Yanlış yazılan tarihi daha da yanlış yazmak
“Gerçekte var olmayan ama aslında çok sayıda benzeri mevcut bu insanların hayalî yaşamöyküleri üzerinden son derece net bir politik mesaj veriyor Bolaño. Kurguyla gerçeği harmanlayarak, dümdüz söylendiğinde pekâlâ yavan ve sert gelebilecek bazı şeyleri söylemenin akla hayale gelmedik yollarını icat ediyor.”
Roberto Bolaño. Fotoğraf: M. Urbano.
“Düzen ve düzensizlik, adalet ve adaletsizlik, Tanrı ve boşluk hakkında bir roman…”
Kelimeler bu kitaba dair değil, bu kitabın içinden; kitapta bahsi geçen bir başka romanı tarif etmek için yazmış Bolaño, ama bu tuhaf kitabı bundan daha iyi tanımlayacak başka sözcükler bulmak zor olduğu için, ben de yazarın yardımına başvurmak istedim: Çünkü Amerika Kıtasında Nazi Edebiyatı tam da bu işte.
Şilili yazar Roberto Bolaño’nun dilimize ilk kez bu yıl çevrilerek yazarın külliyatını tamamlamaya hevesli benim gibi pek çok okuru sevindiren Amerika Kıtasında Nazi Edebiyatı romanını pek çok açıdan çok heyecan verici buluyorum: Üslubu, içeriği, derdi… Ama en çok da kurgusu itibarıyla.
Hiçbir şey bilmeden onu eline alacak okur için ilk bakışta kitap çok sıradan görünebilir. Mesele şöyle: Şili’nin çıkardığı en büyük yazarlardan biri olan Bolaño, bu defa Amerika kıtasının iliklerine işlemiş Nazizmi didikliyor. Malum, Latin Amerika’nın İkinci Dünya Savaşı sonrası çok sayıda Nazi’nin kıtaya iltica etmesiyle iyice belirginleşen bir aşırı sağ meselesi var. Bolaño da faşizme meyilli çeşitli aydın ve yazarın hayat öyküsüyle kariyerini anlatıyor bize bu romanında.
Dikkatli okur bu noktada beni düzeltmek isteyebilir; “Bunun nesi roman yahu, düpedüz bir antoloji bu anlattığınız” itirazı anlaşılır olur. Yanıtlayayım: Bu bir roman, çünkü Bolaño’nun hayat hikâyelerini ve eserlerini uzun uzun anlattığı insanların hiçbiri gerçek değil! 200 sayfa boyunca hiç var olmamış birtakım yazarların, zaman zaman birbirleriyle de kesişen hayat öykülerini okuyorsunuz. Nerede doğduklarından kariyerlerinin nasıl başladığına, radikal sağa ne aşamada meylettiklerinden en somut Nazizm övgüsünü hangi eserlerinde yaptıklarına, politik faaliyetlerinden kişisel buhranlarına… Olmayan yazarların olmayan hayat öyküleri… Bolaño aralara gerçek insanlar da serpiştirmiş ve onları ayırt etmeyi de okura bırakmış: Karakterlerinin yolları zaman zaman Cortazar, Borges, Adolfo Bioy Casares gibi kıta edebiyatının büyük isimleriyle kesişiyor.
