Yarabıçak:
Ezberin de ezberini bozan bir kitap
“Ömer Faruk’un çeperlerde ele alır göründüğü konular herkese pek hitap etmeyebilir – çöp, dışkı… Ama Yarabıçak’ın asıl dokusuna örülmüş ana ipliklerden en önemlileri mülkiyet, duvarlar, sınırlar gibi, esasında sonunda 'özgürlük' meselesine bağlanabilecek kavramlar.”
Debret, Jean-Baptiste, Brezilya'da bir Çingene Evi, 1820.
Ömer Faruk’u, kitaplarından haberdar olmadan önce, “Yeryüzü Güncesi” grubu adına halen de her cumartesi akşamı düzenlediğimiz Zoom konferanslarında tanımıştım. Kendisi bir konferansımıza katılmış, sonra da müdavimlerimizden biri haline gelmişti.
İtiraf edeyim, ilk başlarda beni hafif dehşete düşürüyordu: Tekinsizdi. Serseri mayın gibi, ne zaman ne söyleyeceği belli olmuyordu; bazen çok müstehcen konulara girerek beni, bilhassa Zoom’larımızın daha muhafazakâr katılımcılarını düşünerek, utandırabiliyordu. Ağzını her açtığında diken üstündeydim.
Fakat diğer yanıyla Ömer Faruk olaylara öyle farklı, öyle ilginç, öyle hiçbirimizin aklına gelmeyen bir pencereden bakmayı başarıyor ve hepimizi şaşırtıyordu ki, tüm katılımcıların ilgi odağı haline gelmeyi başarmıştı. Zaman içinde onun tarzına alıştık ve Ömer Faruk konferanslarımızın en çok aranan, yorum yapması en çok istenen ve programa gelemediğinde yokluğu fark edilen katılımcılarından biri haline geldi.
Bunları niçin mi anlattım? Sizleri uyarmak için: Ömer Faruk’un kitaplarını ilk kez okuyorsanız, Zoom’larda benim yaşadığıma benzer böyle bir süreç yaşayabilirsiniz.
Bir Aşağılama Aracı Olarak Çöp’ü okumaya ilk başladığımda kitaba bir anlam verememiştim. Okuması keyifli ve yer yer çok eğlenceli, ama dağınık dağınık, bol dipnotlarla bezeli, sanki nereye varmak istediği belirsiz bir metindi. Fakat ilerlerken ve hele sonlarına yaklaştığımda bir anda kafama dank etti: Bu kitap tersyüz edilmiş bir zihin haritası!
Zihin haritası
Zihin haritası bir beyin fırtınası yapma yöntemidir. Ortaya çıkış nedeni şu: Alışageldiğimiz şartlarda, örneğin bir konuda düşünce geliştireceğimiz veya bir yazının taslağını oluşturacağımız zaman, aklımıza gelenleri satır satır, madde madde, düşüne taşına kâğıda aktarırız; satırlarımız lineer bir hat takip eder. Okurken de satır satır, yine düz bir hat izleyerek okuruz. Konuşurken de sözcükler dudaklarımızdan, zihinde düşünce olarak canlandıkları gibi karışık halde değil, peş peşe, art arda dökülür. Fakat bu yöntemi izlediğimizde, daha yazmaya bile başlamadan, düşüncelerimizi hizaya, düzene sokmuş oluyoruz; tek bir düşünce hattını izlemek zorunda kalıyoruz.
Oysa beynimiz öyle mi? Her an fıldır fıldır! Bir yazı yazmaya giriştiğimizde, birçok düşünce, fikir, duygu aynı anda işgal etmektedir zihnimizi, ama ellerimiz yazarken bu hızı, bu düşünceleri raptedemez. Siz de bu satırları okurken bir yandan beyniniz başka şeyleri de algılıyor – etrafınızdaki sesler, kokular… Kim bilir, belki de çorabınızın lastiği sıkıyor.
