Valeria Luiselli’nin denemeleri:
Eğik bir ışığı hayal ederek
“Boşluklar, eksiklikler, aralıklar, yokluklar; Valeria Luiselli düşünürken ve yazarken bunların üzerinde durmayı seviyor, dolulukların, tamlıkların, varlıkların üzerine eğik bir ışık tutup bunları seçmeye çalışıyor.”

Valeria Luiselli
Sahte Belgeler, Valeria Luiselli’nin Türkçedeki son kitabı; oysa onun yayımlanan ilk kitabı – henüz yirmili yaşlarındayken kaleme aldığı denemelerden oluşuyor. “Denemeler” diyorum, ama bu metinler bir araya geldiklerinde tek bir denemeden oluşan bir kitap duygusu bırakıyor. Luiselli’nin bunu baştan tasarlayıp tasarlamadığını bilmiyorum ama bende bıraktığı duygu bu. Konu, izlek birliği mi bu duyguyu yaratan? Hem evet hem hayır diye yanıtlanabilir bu soru. Bu soruya yanıt vermeye çalışmadan önce Luiselli’nin yaşamöyküsüne kısaca bakma yanlısıyım. Şunu da belirteyim, yaşamöyküsel bir anlatı değil ama hayatından bazı izlere değinmekten, hatıralarını aktarmaktan çekinmemiş. Beri yandan Luiselli’nin yaşamöyküsünün bu söylediğimden daha baskın olduğu da söylenebilir pekâlâ; kronolojik olarak neler yaptığını, nerelerde yaşadığını anlatmıyor, ama anlattığı, baktığı, çözümlemeye çalıştığı mesele ne olursa olsun, bir yerde kendisine de bakıyor, ya da kendisinden de bakıyor.
Türkiye’de daha çok romanlarıyla tanınan ve sevilen Luiselli’nin 2021’de Bana Sonunu Söyle isminde bir de deneme kitabı yayımlanmıştı. Tematik bütünlüğü olan bu kitapta Meksika-ABD sınırında yaşanan kriz ve sonrasında ortaya çıkan mülteci çocuklar konusunu, kendisinin adliyede yaptığı tercümanlık deneyimlerini de katarak tartışmıştı Luiselli. Bu kitap hakkında K24’te yazdığım yazıda Luiselli’nin hikâye anlatmayı bir insan hakları aktivizmine çevirdiğini belirtmiştim. Sahte Belgeler’deki metinlerde böyle bir yan yok, ancak ülkeler, sınırlar, kimlikler gibi Bana Sonunu Söyle’de ele alınan başat meseleler, çok daha geniş bir perspektiften de olsa, bu kitaptaki denemelerde de tartışılıyor, anlamlandırılıyor – elbette sınırların ihlali de.

Çocukluk fotoğrafı.
Bana Sonunu Söyle’nin “Sunuş”unda Jon Lee Anderson, “Luiselli’nin kitabı[nın] doğum yeri olan Meksika’yla sonradan seçip benimsediği evi, ABD arasındaki ilişkide tam bir kriz ânı yaşandığı sırada çıktı[ğını]” belirtiyordu. Meksikalı-Amerikalı bir yazar yani. Meksika’da doğmuş, iki yaşındayken ailesi ABD’ye, Wisconsin’e taşınmış. Babasının bir STK çalışanı olması nedeniyle aile Kosta Rika, Güney Kore ve Güney Afrika gibi dünyanın çok farklı ülkelerinde yaşamış. Anne babasının boşanmalarının ardından annesiyle beraber Meksika’ya dönmüş. Meksika Ulusal Özerk Üniversitesindeki eğitiminden önce bir süre Hindistan’daki Mahindra College’a devam eden Luiselli Meksika’da felsefe lisansını tamamladıktan sonra ABD’ye modern dans okumaya gitmiş, bir müddet Birleşmiş Milletler’de staj yapmış, sonra da Columbia Üniversitesi’nde karşılaştırmalı edebiyat doktorasını tamamlamış. Halen New York’ta yaşıyor. Wikipedia’dan derlediğim bu bilgilerde bulunmayan bir “kimliği” yahut aidiyeti daha var Luiselli’nin. Bunu Sahte Belgeler’in sonlarına doğru öğreniyoruz. “Lombardiyalı bir nonno [büyükbaba] sayesinde” ailesinin ve kendisinin İtalyan vatandaşlığı olduğunu belirtiyor. Bunu açıkladığı bölümün tamamı şöyle:
Ben hiçbir zaman büyük bir kimlik krizi yaşamadım. Hele de ulusal bir kimlik edinmek gibi bir kaygım hiç olmadı. Neredeyse hiçbir zaman Meksika’da daimi bir ikametgâhım olmamasına ve “Lombardiyalı bir nonno [büyükbaba] sayesinde ailemin ve benim İtalyan vatandaşlığımız olmasına rağmen Meksika’nın benim ülkem olduğunu her zaman biliyordum; bu, gerçek bir iman eyleminden ziyade bir tür ruhani tembellikten kaynaklanıyordu. (s. 102)
Bu alıntıdaki “kimlik krizi” ve “ülkem” gibi kelimeler ve aktardığım yaşamöyküsü özeti Luiselli’nin denemelerinin bu başlıklar çevresinde dolanan metinler olduğu fikri yaratmasın; bunlardan büsbütün yalıtık olmamakla beraber, çok daha geniş anlamıyla “sınırlar” konusunu dert edindiği söylenebilir yine de. Ülkelerin sınırı da dahil hiç kuşkusuz, ama bedenin sınırı da:
Aslında bir anatomistle bir kartograf aynı işi yapar: Her ikisi de doğası kati sınırlara, tanımlara, belli limitlere direnmek olan bir gövdede az çok keyfi hudutların izini sürer – yoksa doktor dil nerede bitiyor, yutak gerçekten nerede başlıyor nerden bilsin? (s. 26)

Öbür anlamıyla “dil”in sınırları da dahil. Luiselli’nin, 1952’de Romanya’dan ve Rumenceden uzaklaşmak zorunda kalan şair Gherasim Luca’dan söz ederken Deleuze’den yaptığı alıntı:
“Bir dil kekelemeye, mırıldanmaya, teklemeye başlayacak kadar zorlandığında… –diye yazar Deleuze– o zaman dil bir bütün olarak dışını belirleyen sınıra ulaşır ve onu sessizlikle yüzleşmeye zorlar.” (s. 68)
Şehrin ve şehri oluşturan birimlerin sınırları da – belirgin ya da müphem olsalar bile. Meksika’daki bir grup mimarın “relingos” adını verdikleri “kent artıklarını”, “boş arazileri”, “şehir kazalarını” anlatmaya çalışırken de sınırlar kaçınılmaz olarak işin içine giriyor:
Belirli sınırları, etrafında onu sınırlandıran bir çit ya da duvar olmayan çorak bir alan, her ne kadar fiziksel olarak şehrin tam ortasında, iki ana caddenin kesiştiği noktada yahut yeni yapılmış bir köprünün altında yer alsa da büyükşehir hayatının kıyısında kalan bir tür arazi. (s. 72)
Relingo denen yerlerin belirli sınırları yok; şehirdeki başka birimlerin sınırları belirlenir, çizilirken arada kalmış boşluklar olsa gerek bunlar. Bu yüzden Luiselli’nin tanımlama çabaları içinde “şehir kazaları” sözü bana en uygunuymuş gibi görünüyor. Kazaen bırakılmış boşluklar – belki de bir yeri şehir yapan bunlar; şehirler muhtelif birimlerin inşasıyla değil, o birimlerin arasında kazaen bırakılmış boşluklar ya da artıklar sayesinde başka bir şey değil de şehir oluyorlar.
Meksiko bir başka odak Luiselli’nin Sahte Belgeler’deki denemelerinde. Kurumuş bir gölün bulunduğu vadiye kurulmuş bir şehir ve Luiselli’nin belirttiğine göre başka büyük şehirlerin aksine bir merkezi var, ancak “hudutsuzca genişlemiş”. Meksiko’nun genişlemesindeki paradoks çok ilginç. “Berlin, Paris veya New York’un aksine belirli bir kent merkezine sahipken”, “bu merkezin etrafına yerleşilme[miş]” ve “bütünlük içinde olma şansını tamamıyla yitir[miş.]” Bunu başta mantığa aykırı bulmakla beraber bir başka olasılığa da işaret ediyor Luiselli.
Belki şehrin, sınır çizgisini bütünüyle kaybedene, Meksika Vadisi havzasının dışına taşana dek hudutsuzca genişlemesini sağlayan da o merkezin verdiği güvendir, kim bilir. (s. 30)

Sahte Belgeler
çev. Seda Ersavcı
Siren Yayınları
Kasım 2024
112 s.