Bu sınıflandırması, bir şeye benzetmesi, tanımlaması zor kitabın içeriğine biraz daha girmeden evvel, kurgu ve gerçeği ayıran çizgiye ve onu maharetle muğlaklaştırma geleneğine dair birkaç şey söylemek ve elbette ki Jorge Luis Borges’i anmak istiyorum. Borges’in 1939 tarihli ünlü “Don Quixote Yazarı Pierre Menard” öyküsü, muhtemeldir ki bu eseri kaleme alırken Bolaño’nun çıkış noktalarından biriydi. Borges bu öyküsünde, “başka bir Quixote yazmak değil, Don Quixote’nin kendisini yazmak isteyen”[1] hayalî bir yazarı, Pierre Menard’ı anlatır. Farklı, çağdaş bir Quixote yazmanın gayet kolay olduğunu söyleyen Borges, önce tek tek –olmayan– eserlerini sıraladığı Menard’ın yapmaya çalıştığı işi –güya– kendisine yazdığı mektuplardan da yola çıkarak tarif eder: “Kopya etmek değil, Cervantes’inkilerle –kelime kelime, satır satır– örtüşecek birkaç sayfa yazabilmek.” Borges öyküde uzun uzun Menard’ın Quixote’sinin neden Cervantes’inkinden farklı olduğunu anlattıktan sonra, her iki eserden birer cümle alıntılayarak aradaki farkı “ispat etmeye” girişir:
Menard’ın Don Quixote’sini Cervantes’inkiyle karşılaştırmak çok şeyi açığa çıkaracaktır. İkincisi şöyle yazmış örneğin (birinci kitap, dokuzuncu bölüm):
“…gerçek ki anası tarihtir; zamanla yarışır, eylemlerimizin arşivi, geçmişe tanık, şimdiki zamana örnek olur, yol gösterir, geleceğin akıl hocasıdır.”
17. yüzyılda, (alaydan yetişme dahi) Cervantes tarafından yazıldığında, bu sıralama tarihe düzülmüş bir övgüden başka bir şey değildir. Oysa Menard şöyle der:
“… gerçek ki anası tarihtir; zamanla yarışır, eylemlerimizin arşivi, geçmişe tanık, şimdiki zamana örnek olur, yol gösterir, geleceğin akıl hocasıdır.”
Tarih, gerçeğin anası; akıllara durgunluk verecek bir düşünce. William James’in çağdaşı olan Menard tarihin gerçekliğin bir irdelenmesi süreci değil, gerçeğin kökeni olduğunu söylüyor. Ona göre tarihsel gerçek, olup bitenler değildir; tarih bizim olduğuna hükmettiğimiz olaylardır.
Dikkatli okurumuzun isyan eden sesini bir kez daha duyar gibiyim: “Ama bu cümleler birbirinin aynısı!”
Öyle mi sahiden? Aynı cümle, üzerinden 300 sene geçtikten sonra yeniden yazıldığında, aynı cümle olmaya devam eder mi? Tarihin dişlileri çalışmış, insanlığın üzerinden milyarlarca olay akıp geçmiş, ardımızda bıraktığımız entelektüel birikim büyümeye devam etmiş ve bunca giriftleşmişken, aynı şeyi yeniden söylemek, aynı şeyi söylemek midir? Öyküyü okudukça Borges’in hayalî kahramanı Menard’ın yaptığı işin gerçekten de Quixote’yi kelime kelime yeniden yazmak olduğunu, yıllar süren bu büyük çabasının aslında bir yazma değil, okuma eylemi olduğunu, ama tam da bu yüzden ortaya çıkanın bir başka kitap olduğunu anlarız.
Borges faslını kapatmadan bir küçük not: Kendisinin Bolaño’ya da ilham veren “yazar icat etme” hevesinin bir başka örneğini görmek isteyen okurlar, Adolfo Bioy Casares ile beraber H. Bustos Domecq mahlasıyla yazdıkları kitaplara bakabilirler.
Benim burada Domecq’i değil Pierre Menard’ı anma sebebimse, Menard örneğinde Borges’in yaptığı tarih vurgusu. Çünkü Bolaño’nun Amerika Kıtasında Nazi Edebiyatı eseri de “tarihin ne olup ne olmadığını sorgulama girişimi” aslında. Bu noktada aklıma İngiliz yazar Julian Barnes’ın yine bir “tarihi başka biçimde yazma” girişimi olan 10½ Bölümde Dünya Tarihi adlı romanında ettiği şu cümle geliyor:
“Tarih, olan biten değildir. Tarih, tarihçilerin bize anlattığı şeydir.”[2]
Bu durumda Bolaño’nun bir edebiyat tarihçisi titizliğiyle hazırladığı bu antolojiyi pekâlâ bir tarih çalışması olarak göremez miyiz?