Zihin haritası yöntemi düzen gözetmeksizin, sezgiyle, çağrışımlar yoluyla iş görür. Uzun ve monoton bir malumatlar listesini, beynin çalışma biçimine uygun, renkli bir tür diyagrama dönüştürmeye yarar: Üzerine düşünmek, beyin fırtınası yapmak istediğiniz kavramı yan yatırılmış, çizgisiz bir kâğıdın ortasına yazıp etrafına bir daire çizersiniz, sonra aklınıza gelen her şeyi, alakalı-alakasız, akıllı-saçma ayırmadan, asla sansürlemeden, son hızla zamana karşı yarışarak ve tamamen serbest çağrışımla ortadaki daireden, kavisli – yuvarlak hatlarla, eğik güneş ışınları gibi dallandırıp budaklandırarak bir “harita” çıkartırsınız ortaya. Bu işi renkli kalemlerle de yapabilirsiniz, resimler de çizebilirsiniz.
Yaratıcı yazma atölyelerimde öğrencilerime mutlaka öğrettiğim, kendim yazarken de tıkanınca başvurduğum bir yöntemdir zihin haritası çizmek. Yaratıcı sıçramalar, ezber bozan fikirler bu sayede çıkar ortaya.
Ömer Faruk’un gerek Bir Aşağılama Aracı olarak Çöp kitabında, gerekse Yarabıçak’ta sık sık zihin haritası yöntemi geliyor aklıma, fakat Ömer Faruk ezberin de ezberini bozuyor:
600 sayfalık Yarabıçak, araya Yelda Baler’in fotoğraflarının serpiştirilmiş olduğu beş alt-kitaptan oluşuyor; bunlar yazarın kimi zaman “felsefe” yaptığı, kimi zaman anılara ve anlatılara daldığı alt-kitaplar, fakat hepsinin ortak özelliği yapıları:
Zihin haritasını yazar sanki tersine çevirmiş, yani kitaplarının mimarisi, tersinden başlanmış birer zihin haritası gibi: Yazıyı merkezdeki kavramdan dışarıya doğru işlemiyor, –ki aslında bu da sınırlayıcı– haritanın dış kenarlarının sınırlarında hafif dokunuşlarla seyrediyor; sanki buralardan içeriye, içinde hiçbir şey yazılı olmayan boş bir daireye, bilinmeyen bir merkeze doğru işleyen bir yapı var – meselenin bilinmeyen “öz”üne ulaşmaya çalışırcasına.
Mülkiyet duygusunun çeşitli tezahürleri
Ömer Faruk’un çeperlerde ele alır göründüğü konular herkese pek hitap etmeyebilir – çöp, dışkı… Ama Yarabıçak’ın asıl dokusuna örülmüş ana ipliklerden en önemlileri mülkiyet, duvarlar, sınırlar gibi, esasında sonunda “özgürlük” meselesine bağlanabilecek kavramlar.
“Kelimeler”in de çok üzerinde duruyor; okudukça gerçekten de mülkiyet, duvarlar, sınırlar, kelimeler, özgürlük; hepsinin ve her şeyin ne kadar iç içe olduğunu kavrıyorsunuz. Ömer Faruk kelimelerin kısıtlılıkları nedeniyle düşüncelerimizi de nasıl sınırladığına ve hizaya soktuğuna dikkat çekiyor. Okurken sizin de beyninizde pıtrak gibi yeni fikirler canlanıyor; Yarabıçak çok ilham verici bir kitap!
Konuşmayı öğrendiğimiz andan itibaren anlam, kavramların boğucu sınırlarına hapsolur. Çok-dilli olmak, hiç değilse çok zengin bir kelime dağarcığına sahip olmak bu yüzden önemlidir: Kelimelerle düşünürüz. Her an her dakika kelimelerin kuşatması altındayız; kendimizle baş başa kaldığımızda bile kendimize kelimelerle telkinlerde bulunuruz – “ha gayret kızım”… Dolayısıyla, ne kadar çok kelime bilirsek düşüncelerimiz de o kadar incelikli, üst düzey ve rafine olacaktır. 31.000’den fazla kelime kullandığı, bugün İngilizcede halen kullanılan 1.700 kelimeyi icat ettiği söylenen Shakespeare’in aşka dair hissettikleri, “seni çılgınlar gibi seviyorum”un ötesinde ne diyeceğini bilemeyen birininkiyle aynı olabilir mi? Metaforlara zaten niçin başvururuz? Kelimeler duygularımızı tamı tamına ifade etmekte, zapt etmekte bazen o kadar yetersizdir ki, mecburen benzetmelerle derdimizi anlatmaya gayret ederiz. Şiir dili boşuna mı metaforik?
