Unutulmayanı anmak
“Aynı Dargeçit gibi Unutulan Ruhların Çukuru da bir anlatı. Bulunduğu coğrafyada hakikatin ne olduğuna dair derdi olan herkes bu anlatılardan derinden etkilenecektir.”

Üstte: Unutulan Ruhların Çukuru'ndan bir kare. Altta: 30 yıldır Galatasaray meydanında Cumartesi günleri oturma eylemleri yaparak gözaltında kaybolan ya da faili meçhul siyasi cinayetlere kurban giden yakınlarının faillerini arayan Cumartesi Anneleri.
Bellek üzerine pencere (III)
Kim bir ismi anarsa, çağırır. Ve birisi gelir; randevusuz, açıklamasız, adının, sesle ya da düşünceyle, onu çağırdığı yere.
İnsanın, bu olduğu zaman, kendisini çağıran kelime ölmedikçe, her şeyin dışında kalmadığına inanma hakkı vardır.[*]
Babasını son görüşünde canı istediği gibi veda edememiş ve o gün ağlama yetisini kaybetmiş 8 yaşında bir kız çocuğuyla hayatın olabilecek en acımasız şekilde sonlandığı yerde bile geleceğe ufak bir şişeyle mesaj bırakabilecek umuda sahip bir mezarlık görevlisinin hayatı nasıl kesişmiş olabilir?
Unutulan Ruhların Çukuru, Pepica ile Leoncio’nun, İspanya’nın ve faşizmle sınanan bütün coğrafyaların hikâyesi.

Unutulan Ruhların Çukuru
Çizen: Paco Roca
Çeviren: Murat Tanakol
Desen Yayınları, Ocak 2025
304 s., renkli
Öncelikle küçük bir uyarıda bulunmak isterim: Yazı, kitabın başı, ortası ve sonuna dair pek çok sürpriz bozan bilgi (spoiler) içerebilir. Bu sebeple, dileyen okuyucu buradan itibaren yazıdan ayrılabilir. Benim kitaptan bahsederken böyle bir çekincemin olmaması ise kitabın yaratıcılarınınkine benzer. Pepica’nın hikâyesi, anlatmakta kimsenin kayıtsız kalamayacağı, zaten bilinen, yaşanmış ve içerdiği mücadeleyle özgün bir hikâye.
İspanya İç Savaşı, ardında binlerce ölü ve yüzlerce toplu mezar bıraktı. Bunların önemli bir kısmı da 1939’da savaş bittikten sonra yaşandı. 1940’ta kurşuna dizilip toplu mezarlara gömülen binlerce Franco karşıtından biri de Pepica Celda’nın babası José Celda Beneyto. Paterna Mezarlığı’ndaki 126 numaralı toplu mezarda kendisi gibi onlarca kişiyle yatıyor. 70 yılı aşan bir sürenin ardından mezar açılıyor ve ruhlar çıkmaya başlıyor.
“Neredeyse kırk yıl diktatör ölsün de demokrasi gelsin diye bekledik. Bir kırk yıl da, demokrasi, ölülerine itibarlarını iade etsin diye bekledik.”
Bütün ana karakterlerin tanıtıldığı, çok ustaca hazırlanmış bir giriş kısmının ardından, hikâyeyi aslında net bir ayrım olmasa da kabaca iki bölüme ayırmak mümkün. İlk bölümde Pepica’yı tanıyıp onun mücadelesini ve günümüzü okurken, ikinci bölümde Leoncio’yu tanıyor, onun direncini ve Franco İspanyası’nı okuyoruz. Tüm anlatı boyunca José Celda’nın infazına giden süreci geri dönüşlerle öğrenmemiz ise iki bölümü birbirine bağlıyor.

Kitapla ilgili olarak bahsetmek isteyeceğim ilk şey, ilk bölümün de konusu olan, demokrasiye geçmiş olan İspanya’da, Pepica’nın babasının kemiklerine ulaşmak, onu layık olduğu şekliyle annesinin ve halasının yanına gömebilmek için nasıl büyük ve zor bir uğraş verdiği.
