Milliyetçilik Üzerine Notlar” ve “İspanya İç Savaşına Dönüp Yeniden Bakmak” gibi yazılar, Orwell’in hem Nazizm’e hem de Stalinizm’e yönelik eleştirilerini keskinleştirirken, demokrasi kavramına olan mesafeli sadakatini de gösterir. Buradaki “mesafeli sadakat” ifadesiyle, Orwell’in demokrasiyi mutlak bir değer olarak değil, totalitarizme karşı savunulması gereken ama idealize edilmemesi gereken bir yönetim biçimi olarak gördüğü anlaşılır. Onun demokrasiye olan bağlılığı mutlak inançtan değil, daha kötülere karşı daha az tehlikeli olanı tercih etme bilincinden kaynaklanır. Bu yaklaşım onu hem özgürlükçü hem de eleştirel bir yazar olarak konumlandırır. Orwell için totalitarizmle mücadele etmek yalnızca bir siyasi tercih değil, ahlaki bir zorunluluktur. Bu zorunluluk onu kendi ideolojik kampını da sorgulayan bir konuma iter. Hayvan Çiftliği ve 1984 gibi romanların alegorik politik dili, bu denemelerle birlikte okunduğunda daha derin bir anlam kazanır.
Kendisinin sözleriyle:
Bir kez daha vurgulamak gerekir ki, milliyetçi duygu tamamen olumsuz da olabilir. Örneğin, bazı Troçkistler yalnızca Sovyetler Birliği’nin düşmanı haline gelmiş, başka hiçbir birime karşılık gelen bir sadakat geliştirmemişlerdir. Bu durumun ne anlama geldiğini kavradığınızda, benim “milliyetçilik” derken neyi kastettiğim çok daha net hale gelir. Milliyetçi, yalnızca –ya da esasen– rekabete dayalı bir itibar anlayışıyla düşünen kişidir. Olumlu ya da olumsuz milliyetçi olabilir –yani zihinsel enerjisini ya övmeye ya da yermeye harcayabilir– ama her durumda düşünceleri hep zaferler, yenilgiler, başarılar ve aşağılanmalar etrafında döner. Tarihi, özellikle çağdaş tarihi, büyük güç birimlerinin sürekli yükselip düşmesi olarak görür ve her olayı, kendi tarafının yükselişte, nefret ettiği rakibin ise gerilemekte olduğunun bir göstergesi olarak yorumlar. Ancak son olarak, milliyetçiliği basitçe başarıya tapınmakla karıştırmamak gerekir. Milliyetçi, en güçlü tarafla sırf o güçlü diye ittifak kurmaz. Aksine, bir kez tarafını seçtikten sonra, onu en güçlü taraf olarak görmeye başlar ve gerçekler açıkça aksini gösterse bile bu inancını sürdürebilir. Milliyetçilik, kendini kandırma ile yumuşatılmış bir güç arzusu halidir. Her milliyetçi, en açık yalanları bile söyleyebilecek kapasitededir, ancak –kendini kendinden daha büyük bir amaca hizmet ettiğine inandırdığı için– daima haklı olduğuna sarsılmaz biçimde emindir. (s. 107)
(...)
Üstelik, sürekli güç, zafer, yenilgi ve intikam üzerine düşünen milliyetçi, gerçek dünyada olanlara çoğu zaman pek ilgi duymaz. Asıl istediği, kendi biriminin başka bir birime üstün geldiğini hissetmektir – ve bunu, gerçeği araştırarak değil, karşı tarafa bir gol atarak daha kolay başarır. Tüm milliyetçi tartışmalar bir münazara kulübü seviyesindedir. Her zaman tamamen sonuçsuzdur; çünkü her katılımcı kaçınılmaz olarak tartışmayı kazandığını düşünür. Bazı milliyetçiler, neredeyse şizofreniye yakındır; fiziksel dünyayla hiçbir bağlantısı olmayan güç ve fetih hayalleriyle mutlu mesut yaşarlar. (s. 118)
Bu anlamda Orwell “İspanya İç Savaşına Yeniden Bakmak” isimli yazısında, “Doğa kanunları her iki taraf için de aynıdır, taraflardan birine daha cömert işlemez. Bit, bittir; açlık, açlıktır; korku, korkudur; yokluk, yokluktur; bomba, bombadır… Uğruna savaşılan dava ne kadar haklı olursa olsun toplumun siyasi nedenleri düşünecek hali yoktur” der.
Kuramsal bir çerçeve içinden Orwell
Orwell’in denemeleri yalnızca tarihsel bağlamlarıyla değil, kuramsal yaklaşımlar üzerinden de yeniden okunmayı hak eder. Michel Foucault’nun “parrhesia” kavramı, yani hakikati söyleme cesareti, Orwell’in yazarlık tavrıyla örtüşür. Orwell, iktidarın söylem üretimi üzerindeki tahakkümüne karşı dili hem bir direniş alanı hem de etik bir sorumluluk sahası olarak konumlandırır. Edward Said’in “entelektüelin sürgünlüğü” vurgusu da Orwell’in sürekli olarak kendi ideolojik çevrelerine mesafe alma tutumunu anlamlandırmak için işlevseldir. Bu noktada Orwell hem siyasal bağlılıklar hem de entelektüel özerklik arasında konumlanan bir figür olarak çağdaş etik yazarlık tartışmaları için verimli bir örnek sunar.