Zihnimde buna benzer çağrışımlara yol açıyordu Yarabıçak; kitabı okurken habire hem taze düşünceler hem de eski sorular ve anılar canlanıyordu: Şahsen hep merak ederim; kelimeleri öğrenene kadar acaba bebeklerin düşünce dünyasında ne gibi soyut, bize yabancı, bizim havsalamızın alamayacağı “yücelikler” vardır; bizim algılayamadığımız neleri görür, algılarlar; toplamda kaç duyuya sahiptirler de bizler kendi öğrenip bildiklerimizi, şu acınası bilgileri dayatarak onları şu sert, dünyevi zemine haşin bir şekilde indirir, o “yücelikler”i unuttururuz?
Küçük bir çocuk oyuncağına sarılıp “Bu benim!” diye ilk ağladığında, acaba bu mülkiyet duygusunu doğuştan mı beraberinde getirmiştir, yoksa bu, biz yetişkinlerden öğrendiği bir şey midir, merak ederim.
Yarabıçak’ı okurken mülkiyet duygusunun ne çeşitli tezahürleri olabildiğine ayılıyorsunuz!
Sabancı Üniversitesi’nde Yaratıcı Yazma hocalığı yaptığım yıllarda, özellikle “öykü kurgusu” konusunu işlerken yaptırdığım oyunumsu bir egzersiz vardı: Bir başlangıç cümlesi veriyorum; öykünün giriş paragrafı yazılıyor, sonra herkes başladığı öyküyü arkadaşına paslıyor. Şimdi herkes önüne gelen, başlanmış öykünün ikinci paragrafını yazarak öyküyü geliştiriyor. Sonra öyküler yine el değiştiriyor. Bu şekilde öykü elden ele 3-4 tur atıp tamamlanıyor.
İşin ilginç yanı, egzersiz bitiminde herkes “orijinal”, yani ilk başladığı öyküye yeniden kavuşunca kavga kopuyordu: “Öykümü niye öyle sürdürdün?” “O öykü öyle devam etmeyecekti!” Yani daha kaleme bile alınmamış olan hayal, bu ortak öykü egzersizinde mülkiyet meselesi hale gelebiliyordu! Hayal hırsızlığının, daha ortada bile olmayan bir öykünün mülkiyetinin kavgası!
Ömer Faruk’un Yarabıçak’ta, Mahmut Memduh Uyan’ın kitabından (Ben Bir İnsanım) zikrettiği bir olay, mülkiyetin daha da çarpıcı bir boyutunu ortaya koyuyor: İstanbul Gayrettepe Polis Merkezi’nde tutuklu bulunan Uyan’a bir evin adresini ele vermesi, “konuşması” için 35 gün insanlık dışı işkenceler yaparlar; Uyan direnir ve konuşmaz. Derken bir gece memurlardan biri, evde üç çocuğu olduğundan, eve odun, kömür alamadığından, zor geçindiğinden dem vurarak, “Memduh sen iyi insansın, bana yardım et, şayet konuşursan terfi eder, ikramiye alırım, ailem ihya olur” mealinde yalvar yakar Uyan’ı bu kez tatlılıkla ikna etmeye çalışır; yine nafile. Nihayet sorgulanmak üzere Uyan’ı Ankara’ya gönderecekler; aniden ortaya çıkan bu rekabet karşısında İstanbullu polislerin paçası tutuşur: “Konuşacaksan bize konuşacaksın, ibne… Seni biz yakaladık! (…) Konuştuğunu bir duyalım, seni alır gebertiriz!” (s. 552).
Yani bir anlamda, sen bizim mülkümüzsün, bize sadakat borçlusun; bizi aldatamazsın demeye getirirler…
“Mülkiyet” kavramıyla bağlantılı olarak Ömer Faruk’un zihin haritasının çeperinde dolaşan farklı kavramları ele alışındaki sıradışılık başınızı döndürüyor, peş peşe sizin de zihninizde kıvılcımların çakmasına yol açıyor.