II. Dünya Savaşı’nın ardından toplu mezarlar ve kayıplar için yürütülen uluslararası kampanyada Franco diktatörlüğündeki İspanya taraflı davrandı. Sadece Franco yanlıları anıldı ve bedenleri mezardan çıkarılıp ailelerine teslim edildi. Cumhuriyetçiler ve diktatörlük döneminde katledilenler için ise böyle bir durum söz konusu değildi. Demokrasinin gelmesinden 30 yıl sonra, 2007’de ise Tarihsel Hafıza Yasası onaylandı. Ailelere ölülerini bulup çıkarmaları için yasal güvence ve ekonomik yardım sağlayan bu yasa, diğer ülkelerdeki uygulamaların aksine, yakınlarının bulunup çıkarılması işini ailelere bıraktı. Pepica yasadan faydalanan son kişi olarak haber olmuş ve kitabın yazarı, gazeteci Rodrigo Terrasa ile de bu sebeple tanışmışlar. Son kişi olmuş, çünkü 2011’de seçimi kazanan “halkçı” Hükümet Başkanı Mariano Rajoy kampanyada sağcı ve muhafazakâr tabanına vaat ettiği üzere, toplu mezarlar için yardımları kesmiş. Özetle, kazılara dair tartışmalar partiler için oy konusu olmuş, mezarların açılıp kapanması da iktidarların insaflarına kalmış.
Pepica izin ve maddi destek alabilmek için bir şirket kurmak ve kazıyı gerçekleştirmek için de bir arkeoloji ekibi bulmak zorunda kalmış. Hem Paterna Mezarlığı bir belediye mezarlığı olduğu için belediyenin hem de mezarın açılmasını istemeyen diğer yakınların yarattığı bürokrasi labirentinden başarıyla çıkması 2 yıl sürmüş. İyi haberi alıp kazı iznini elde etmesiyle yasanın eksikliği gün yüzüne çıkmış; yasa babasının kalıntılarını arkeolojik miras olarak görmüş.
Tabiatından dolayı anlatının bu ilk kısımlarında bilgi içeren kısımlar hayli fazla ve çizer Paco Roca’nın ustalığıyla çok iyi anlatılmış. Bu bilgiler verilirken grafik romanın getirdiği genel hikâye anlatımına göre daha karikatürize, yer yer infografikleri hatırlatan bir görsel dil kullanılmış ve hikâyeye çok iyi yedirilmiş. Örneğin, labirent bürokrasiyi anlatmak için gerçekten bir metafor olarak kullanılmış. Paterna Mezarlığı’nın içindeki diğer toplu mezarların görselleştirildiği, “mezarlık içinde mezarlık” imgesi çok çarpıcıydı. Artık büyük bir kısmı bulunamayacak olan toplu mezarları vurgulayan, zamanla üzerinde giderek büyüyen bir kent yükselmiş toplu mezar imgesi ve ona eşlik eden şu cümle ise gözlerimin önünden gitmiyor: “Demokrasi unutulanın üzerini çimentoyla kapladı.”
“Unutulma, hayatla ölümü ayıran uçurumdur.”
Mezarın açılması şehirde ve ülkede büyük yankı uyandırıyor. Bunu hem bir panelde gösterilen gazete manşetinden anlıyoruz hem de ruhların bütün şehri dolaşmasından, yakınlarını ziyarete gitmelerinden. Kazı alanına “idam mangasının sesini duyan ama buna alışmış olanlar” uğruyor, bir anda toplumsal hafıza yeniden canlanıyor. Büyülü gerçekçiliğe göz kırpan bu kısım sanki Pedro Paramo’nun grafik romana uyarlanmış halini okumak gibi bir his veriyor. Geçmişin hayaletleri nasıl anlatılabilirse, Paco Roca da öyle anlatmış.
José Celda ve onunla kurşuna dizilenler ise diğer gömülenlerden farklı olarak tabutla gömülmüş, başlarının altında küçük şişelerde isimleri yazılı olarak çıkarılıyorlar. José Celda’nın boyunun alışılagelenden uzun oluşu ise Pepica’nın tarifiyle uyuyor. Pepica babasına kavuşuyor. Peki kimdi bu geleceğe mesaj bırakan?
“Akhilleus, eğer beni sevdiysen layık olduğum biçimde göm.”
Leoncio Badía öğretmen olabilmek için Paterna’ya gelmiş, orada hayatının aşkını bulmuş, hayat dolu bir genç. Savaşta kızılların safında yer almış, savaş sonrası ise bu durum günlerini cezaevinde geçirmesine sebep olmuş. Sonu Jose Celda’nınki gibi olabilecekken, tanıdığı bir rahibin yardımıyla çıkıyor oradan. Kimsenin iş vermediği mimli aile babası, aynı rahibin yardımıyla yine ancak belediyede mezarcı olarak iş bulabiliyor. Belediye Başkanı diyor ki ona, “Demek çalışmak istiyorsun Kızılcık. Öyleyse sizinkileri göm”.