Keza yine Julian Barnes’ın şu cümlesi de Bolaño’nun kitabını daha iyi anlamamıza yardımcı olabilir:
“Tarih, belleğin kusurlarının, belgelemenin yetersizlikleriyle buluştuğu noktada üretilen kesinliktir.”[3]
Belleğin kusurlarını, dinamizmini ve nasıl seçici olduğunu geçen yüzyılın başlarında Marcel Proust’tan güzelce öğrendik. Belgelemenin yetersizliği yahut kimi dönemlerin gayet bilinçli şekilde yetersiz belgelenmesi ise hepimizin malumu. Şu durumda Bolaño’nun büyük bir kesinlikle yazdıkları, niçin tarihin ta kendisi olmasın? Kurgunun gerçekliğe karşı en büyük gücünün, ikincinin aksine yanlışlanamaması olduğunu anımsamak gerekiyor.
İşte tam burada, aksi belgelenemeyeceği için aslında yanlışlanamayacak “veri”lerle dolu bu kitabın kudreti ortaya çıkıyor. Gerçekte var olmayan ama aslında çok sayıda benzeri mevcut bu insanların hayalî yaşamöyküleri üzerinden son derece net bir politik mesaj veriyor Bolaño. Kurguyla gerçeği harmanlayarak, dümdüz söylendiğinde pekâlâ yavan ve sert gelebilecek bazı şeyleri söylemenin akla hayale gelmedik yollarını icat ediyor. Bilerek belgelenmemiş, belgeleri tahrif edilmiş hikâyeleri, “tehlikeli” olabileceği için üzerine konuşmamanın sessiz bir mutabakatla kabul edildiği “suç”ları anlatıyor, üstelik icat ettiği yöntemle kendini olası bir karşı suçlamaya karşı güvence altına almış oluyor. Hiçbir şey söylemez gibi görünerek çok şey söylüyor.
Latin Amerika’nın Nazilere ve Nazizm’e sessizce kucak açışının hakikatini, hakikatten kopup yeni bir hakikat yaratarak ortaya koyuyor. Olmayan devlet başkanları, hayalî büyükelçiler, savcılar, yargıçlar, sıradan insanlar, okurlar, yayıncılar… Bu suçun parçası olan herkes, alternatif görünen ama aslında öyle olmayan bir gerçeklikte yeniden, başka biçimlerde yaratılarak kitapta arz-ı endam ediyor. Bolaño, Latin Amerika’nın ve Latin Amerikalı yazarların zihinlerinde faşizme açtığı yeri, olmayan (yahut aslında olan ama adı konmamış) edebi akımlar yaratarak, adeta kendi mitolojisini icat ederek ortaya koyuyor, kimseyi işaret etmeden herkesi tek tek ifşa ediyor.
Alberto Manguel’in yukarıdaki Borges alıntısına referansla yazdığı şu cümleyi de tam burada anımsamak gerektiğini düşünüyorum:
“Tarih hakikatin anası olabilir ama gayrimeşru çocuklar da doğurabilir.”[4]
Bu gayrimeşru çocuklar karşısında Bolaño’nun bulduğu çözümü, zaten yanlış yazılan tarihi daha da yanlış yazmak olarak tanımlayabiliriz. Tıpkı matematikteki gibi, iki eksi bir artıyı doğuruyor; yanlış biçimde yeniden yazılan yanlış tarih, ortaya saklanan hakikati çıkarıyor. Bolaño bunu yaparak bize baskıcı, sözü kısıtlayan rejimlere direnmenin ne kadar yaratıcı yollarını bulabileceğimizi de söylüyor. Bu tuhaf kitabın son derece absürd ve komik olduğunu (devlet başkanlarının mastürbasyon yarışması düzenlemesi gibi şeylerle karşılaşacaksınız) da ekleyeyim; yazarın tüm bu ikiyüzlülüğü mümkün kılmak için insanların kendilerini ne biçimde küçülttüklerini son derece alaycı biçimde anlatmasının da yine direnmenin sonsuz biçimlerine dair bir ders niteliği taşıdığını düşünüyorum.