Örneğin “sınır”… Sadece kapı, kilit değil; “aile” dahil, insan icadı her şeyin, ama her şeyin sınır olduğuna, bu sınırların bizi korumaktan ziyade, bizi gerçekte içeriye hapsettiğine ayılıyorsunuz.
İnsan icadı en büyük malikin ise ulus-devlet olduğunu kavrıyorsunuz:
Yarabıçak’ta aktarılanlardan, modernlik öncesi dönemde duyularımız arasında çok büyük bir değer uçurumu olmadığını öğrendim; bugünden farklı olarak, işitme ve dokunma duyuları öncelikli önemdeymiş. Çok da mantıklı değil mi; yeni doğmuş bebekleri bir düşünün, anneyle ten temasını, ilk duyuyu, duyuları – ben olsam oraya kokuyu da eklerdim. Günümüzde ise görme, görsellik ön planda. Yarabıçak üzerinden, ulus-devletin duyularla bağlantılı olarak kadın-erkek ilişkilerini de nasıl tanzim ettiğini öğreniyoruz.
Çingeneler
Kitabın çok önemli bir bölümü Romanlara tahsis edilmiş. (Kitapta onlardan “Çingeneler” olarak söz ediliyor. Hakikaten de “Çingene”, Romanlara atıfta bulunmak istendiğinde Türkçede kullanılan en yaygın kelime, fakat şuraya hemen not düşeyim: “Çingene” kelimesinin taşıdığı kötü anlam nedeniyle Romanlar –Romanyalılarla ilgisi yok– kendilerinden böyle söz edilmesinden hoşlanmazlar).
“Çingeneler” kitabın en ilginç bölümlerinden biri. Ömer Faruk dünyayı hayranlık duyduğu ve sınır tanımayan Çingeneler üzerinden yeniden okumaya girişiyor; çok ezber bozan bir bölüm.
“İnsanlık tarihine kısaca göz attığımızda bile elleri kana, katliama, günaha ve suça en az bulanmış halk olduğunu söyleyebiliriz Çingenelerin. Devlet kurmamış, kale yapmamışlar, düzenli orduları, bayrakları, milli marşları, ulusal önderleri, kahramanları, anıtları yok.” (s. 463)
Ömer Faruk’ın “Çingeneler”e hayranlığını iki kelimeyle açıklayabilecek en önemli nedeni, yine yazarın kendisinin zikrettiği başka bir yazarın ağzından duyarız:
“‘Normallik, ölümdür.’ Theodor W. Adorno”. (s. 375)
Yarabıçak bir yanıyla rahat kaçıran, diğer yanıyla rahat akan, keyifle okunan bir kitap. Çıkılan, kafa karıştırıcı, ezber bozucu bir yolculuk, ama Ömer Faruk sizi kaderinizle baş başa bırakmıyor; okur olarak elinizden tutup adım adım yazar yolculuğuna ortak kılıyor; kaybolmuyorsunuz. Ömer Faruk’un diğer kitaplarıyla, yazarla Mister Fa’nın ilişkisiyle biraz aşinalığınız varsa, zaten nispeten sağlam/tanıdık topraklara basmış gibi oluyorsunuz.
