Turuncunun Kıvamı'ndan:
“Akışa kapılmamanın akışını hatırla”
Öykücü, romancı ve K24 yazarı Behçet Çelik'in yeni romanı Turuncunun Kıvamı, haftaya İletişim Yayınları tarafından basılıyor. Romandan kısa bir bölümü Tadımlık olarak sunuyoruz.
Desen: Naime Narin
0.
Buncasını ne zaman, nasıl aldım eteğimin dibine, bilmiyorum. Çok mu sevdiler, havalı mı buldular? Yanıtım yok. Huzur muydu verdiğim, eğlence mi? Buyur edeyim etmeyeyim, geldiler. Eğlenceli buldular belki de. Eh, sıradan değilim, bunu biliyorum, ama eskiden eğlence değil sükûnet arayanlar gelirdi. Huzurlu bir eğlence ya da; şimdilerde şamata tantana, kimse kimseyi duymasa ne olur! Buna şaşıyorum işte. “Aman,” diyorum sonra, “zamanla neler değişmiyor?”
Yine de her şey denebilse de öfkeli denmez bana. Kuytularım var, kaldı, bu sayede sakinim, asırlar oldu kendi kuytularımda kendi kuytularıma saklanmayı öğreneli. Başkası olsa çıldırır. (Şöyle desem: “Çıldırırsın!”) Ha, bak, bir şey daha var beni koruyan: Bunu da yaşamadım, demeyeyim hevesi. En büyük ortaklığımız Arzu’yla. Hayatta bir ilkem varsa, bundan ibaret. Beni de cazip kılan bu mu yoksa?
Kaçabildiğim köşelerimde, sabaha karşılarda, denize inerken, usulca, adım adım dönerken burnu, karşıda demirlemiş kocaman, çirkin gemiler bu saatte kıpırdaşan ışıklardan ibaretken – sabah kuşları, martılar, kargalar, öbürleri, uyanmak üzere. Yahut günbatımlarında bütün telaşların üzerine kırmızıya çalan bir turunculuk vurduğunda.
Akışın ritmiyle, akarken sekişin –engebelerden, setlerden, zamandan–, birikip göllenişin, yeniden akışın, bir daha sekişin ritmiyle. Sessizlik çınlasın öyleyse sokak aralarında, yıkık binaların diş yuvalarında – bu saatlerin tenha kavşaklarında da. Çünkü bitimsiz değiller, çünkü sürekli. Taşma pahasına, savrulma, dağılma, parçalara ayrılma. Kimsesizliğimizin parçaları kaynarken birbirine. Kaç yüz asırlık, beş yahut altı, belki daha da eski şarkıların, insanın kanını kaynatan ritimlerindeki hüznü hatırla, o da bitimsiz değil çünkü, hareketteki saklı kederi ya da, o da akıp sekiyor – bunun gibi şeyler.
Telaşsız hatırla, koşturmadan. Geçmişi hatırlar gibi şimdiyi hatırla, ağırdan alarak, soluklanıp bakınarak etrafa, olmuşlar kadar olmamışları, pekâlâ olabilecekken her nasılsa sekenleri, ya olsaydılar’ı, belki de olmuşları, olmuşken gözümüzden kaçanları, görmezden geldiklerimizi, hiç olmadılar’ı, hiç mi olmadılar’ı, hani olmayacaktı’yı es geçmeden, atladıklarımızı, çatladıklarımızı, düşmüş satırları, silinmiş paragrafları, olmayacak olmayacak şeyleri, ezgilerini hatırla, cemi cümlesinin, hepsini hatırla, önlerinden artlarından dolaşarak, akışa kapılmamanın akışını hatırla, kendi akışında hatırla, ritim sensin, unutma, dolarak dolanarak hatırla – olarak, oldurarak…
1.
Yağmurun, rüzgârın, yılın son ayına dek dallarda kalmayı başardıktan sonra anacaddeye konfeti gibi saçılıp ıslak zemine sim misali yapışmış, sarılı, turunculu, öbürlerinin yanında sayıca az da olsa köz gibi parlayan kırmızı yaprakların tadını kimse çıkarmıyor. Dönerek, birbirlerine dolanarak düşüyorlar, caddenin koyu zeminine yapıştıklarında uzun süre öyle kalakalacaklar gibiyken üzerlerine düşen damlalarla, alttan akan sularla kımıldamaya başlıyor, sürükleniyor, bir engele rastgeldiklerinde birikiyorlar – daha hızlı bir akışa kadar. Cadde eğimli, yağmurun hızı arttıkça, yaprağı, dalı, kiri pası önüne katan minik ırmaklar süzülüyor aşağılara. Yağmur iplikleriyle örülmüş perdeye vitrin ışıkları yansıyor –birikintilere de, akışlara da–, onlar da kıpır kıpır, kırılıyor, parçalanıyor, taşıyor, yayılıyorlar.