Orwell’i bu çerçevede değerlendirmek için Theodor W. Adorno’nun “yazarın özerkliği” fikrine de başvurulabilir. Adorno, sanatçının toplumsal koşullardan etkilenmekle birlikte, yaratım sürecinde bu koşulları aşan bir içsel özgürlük taşıması gerektiğini savunur. Orwell’in hem sosyalist hem de anti-totaliter bir pozisyonda ısrarcı olması, onu doğrudan bu özerklik kavramının temsilcilerinden biri haline getirir. Yazarlığın ideolojik bağlılıklara rağmen hakikate sadakatle sürdürülebileceğini göstermesi bakımından Orwell, Adorno’nun düşünsel evrenine içkin bir örnek olarak okunabilir.
Bu yönüyle, Michel Foucault’nun parrhesia kavramından Adorno’nun estetik özerklik anlayışına uzanan çok katmanlı kuramsal çerçeve ışığında, Orwell yalnızca kendi çağının tanığı değil, çağlar ötesine seslenen bir entelektüel vicdan olarak değerlendirilebilir.
Bitirirken
Yazarlar ve Leviathan derlemesi, George Orwell’in yazarlığını yalnızca edebi bir üretim değil, aynı zamanda etik ve politik bir müdahale alanı olarak kurduğunu gösterir. Orwell’in yazınsal duruşu, totalitarizme karşı direnç noktaları inşa ederken bireyin dil, hakikat ve sorumlulukla kurduğu ilişkiye radikal bir açıklık kazandırır. Bu tutumun yansıması, Hayvan Çiftliği’nde devrimin iktidar hırsıyla yozlaşan Napolyon karakterinde ve idealizmin otorite karşısında bastırılışını simgeleyen Snowball karakterinde görülür. Orwell bu figürler aracılığıyla yalnızca siyasi sistemlerin işleyişine değil, bireysel sorumluluğun erozyonuna da yazılarıyla adeta dipnot düşer. Bu vesileyle ben de bu yazıya, derlemede yer alan “Madenin Derinliklerine Doğru” isimli yazıya ancak müstakil bir yazının konusu olabileceği için değinmediğimi bir dipnot olarak düşeyim.
Günümüz siyasetinin keskin ve kutuplaştırıcı dili 1930’ların dünyasında da aynı bu şekildeydi. Orwell bu derlemede bulunan bir yazısında, “Eğer bir lider ‘İki kere iki beştir’ derse ve ona inanlar için o zaman iki kere iki beş oluyorsa, bu bombalardan bile daha tehlikelidir” der ve son yılların tecrübesinde, bu kesinlikle hafife alınacak bir şey değil.
Kitapta yer alan yazılar ışığında şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Hayvan Çiftliği’nde yer alan “Bütün hayvanlar eşittir, ama bazıları daha eşittir” cümlesiyle tüm iktidarların yozlaşmaya ve ikiyüzlülüğe sürüklendiğini etik ve dilsel bir berraklıkla ortaya koyan Orwell, 1984’teki en çarpıcı ifadelerden biri olan “Büyük Birader seni izliyor” cümlesiyle de günümüzde insanı paranoyaklaştıran bir distopik metaforu çağın aleni gerçeklerinden birine dönüştürmüştür.
Onun yazdıklarıyla kurduğumuz her temas hem kendimize hem de yaşadığımız zamana yöneltilmiş bir sorudur. Orwell’i okumak, onunla düşünsel bir yüzleşmeye girmektir: Hakikati yalnızca savunmak değil, onu dile getirme cesaretine sahip olup olmadığımızı sorgulamak… Bu nedenle Orwell hâlâ çağdaştır ve metinleri, yazarlığın etik sorumluluğuna ilişkin bitmeyen sorular barındırır.
En nihayetinde, Orwell’in bir edebiyatçı olduğunu unutmadan, “Şiir ve Mikrofon” başlıklı yazısında şiire dair şu sözlerini alıntılamak isterim: “Şiir dizededir, kafiyeli olur, yüce duygular ve alışılmadık bir dil kullanır; bunların hepsi çok belirgindir. Çünkü kötü şiir, iyi şiirden daha ‘şiirsel’ olmak mecburiyetinde gibidir adeta. Ancak aktif olarak sevilmese de en azından hoşgörülüdür…” Kitapta yer alan ve Orwell gibi tüm “politik yazarların” serencamını anlatan Camus Dansı isimli son romanımda kullandığım şu cümleyi hatırlayarak: “Romanlarımın dışında benim de bir hayatım var ama romanlarımın (… ki her pigmentleri politiktir…) dışındaki bu hayatın hiçbir önemi yok.”
Bu yazıyı, derlemede yer alan Orwell'e ait bir şiirin şu mısralarıyla noktalıyorum.
“Dünya sana ne verdi ki, verdiklerinden hep daha azını.
Gölgeyle hayalin arasında, beyazla kızılın tam ortasında,
kurşunla yalan arasında; nerede saklayacaksın başını”