Ömer Faruk’un üzerinde kafa yorduğu ve Yarabıçak’ta ele aldığı önemli konulardan biri, Türkiye’de mustarip olduğumuz zihinsel kalite krizi. Bu seviye düşüklüğü her alana yansıyan entelektüel bir kriz – ilişkiler, edebiyat, bilim…
Sorar anlatıcı: “Bu toprakların geçmişinden hangi şiiri çekersen büyük bir boşluk oluşur?” (s. 457). İngilizlere “Hindistan’ı mı verirsiniz Shakespeare’i mi?” diye sorulduğunda, hiç tereddüt etmeden “Hindistan’ı veririz, çünkü Shakespeare olmaksızın biz kendimiz olarak kalamayız” diye cevap verdiklerinin aktarıldığını anlatır ve sonra büyüteci “biz”e çevirir: Acaba Osmanlı İmparatorluğu’nda olsun, Türkiye Cumhuriyeti’nde olsun, örneğin Mısır’la tartılabilecek herhangi bir şair var mıdır? Bize çentik atmış, ruhumuza dokunmuş klasiklerden yoksun oluşumuz sonucunda çocuklukta, ergenlikte sıkışıp kaldığımızı acıyla aktarır. (s. 459)
Ömer Faruk’un uzun uzun anlattığı “Çingeneler”in sınır, kural ve mülkiyet tanımazlığına benzer şekilde, kitabın sonunda tabuların yıkıldığı, zamanın, mekânın, inançların ve her şeyin birbirine girdiği bir “Karnaval” bölümü var ki, kitaba apayrı bir şenlik katıyor! Uzun uzun anlatılan Karnaval bence rengârenk, katman katman bir kitap olarak Yarabıçak’ı tanımlayacak en güzel ve en yerinde metafor: İkisi de insanın beyin kıvrımlarını gıdıklıyor. İkisi de sefil halimize hiç acımaksızın projektör tutuyor. Kendimizi içine soktuğumuz paradokslar, çıkmazlar… Zalimliğimiz… İkiyüzlülüğümüz…
İkiyüzlülükler
“Projektör” ve “ikiyüzlülüğümüz” derken – kitapta eski sol örgütler de bu ifşaattan bol bol nasiplerini alıyorlar: Ömer Faruk alimallah hiç kimseyi kayırmıyor; pek de alışık olmadığımız şekilde, eski soldaki zulümle ve ikiyüzlülükle yüzleşiyor.
1970’lerde sol örgütlerin uyguladıkları, yobaz dinci tarikatları aratmayacak o inanılmaz cinsel-ahlaki baskılar… Kızlara yapılan “bacı” muhabbeti… Kızların etek boylarından tutun, sözümona devrim yapmayı tasarlayan bu örgütlerin takıldığı kılık kıyafet ve davranış kodları, bunları ihlal edenlerin maruz kaldığı aforoz…
Bu anlamda Yarabıçak aynı zamanda bir dönem kitabı; ben de Ömer Faruk’un kuşakdaşı olarak kitabın bu bölümlerini okurken her şey öyle aşina geldi ki!
1970’ler dönemine ve eski solcuların ahlakçı zihniyetine ışık tutmak babında, Ömer Faruk kitapta bir zamanlar ODTÜ’de dağıtılmış bir sol bildirinin fotoğrafına da yer vermiş. Şimdiye kadar varlığı inkâr edilen, Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi’nde de yer almayan bu bildiri bu kitapta ilk kez yayımlanıyor. Dönemi yaşamış olanlar için çok eğlenceli, adeta nostaljik bir bildiri; burada iki paragrafını paylaşmak isterim:
“(Bizler), faşizmin katlettiği arkadaşlarımız için, faşizmi lanetlemek ve mücadele bilinç ve kararlılığımızı yükseltmek için forum yaparken, aynı anda çimenlerde, şurada burada erkek ve kız arkadaşların kayıtsız ve saygısızca diye nitelendireceğimiz ilişki ve davranışlarına tanık olmak utanç vericidir.
ODTÜ gibi devrimci mücadelede sesini duyurmuş, yerini belirlemiş bir okulda, jandarma ve işçilerin böyle davranışlara tanık olmasının onlar üzerinde nasıl olumsuz bir etki bırakacağını, burjuvazinin yalan ve iftiralarına kanmalarına nasıl bir zemin hazırlayacağını düşünmeli ve bunu hiçbir zaman akıldan çıkartmamalıyız.” (s. 560)
Gerçekten de devrimcinin cinsiyetsiz ve edepli, ailevi ve bütün duygusal bağlardan kopuk olması bekleniyordu. Bırakın sevgiliniz olmasını, biriyle el ele bile görünemezdiniz. Nitekim kitapta da Ömer Faruk bu duruma dikkat çekmek, devrimi sevişmenin önüne geçirmenin açmazlarına işaret etmek istiyor. Kitaptaki anlatıcının devrimciliğe soyunmasıyla aileyi terk etme, anneyle son kucaklaşma, anne kokusu gibi duygu yüklü konular iki cümleyle geçiştirilmiş. Buna karşılık kitap boyunca yoğun bir şekilde bağlanma ve ayrılık sızısı temalarına tanık oluyoruz.