Kuzey Amerika’nın nüfusu en kalabalık şehri olan Meksiko’nun böyle hudutsuzca genişlemesi İstanbul’u hatırlatmıyor mu? Luiselli’nin aktardıkları arasında Meksiko’yla İstanbul’un benzeştikleri yönler hiç az değil. İnşaatlar en başta, yahut şehirde yürümenin artık düşünme imkânı vermemesi. Luiselli bugünün Meksikosu’nun artık “referans noktalarından yoksun” olduğunu, “birleştirici eksen kavramı[nın] yitip git[tiğini] ve “onu kapsayan belli bir analoji” bulunmadığını belirtiyor.
Bu saptamasındaki “analoji” vurgusu dikkat çekici. Sahte Belgeler’deki metinlerde Luiselli sıklıkla bir şeyleri bir şeylere benzetiyor, kıyaslıyor, yan yana koyup bakıyor, yaklaşıp bakıyor, uzaktan gözlüyor, birbirini andıran ve andırmayan yanları not ediyor… Onun düşünme tarzında, zihninin akışında önemli olduğunu zannediyorum bu benzetme eğiliminin. Venedik’te Brodsky’nin mezarının da bulunduğu ada devasa ciltli bir kitaba; harita odası şehrin zamanının saklanıp onarıldığı buzdolabına; anatomist kartografa (yukarıda anmıştım); uçakla Meksiko’ya inmek tersine vertigo duygusuna benziyor. Yahut “Meksiko’nun muhafaza edilen son haritası […] hiçbir şeye benzemiyor” (sadece bir lekeye benziyor!). Başka bir yerde haritaları oyuncaklar gibi dünyanın analojisi olarak tanımlıyor Luiselli. Keza çekmecelerimizin ve defterlerimizin bize benzediğini ileri sürüyor. Meksiko’ya dönersek yeniden; bir zamanların kurumuş gölünün bulunduğu vadinin kıvrımları “sıradağlara bir türlü çarpmak bilmeyen bir cıva dalgası tehlikesini barındırı[yordur]”, “vadi, gece tepeden bakıldığında sıvı geçmişini yeniden kazanı[yordur]”.
Luiselli’nin şu saptaması bu gibi benzetmelerdeki ince nüansın da açıklanması.
“Venedik her şeyden çok kırık bir dizin parçalarına benziyor.
Tüm benzetimler gibi bunun da hileli olduğunun farkındayım, zira içinde hem açıklamaya çalıştığı fikri barındırıyor hem de bu amaca ulaşmak için o fikirden uzaklaşıyor. Gelgelelim bazı şeyler –bir yer, bir harita– doğrudan gözlenemez; gözden kaçanı bir an olsun görebilmek için bazen bir benzerlik, firari nesneyi aydınlatan eğik bir ışık hayal etmek gerekir. Venedik, Venedik haritası, bir diz: Bu üçü birlikte ele alındığında durum biraz olsun netleşiyor.” (s. 29)

Valeria Luiselli, Mexico City, 2004.
Luiselli’nin denemelerini okuduğumuzda da firari nesnelerin hiç değilse bir anlığına aydınlandığını söylemek mümkün. Eğik bir ışık hayal etmekten söz ediyor ya, bazen öylesine eğiyor ki ışığı Luiselli, tam tersi noktadan bakmış gibi oluyoruz. “Şehir pek çok defa dile benzetilmiştir” dedikten sonra metaforu tersine çeviriyor mesela. “Her zaman çıkmaz sokaklarımız olarak kalacak metinler, köprü olacak bölümler vardır.” Ardından bazı yazarları şehirlerden bir yerlere benzetiyor. T. S. Eliot’ı bir binanın yığıntıları arasında yetişen bir bitkiye; Bolaño’yu bir terasa; Deleuze’ü hız tümseğine… Okumadığımız her şeyi de bir relingo’ya…
Benzerliklerden söz etmek bir şeyleri daha iyi anlamamızı, gözümüzün önüne getirmemizi sağlar. Ama bazen yanıltıcı olabilir, o zaman ışığın açısını iyiden iyiye eğmek yahut büsbütün tersyüz etmek yararlı olabilir. Buna ilişkin çok hoş bir örnek var Luiselli’nin denemelerinden birinde.