Leoncio’nun görevi artık idam mangasının katlettiği kızılları gömmek. Leoncio insanların toplu mezarlara öylece atılmalarını reddediyor. Faşizm koşullarında gizlice elinden gelenin en iyisini yapıyor: Onları nizami bir şekilde gömüyor; kıyafetlerinden bir parçayı, saçlarından bir tutamı ailelerine, sevdiklerine veriyor; gömdüklerini nasıl yatırdıysa isimleriyle defterlere not ediyor. Yaşam sevinci solmuş olsa da insanlığından hiçbir şey kaybetmeyen, astronomi ve Homeros meraklısı bu adam zamanla öldürülenlerin yakınları için bir azize dönüşüyor.
Kitabı okurken kalbiniz Pepica ile atıyor, Leoncio ile umudun her yerde yeşerebildiğini ve her yerin bir mücadele alanı olduğunu hatırlıyorsunuz. Faşizmin suretlerinin coğrafya fark etmeksizin birbirlerine ne kadar benzediğini de… İyi ki Terrasa bu kitabın hayat bulması için Roca’yı ikna etmiş!
Hem kitapla ilgili hem de Roca ve Terrasa ile ilgili geçtiğimiz mart ayında, yine K24’te benim de çok faydalandığım bir röportaj yayınlandı. Röportajın sonlarına doğru sorulan bir soru hem doğru bir tespitte bulunuyordu hem de yanlış sorulmuştu:
“Türkiye’de 12 Eylül 1980 askerî darbesinden sonra pek çok kişinin kaybolduğu ve toplu mezarlara gömüldüğü anlatılır. Bu nedenle Unutulan Ruhların Çukuru’nun buradaki pek çok okur için o günleri çağrıştıracağını ve onları kişisel düzeyde de derinden etkileyeceğini tahmin ediyoruz. Bu bakımdan Türkiye’deki okurlara ne söylemek istersiniz?”
Öncelikle, Türkiye’de gözaltında kayıplar ve toplu mezarlar bu soruda sanki rivayetmiş gibi duyulan bir anlatı değil, bu ülkenin belki de en karanlık gerçeği ve ‘80 darbesiyle de başlamadı. Bu hafta mücadelelerinin 30. yılına giren Cumartesi Anneleri/İnsanları, ilk oturumlarını gerçekleştirdikleri 27 Mayıs 1995’ten beri bunu dile getiriyor. Tespit edebildikleri, ulaşabildikleri her kaybın nasıl gözaltında kaybedildiğini ve faillerini, tanıklarının anlatımlarıyla kamuoyuna duyuruyor. Bu 30 yıl boyunca 1936’da kaybedilen Salih Bozışık’ın kardeşi de Galatasaray’da oturdu, 1980’de kaybedilen Hayrettin Eren’in annesi de, 1995’te 12 yaşında kaybedilen Davut Altınkaynak’ın kemiklerini bizzat kendi elleriyle çıkarmış babası da… Davut ile üçü çocuk, sekiz kişi Dargeçit’te toplu mezar haline getirilmiş kuyulardan çıkarıldı. Dargeçit davasının sürecini konu alan aynı isimli belgeseli Berke Baş yönetti.
Gerçek, estetikle birleştiğinde anlatı diyoruz. Aynı Dargeçit gibi Unutulan Ruhların Çukuru da bir anlatı. Hatta belgesel grafik roman diye bir tür varsa eğer, onun en özgün örneklerinden biri olduğunu söylememiz hiç de sakıncalı olmayacaktır. Bulunduğu coğrafyada hakikatin ne olduğuna dair derdi olan herkes bu anlatılardan derinden etkilenecektir.
Kitabın sonunda yine bir cenaze töreni görüyoruz. Kimileri ellerinde yakınlarının olduğu kutularla ayrılıyor, kimileri tespit edilemeyen yakınlarını gömüyor, kimi tespit edilenin de kimsesi kalmamış, Manuel Gimeno gibi…
İlki bütün kayıp yakınlarının hayali, ikincisi belki yerini bilmenin avuntusu, üçüncüsü de hiç istenmeyen son… Cezasızlık politikalarını uygulayan ve insanlık suçlarını zaman aşımıyla defetmeye çalışan bütün iktidarların tercihi üçüncüden yana görünüyor.
Bütün deliller karartılmaya çalışılıp hakikat göz ardı edilse de, inkâr edilemeyecek olan, kaybedilenlerin yaşadığıdır. Her cumartesi ellerinde sevdiklerinin ismi yazılı fotoğraflarıyla oturanlar bize bir şey söylüyor: Kayıpların her şeyin dışında kalmadıklarına inanma hakları vardır.
[*] Eduardo Galeano, Yürüyen Kelimeler, çev. Bülent Kale, Çitlembik Yayınları, İstanbul, 2003, s. 282.