Erkek bakışı
Burada yeri gelmişken kadın arkadaşlarımı uyarayım: Yarabıçak, çok “erkek”, hatta belki kimine göre maço denebilecek bir kitap. Burada “maço”nun sözlüklerde yer alan kaba, görgüsüz, kadını hor gören erkek tanımını kastetmiyorum, hatta tersine: Ömer Faruk kitap boyunca sık sık erkeklerin eksikliklerine, zaaflarına, duyarsızlıklarına vurgu yapıyor. (“Erkek küçülebilen bir yaratıktır.” – s. 500) Kastettiğim, baştan sona –kadınlara bakış başta olmak üzere– hep bir erkek bakışı, bir erkek değerlendirişi ile karşılaşıldığı; kitabın dili, erkek ve eril bir dil. Bu yanıyla kitabın kadınları olduğu kadar yer yer erkekleri de rahatsız edebileceğini düşünüyorum.
Fakat bu maçoluğun içinde bir kırılganlık var; buradaki erillik şiddet yüklü veya düşmanca değil, aksine buram buram hüzün kokuyor. (Kim bilir, aslında belki de maçoluk veya erillik zaten hüzünlü bir durumdur…) Kitapta anlatılan hikâyelerde pek çok konunun boş bırakıldığını fark ediyorsunuz; anlatılanlar kadar, anlatılmayan da çok şey var ve bunlar anlatılanlar kadar önemli; genel tablonun tamamlayıcıları.
“Banka soymuş bir devrimcinin samimi itirafları” alt-kitabında anlatıcı, siyasi maceralarını ani bir zamansal girişle başlatıyor; öyle ani bir gaza basış ki bu, bu noktadan öncesine, örneğin çocukluğa, yeniyetmeliğe dair hiçbir şey öğrenemiyoruz; bir boşluk duygusuyla başlıyorsunuz bölüme: Devrimcinin geçmişinden, duygu içerebilecek anılarından kopuş.
Evet, kitapta kadınlara bakış bir yandan erkekçe, ama ezilen ve hakları yenen, ayrıca cinsel haklarından mahrum bırakılan kadınlardan yana tavır bazen açık, bazen gizli biçimde karşımıza çıkıyor.
“Anne, oğlun beni kalaylamıyor!” Bu türkü dizesi anlatıcıyı çok etkiliyor:
“Örgütlü kadın hareketlerinin ‘bedenlerini salt savunmak’ yerine ‘bedenlerini sahiplenerek karşı atağa geçmesini’ de gözeten bu ‘yaratıcı pervasızlığı’ neden edin(e)medikleri üzerine çok düşündüm – açıklayamadım.” (s. 455)
Cinsel açıdan erkeklerden çok daha aktif ve atılgan olan Çingene kadınlarını bol bol konu eden anlatıcı, Melih Cevdet Anday’ın Raziye romanına yer yer atıfta bulunuyor – kadınlardaki bu “yaratıcı pervasızlık” karşısında şaşakalan erkekleri, bir nevi “erkekliklerinde boğulan erkekler” olarak sunuyor.
Bolca küfür ve açık saçıklık var kitapta; buna karşılık bu konularla hiç ilgisi olmayan bir şekilde çocuk teması, çocuk hakları teması karşımıza çıkıyor sık sık.
“Çocuğu küçük yaşta sünnet ederek bedenini yaralamak zalimliktir!”
“Çocuk parklarının mabet ve okullardan daha az olduğu her toplumsallık çocukların çocukluklarını gasp eder!”
“Âşık olmadan çocuk yapmak suçtur!” (s. 269)
Davet ve yolculuğun sonu
Peki, Ömer Faruk’un şaşırtıcı zihin haritasının içeriye, merkeze, ruha, öze yönelen yolculuğunda nereye varıyoruz?
Bir kere, Yarabıçak bir davet: Bizleri kendi yaralarımızı cesurca bıçaklamaya davet ediyor Ömer Faruk; hepimiz hem yarayız hem bıçak. Yaralığımızla ve bıçaklığımızla samimiyetle yüzleşmeye ve bunu açık açık deklare etmeye bir davet.