Kafatası göründüğü gibi olsaydı eğer –yarım küre şeklinde bir kap, bir kovuk, bir hazne– öğrenme boş bir alanı doldurma biçimi olurdu. Ama olan bu değil aslında. Her yeni izlenimin başka bir oyuk açtığı, şekillenmemiş malzemeye zarar verdiği, bizi biraz daha boşalttığı da düşünülebilir pekâlâ. Bir şeylerle dolu doğarız –gri madde, su, kendimiz– ve hepimizde, her an, erozyonun aheste simyası gerçekleşir. Boyunlarımızda oyulmakta olan birer mağara, unufak olacak parçalar taşırız. (s. 61)
Öğrenmenin bir boşluğu doldurmayıp aksine bir oyuk açtığına örnek olarak bir bebeğin ilk kelimesini telaffuzunu veriyor Luiselli. Bebeğin “Mamá” dediği anda, “ilk ve en içten bağın adının telaffuz” edildiğini ve bebekle dünya arasındaki bağlantının koptuğunu vurguluyor. Dolayısıyla bir nesneye isim vermenin bir cennet anısından çok, ilk aforoz olduğunu vurguluyor.
“İsimler protezi örten bir eldiven, noksanlığın sargısıdır.” (s. 63)
Noksanlık her daim baki demek ki, yokluk yahut onun yerine yerleştirilmiş bir yapaylık da; isimler ancak bunların örtüsü, sargısı olabilirler ancak. Nesnelerin, olguların isimlerini, kelimeleri yani, bir tamamlama değil de, yokluğun, eksikliğin inşası olarak gördüğümüzde edebiyatı nereye koyacağımız sorusu gelebilir akıllara, bütün malzemesi, kelimeler, isimler olan edebiyatı. Şunu belirtmeliyim; Luiselli edebiyatı, yazma eylemini fetişleştirenlerden değil, aksine, “edebiyatın yaşanabilir bir yer ya da kalıcı bir konut olduğu metaforun[nun]” kendisine çok uzak olduğunun altını çiziyor. Yaşamanın yerini alabilecek bir şey değil yani. Gelgelelim, önce bu denemeleri, sonra da o şahane romanları yazdı Luiselli. Neden ya da nasıl? Gene şehir, inşaat, mimarlık alanlarından metaforlarla izah ediyor bunu.
“Yazmak: Duvarları delmek, pencereleri kırmak, binaları patlatmak. Derin kazılar yapmak – peki ama ne için, neyi bulmak için? Hiç. Hiçbir şey.
Yazar, sessizlikleri ve boşlukları bölüştüren kişidir.
Yazmak: Relingo yapmaktır.” (s. 77)
Boşluklar, eksiklikler, aralıklar, yokluklar; Valeria Luiselli düşünürken ve yazarken bunların üzerinde durmayı seviyor, dolulukların, tamlıkların, varlıkların üzerine eğik bir ışık tutup bunları seçmeye çalışıyor. Yüzüne baktığında mesela aile ağacından izler görüyor önce, annesinden geçmiş bir çizgi, babasından aktarılmış halkalar… Ne ki salt bunlardan ibaret olmadığının da farkına varıyor bir süre baktıktan sonra (muhtemelen yüzüne vuran eğik bir ışık hayal ettiğinde) yüzünün “aynı zamanda gelecekteki bir yüzün taslağı” olduğunu da anlıyor. Henüz olmayan bir yüz, henüz gelmemiş bir gelecekte oluşacak bir yüzün çizgileri… Bu eğik ışık bambaşka ayrıntılara da vuruyor. Unuttuğumuz şehirlerden söz ederiz de, bunların aynı zamanda “unutulduğumuz şehirler” olduğu geçmez aklımızdan; yahut bir kitapta ya da bir şehirde “artık bize ait olmayan nostaljiler” peşinde olacağımızın hiç farkında olmadan o kitaba elimizi uzatmış, ya da uçak bileti ayırtmışızdır, bize ait bir nostaljinin itkisiyle bunları yaptığımızı zannetmişizdir.
Luiselli’nin romanlarını okumuş olanlar için kaçınılmaz bir başka tersinden bakış daha söz konusu. Sahte Belgeler’deki denemelerini okuduğumuz Luiselli, henüz Kalabalıktaki Yüzler’i, Dişlerimin Hikâyesi’ni, Kayıp Çocuk Arşivi’ni yazmamış genç bir yazar. Gelgelelim bu denemelerin üzerine eğik bir ışık düşürdüğümüzde gelecekte yazacağı kitapların taslağını görmek de mümkün. Muhtemelen kelimelerin, sayfaların arasındaki boşluklarda, artıklarda – yazarak açtığı oyuklarda.