Bir saattir, yağmur hızlanalı sadece bir kadın hızla geçip gitti; üzerlerinden, aralarından, içlerinden az önce, ayaklarının ucuyla yaprakları sağa sola savurarak. Başka kimse geçmedi, gün içinde insanların tıklım tıkış doluşup itişerek yürüdüğü caddeden kadının hızlı yürümesinin nedeni telaşı, üşümesi yahut ıslanma korkusu değildi, hep böyle yürür yalnız olduğunda, yanında biri olduğunu unuttuğunda bile bazen. Hızlı, hıphızlı yürüdüğünde, rüzgârı, damlaları, güzün renk cümbüşünü daha güçlü, daha derinden hissetmeyi umduğunu duyuran bir gülümseme olur yüzünde. Biraz da yarışır gibidir – ama keyfine, saymadan, sıralamadan, geçmeden geçilmeden, yine de inatla, artırarak çabasını, anbean.
Peki ya, kimle? Kendisiyle, önceki günkü, bir saat önceki, alıştığı, sıkıldığı, sevdiği, sığındığı, çekindiği kendisiyle.
Kimseye sözüm yok, vakit geç, yağmur hızlı, hava sert; insanlar uykularındalar. Söz söylemek bana düşmez zaten, konuşuyorum öyle, dinleyen varmış gibi. Gececiler belki, bir de erken de yatsa, geç de, bir türlü uyku tutmayanlar. Onlar herhangi bir meşgaleye vermişlerdir kendilerini; geçmişi didiklemek, cümlelere, görüntülere, kaygılara, arzulara gömülmek, ne varsa ellerinde ya da ne geçirmişlerse ellerine, daha fenası neler kalmışsa. Ne ki onlar da geceye sokakta, caddede değil, ev içlerinde sığınıyorlar – iç kabuk, dış kabuk, zarlar, duvarlar. Onların hızına yetişmek de imkânsız; kim yarışabilir düşmenin hızıyla. Dibe yahut aşka. Neyse.
Düzensiz derin soluklar alarak hızını hiç kesmeden yürüyor kadın. Onu böyle gören olsa, ceza mı çektiğini özgür mü kaldığını kestiremez; cezasını çekerken de, öncesinde, sırasında yargılar, hırpalarken de kendisini, koşar adım yürür aynı caddelerde. Bir ben biliyorum aralarındaki farkı: Ferah fezaysa içi, yerden yarım parmak yukarıda gibidir, birikinti, yaprak, çamur fark etmez, hiçbiri sıvanmaz paçasına, eteğine, üzerlerinden süzülerek geçer. Kendisini hırpalıyorsa, daha dikkat eder bastığı yere, adımlarını sağlam atmak için değil, yok yere bir suç daha işlemekten çekinerek. Üstü başı batar o zaman.
2.
Başkalarının onu üzmeye çalışmasına hiç gerek yok, bilmiyorlar, elinden geldiğince üzüyor kendisini. Bir yerlerden bulup bir şeyler çıkarıyor. Arayan için hazine dolu dünya. Şundan emin değil ama, bir üçkâğıt açıp açmadığından, kendisini üzerek (üzülerek) geçirdiği saatlerin kefaret olup olmadığını (ya da öyle saymadığını) bilmiyor. Aklı çok zaman yatıyor buna, ne ki hak ettiği cezayı verip vermediğinden emin değil gene de, miktar mı mühim diyerek çıkıyor işin içinden çok sıkıştığında. Bir an geliyor –bundan da kuşkulu, bir doygunluk noktası mı söz konusu, sıkıldığında mı geliyor o an, geliyor mu, çağırıyor mu, getiriyor mu, yahut geçen sadece zaman mı, işi gücü, görev tanımı gereği– öyle ya da böyle, o an geliyor, yeterince üzülmüş gibi, bedel ödenmiş, hesap kapanmış (şimdilik), bir ferahlık duyuyor. (Çizelgesiz, ölçüsüz, tarifsiz, tarifesiz.) Gözyaşlarını tartsa, ya da çatık kaşlarının az yukarısında, saçlarının başladığı sıranın az aşağısında, iki mi, üç mü sayısını bilemediği çizgilerin belirmesine neden olacak kertede alnının gergin kaldığı süreyi ölçse, bir birimi olsa üzülmenin – kendini üzmenin. Aman canım, olmasa da olur, takriben, yaklaşık hesaplarla, borçlu –ya da hiç ummam ya– nadiren alacaklı çıkarak, bu hesapların bir kesim tarihi yok, varsa bile, o orada olmayacak nasılsa, günlerin, borçların, sevinçlerle kederlerin kesimhanesinde.