Fakat bu davete icabet etmenin zorlukları var; kitap tekrar tekrar bunlara dikkat çekiyor: Geçmişi değerlendirişimizdeki zaaflarımız… Düşünme ve görme sınırlılıklarımız… Akıl almaz ikiyüzlülüğümüz… Kibrimiz… Hele de çıkmazlarımız: Yüzleşmeler sırasında bir şeylere silah tutmak isteriz, ama Ömer Faruk’un işaret ettiği üzere, o silah bize ait bile değildir; dahası, silahı üreten ile silahı kullananın kapasitesi arasında dünyalar kadar fark vardır; böyle olunca geriye kalan tek çare, kendimizi silaha dönüştürmektir!
Kitap pek çok açıdan çok-katmanlı olduğundan, rüya, kurgu, hakikat sık sık iç içe geçiyor; anlatıcı, yazar, Mister Fa ve başkaları girift bir şekilde birbirine karışıyor. Tıpkı kitapta anlatılan Çingenelerin, “Gaco”ların kafasını karıştırmak için başvurduğu şaşırtmalı dil gibi veya tarif edilen karnaval sahneleri gibi, kitap olarak Yarabıçak’ta da sık sık böyle bir şaşırtmalı dil kullanılıyor:
Hani küçük çocuklar eğlenmek için apartman zillerini çalıp kaçarlar ya… Bu da yine sınırlarla, mülkiyetle bağlantılı bir eğlencedir: Hem ziller hem de vakit, sonuçta büyüklere ait, büyükler için değerli “şey”lerdir; büyüklerin bu mülklerine dokunmak ise onların tahammül sınırlarını test ve tahrik ettiği için zevklidir ya...
İşte, Bir Aşağılama Aracı Olarak Çöp’te de, Yarabıçak’ta da Ömer Faruk, şaşırtmalı dilin yanı sıra, araya mutlaka müstehcen bir fıkra, komik bir hikâye, bir deyiş veya olay serpiştirip, zili çalıp kaçıyor! Bana sorarsanız bu zil çalmalar ciddi konuların arasına birer soluklanma fırsatı sunuyor.
Son olarak şunu söylemek isterim:
Ömer Faruk kitap boyunca büyük bir sabır ve dürüstlükle, ortaya attığı en ufacık düşünce kırıntısı için bile kimden, neden, hangi kitaptan veya filmden esinlendiğini yazmış, ki bence bu, çok kıymetli ve pek az kişinin gösterdiği bir ahlaklılık. Bununla da yetinmemiş, okurların yararlanması için kitabın sonunda büyük bir cömertlikle, referans aldığı kitap ve filmlerin kapsamlı listesini sunmuş; bu liste kitaba apayrı bir değer katıyor.
Kitaptan bir paragrafla bitireyim:
“Hayatın tartışılmaz iki temel gerçeği vardır: Doğum ve ölüm. Aradaki döneme hayat diyoruz. Ölüm kaçınılmaz, tamam; bütün sorun, ölümün gölgesinde mi yoksa doğumun neşesinde mi yaşayacağız? Yasla mı yoksa gülümsemeyle mi yürüyeceğiz; ölüm bizi ele geçirerek bir cesede mi dönüştürecek yoksa bedenini ele geçiren bir varlık olarak neşeye mi sahip çıkacağız? (…) Aslında soru çok ama çok basit: Doğumu mu seveceğiz yoksa ölümü mü?” (s. 354)
Önceki Yazı
Hırsızın Günlüğü ya da
Sıkı Gözetim altında bir yazar
“Genet, düşmanın kelimelerini, sentaksını, dilini kullanır. Müstehcen çığlıklar, sözüm ona asil jestlere ve en saygı duyulan sözlere karışır. Kelime dağarcığı argo terimlerle duyuların algıladıklarını son derece hassas bir şekilde ifade eden karmaşık terimler arasında gidip gelir. Kendi suçlu dünyasına bir kutsiyet addeder.”
Sonraki Yazı
Ophelia’nın baharı taşıyan çiçekleri
“Ophelia delirmeden önceki tüm sahnelerinde bir dinleyici gibidir; ağabeyinin, babasının ve Hamlet’in söylediği cümlelerde bekleyen sessiz bir dinleyici… Aklını kaçırdıktan sonra ise başka biri olarak karşılar bizi. Susmaksızın şarkı söyler, artık dinleyen değildir, kendini dinleten ve içindeki her şeyi şarkılarla akıtandır.”