Benim için 2023’ün kitabı tüm bu sebeplerden ötürü bu kitaptır. Ayrıca bunun vahşi, dehşetengiz, kötülüğün günlük hayatın her yerine sindiği, şeytani Bolaño külliyatının en önemli parçalarından biri olduğunu da ekleyeyim: Yazarın kült eserleri olan Tılsım’ın, 2666’nın ve Vahşi Hafiyeler’in pek çok anlamda tamamlayıcısı olan, kendisinin bu eserlerindeki karakterlerine de yer yer göz kırpan bir roman. Bu kitaba sonunda kavuşmuş olmamızın bu senenin en kıymetli edebiyat olaylarından biri olduğu kanaatindeyim.
Son olarak, yazının başından beri itirazlarına ses verdiğim okur hâlâ “Bu tam olarak bir roman değil ama” diye içten içe kıvranıyorsa eğer, ona son bir cevap vererek bitirmek istiyorum bu yazıyı. Milan Kundera’nın, Curzio Malaparte’ın Can Pazarı romanı için yazdığı cümleler[5] pekâlâ Amerika Kıtasında Nazi Edebiyatı için de sarf edilebilir:
“Biçim bakımından okur çoğunluğunun roman dediği şeye benzemediğini bilmeme karşın yineliyorum: Bu bir romandır. Zaten bu nadir bir durum da değildir; ilk ortaya çıktıklarında yaygın olan roman kavramına benzemeyen çok sayıda büyük roman vardır. Ne olmuş? Büyük romanlar zaten daha önce var olanı tekrarlamadıkları için büyük değil midir?”
Değil midir?
NOTLAR:
[1] Jorge Luis Borges, Ficciones, çev: Fatih Özgüven, İletişim Yayınları, İstanbul, 2018, 5. baskı, 203 s.
[2] Julian Barnes, 10½ Bölümde Dünya Tarihi, çev. Serdar Rifat Kırkoğlu, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2019, 320 s.
[3] Julian Barnes, Bir Son Duygusu, çev. Serdar Rifat Kırkoğlu, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2023, 160 s.
[4] Alberto Manguel, Okumalar Okuması, çev. Sevin Okyay, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2022, 364 s.
[5] Milan Kundera, Bir Buluşma, çev. Roza Hakmen, Can Yayınları, İstanbul, 2017, 184 s.
Önceki Yazı
“Bence” yılın kitabı, 995 Km:
Bir yetimden tetikçi yaratan karanlık
“Daha çok kavramlarla ve siyasi analizlerle tartışılan meselelere edebi kurgunun imkânları ve sınırları içerisinde Mungan’ın bir müdahalesi olarak değerlendirmek mümkün 995 km’yi. Roman aynı zamanda 1990’lara hâkim karanlık, korkulu atmosfer ve bu atmosferin kimlere nasıl yaradığına da ilişkin.”
Sonraki Yazı
İkinci Dünya Savaşı hâlâ güncel
“Son yıllarda şahit olduğumuz pek çok gelişmeyi İkinci Dünya Savaşı sonrası hâkim olan ‘Batı demokrasileri paradigmasının’ çözülüşü olarak okumak mümkün. Özellikle Rusya-Ukrayna savaşı vesilesiyle sıklıkla İkinci Dünya Savaşı tarihine göndermelerle karşılaşıyoruz. Bugünlerde en sıcak gündem olan İsrail-Filistin çatışmasının gerisinde de, İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan dünya düzeni var.”