Yine de birileri uğraşıyor onunla, yine uğraşıyor, farkında arkasından söylenenlerin, bakışlardan anlıyor, yüz yüze geldiklerindeki kırıtışlardan. Başkalarının koyduğu mesafeleri ölçmeye ayarlı gözleri – uzmanı zaten bütün mesafelerin. Kimin kendisi hakkında kiminle ileri geri konuştuğunu öğrenmek de hiç zor değil, itiraf ediyorlar çünkü farkında olmadan. Çok konuşuyorlar, açık veriyorlar, çok sustuklarında bu kez şallarının saçaklarını ellerinde ha bire düğüm edişleri, saçlara dolanan işaretparmakları, çekiştirilen bıyıklar, sıvazlanan çeneler, dalıp gidilen kadehler ele veriyor.
Belki de hepsi vehim, tamamı kuruntu. Belki de hepsi vehim, kuruntu diyerek ferahlamaya çalışmak, genel af çıkarıp kendisini de dahil etmek, güle oynaya sarılalım birbirimize, yanaklarımız birbirine değerken havayı öpelim, övelim saçlarımızı, sözlerimizi, kaçırdığımız gözlerimizi – hepsi acizlik. Buna işte tahammülü yok. Hislerine güveniyor, hislerine güvendiği için üzülüyor, yanılmak istiyor, yanıldığında üzülüyor, haksızlık etmek istemiyor kimseye, ama neylersin, açık veriyorlar bir yerlerde.
Hep mi böyleydi, zaman mı değişti? Zaman mı değişir, zamanlar mı? Belki de başka bir şeylerdir değişen, zaman sabittir – olur mu hiç, geçiyor her seferinde. Yeryüzü değişiyor, aynı dünya değil. Herkesin diline sapasağlam mıhlanmış bir çerçeve bu, her ne geçiyorsa gönlünden, al yerleştir içine – bulursun nasılsa pastel rengi bir paspartu. Ne ki inşaat ya da pasta kalıbı gibi değil, sıvılar, sıvımsılar katılaştıklarında içinde bulundukları cisimlerin şeklini almıyor artık. Üstelik şeklini aldıkları şeyin tam tamına kendileri olduğunu zannettikleri zamanlar da geçti –zaman geçiyor işte, şakası yok– artık yeni çerçeve şu soru: var mı ki kendisi şeylerin? Maddenin dördüncü hali, sıvıdan katı, katıdan cıvık, havasız, cıvamsı, oluşmamış gibi, olup olacağı taş çatlasa ancak budur gibisinden. Hem yokluk hem boşluk, her şey ve hiçbir şey, sıvanarak ilerliyor, balçıksı, içine çekiyor, kendine çeviriyor, zamanı da, mekânı da. Eski dilde: lüzuci. Bazı kelimeler gibi, çıkmaya görsün ağızdan, dudak kenarındaki kıvrım, alışılmış gülüşler, tınılar, tonlar, geniz bile, damak hatta, bildiğimiz şeklini kaybediyor.
Önceki Yazı
Filistin mon amour (VII):
Freedom Theatre
“2000’lerin başında, Jenin’de mülteci kampında kurulan bir tiyatro grubu ve kültürel merkez olan Freedom Theatre bugün halen yaşıyor ve Filistin hikâyesini Filistinlilerin tarafından anlatmaya ve Filistin meselesinin dünyadaki sözcülerinden biri olmaya devam ediyor.”
Sonraki Yazı
Haftanın vitrini – 36
Yeni çıkan, yeni baskısı yapılan, yayınevlerince bize gönderilen, okumak ve üzerine yazmak için ayırdığımız bazı kitaplar: Alışın, Her Yerdeyiz! / Arkeofili / Cerrah / Dil Nasıl Ortaya Çıktı / Meslek Olarak Sanat / Normalliğin Deliliği / Peygamberin Şarkısı / Savaş Üzerine / Sofie’nin Dünyası / Viskinâme