Türkçe bizim neyimiz olur?
“Muzaffer Şerif 1947'de son derece radikal bir kararla, içine doğduğu ülkeyle ve dille ilişkilerini bütünüyle kopardı, kırgınlığını bambaşka bir varoluş kabiliyetine dönüştürdü... Muzafer Sherif ismiyle ölene dek Türkiye’nin ve Türkçenin yüzüne bir kez olsun dönüp bakmadı.”

Carolyn Wood Sherif ve Muzafer Sherif, 1975. Fotoğraf: Penn State Üniversitesi Arşivi
1.
Sadece Türkiye’ye değil, Türkçeye de küsmeye hazırlandığım gece yarılarının birinde, ısrarı ayrıca yaralayıcı olan bir bezginlikle bilgisayar ekranına bakarken düşmüştü aklıma Muzaffer Şerif. Memleketin insana yaptığı fenalıklar denkleminin karşısına özenle yerleştirilmeyi çoktan hak eden bu isim, son derece radikal bir kararla, hem içine doğduğu ülkeyle hem de içine doğduğu dille ilişkilerini bütünüyle koparmıştı bir çırpıda. Akademi mensuplarına destek amacıyla resmî bir tarih vermek gerekirse eğer, 1947 yılı gülümsüyordu o asık suratlı Saatli Maarif Takvimi’nin ön yüzünde. Mevsimlerden de muhtemelen sonbahardı, yahut sonbaharla kış arasındaki son derece kritik vadideki zambak dönemeci kasıp kavuruyordu ortalığı. Muzaffer Şerif o dönemeçte kırgınlığını bambaşka bir varoluş kabiliyetine dönüştürmüş ve ölene dek Türkiye’nin ve Türkçenin yüzüne bir kez olsun dönüp bakmamıştı. Nasıl bir ıstırabın gergefine gerilmişse artık, nüfus cüzdanında kayıtlı bulunan Muzaffer Şerif Başoğlu’nu da Muzafer Sherif şeklinde yeniden tanımlayarak Türkçeyle ifade edilmesini mümkün kılacak nihai teselli barınağını da ortadan kaldırmıştı.
Türkçenin, yüreğimin kıvrımlarını kanatlandırmakla yetinmeyip hazır fırsat çıkmışken ince ince kanatmayı da sürdüren ihtişam ve sefaletini, kirpiklerimle birlikte gözbebeklerime de yerleştirdiğim o her zamanki yengeç dönencesi depremlerinden birisiydi işte. Bir süre Virginia Woolf hakkında yaptığım lüzumsuz bir araştırmayla uğraşmış, arkasından da yeni yazmaya başladığım ve nedense Gölgede Gülümseyen Şizofrenler adını uygun gördüğüm hikâyenin satır aralarında gezinmiştim pek dikkatimi vermeden. Türkçenin tedirgin bir derviş edasıyla kıyıya köşeye gizlendiği ülkede, ahlatın iyisini armuttan, Erzincan zeybeğini Harput’tan ayırt etmek giderek zorlaştığı için, her iki çaba da umutsuz bir faaliyet zinciri halinde kaydedilmişti zihnimin karanlık tavan arasına. Bunca yıldır şakaklarıma sarı sabır gülleri iliştiren dile uzaktan bakan muhayyel bir Mecûsî tahayyülünü benimsemiştim belki de...
Virginia Woolf’un, tıpkı Ahmet Hamdi Tanpınar gibi, şiirle düzyazıyı birleştirerek romanlarına yeni bir boyut eklediğini okuduğumda hayli heveslenmiştim oysa. Türkçeye küsme aşamasının eşiklerinde beyin hücresi eskitirken, dirişken bir şiirsel metinle direnişe katılmak anlamlı olabilirdi sanki! Buna rağmen, dirimden ziyade ölüme yakın duran eski şiirlerime gömülüp kalmıştım işte. O güne kadar yazdığım şiirleri eleyip sayısını otuz dörde indirmek ve geri kalanını bütünüyle reddetmek türünden hiç kimseyi ilgilendirmeyecek ulvi bir hedefim de vardı üstelik!
Tam da o esnada, “Ben neden hâlâ bu dille kendimi ifade etmek uğruna çırpınıyorum ki?” sorusu zihnimin perçemlerinden sıyrılıp düşüverdi önüme. Bir taraftan kemik uçlarını seyrelten, diğer taraftan da şakaklardaki okyanusları incelten bu netameli soruya yabancı sayılmazdım aslında. Londra yıllarında da belirli periyotlarla benzer sarsıntılar yaşadığımdan olsa gerek, pek fazla aldırmamıştım kanamanın başlangıcında. Soru dalga dalga genişleyerek, yaprak dökmek gayesiyle fırsat kollayan mahrumiyet ormanlarını kuşatmaya kalkışınca, bilgisayarı kapatacak ve meselenin üzerinde ciddi bir biçimde düşünme vaktinin geldiğine kanaat getirecektim...
2.
Muzaffer Şerif’in kendisiyle değil de ismiyle ve o ismin arkasında yatan içler acısı trajediyle nasıl tanıştığımı da, kitaplarla çevrili odanın tavanında Türkçeyle çitilenip çiçeklenmiş geçmişime dair birtakım izler aranırken hatırlamıştım zaten. Uzun bir işsizlik döneminin ardından Nokta dergisinin olağanüstü kadrosuna katıldığım 1987 yılıydı, öyle ya. Sosyolog kimliğiyle de bilinen Behice Boran’ın sürgün yaşadığı Almanya’da öldüğü haberi duyulunca, Mehmet Ali Aybar ile bir söyleşinin iyi olabileceği önerisini getirip bırakmıştım toplantı masasına. Aybar ile Boran, Türkiye İşçi Partisi döneminde sosyalizm davasına birlikte omuz vermiş iki önemli isimdi çünkü. Ne var ki, zamanla yollar da, diller de ayrılmıştı birbirinden. Kırılma noktasının Prag’ın işgali olduğunu hatırlayan birileri kalmış mıdır acaba orada öylece gönül eğlendiren kaleydoskop yorgunları arasında?
Mehmet Ali Aybar, ‘bağımsız sosyalizm’ prensibiyle hareket ediyordu ve herkesin bir ucundan çekiştirdiği Türkiye İşçi Partisi’ni de bu yörüngede tutmaya çalışıyordu muazzam bir gayretle. Sovyet ordularının Prag Baharı olarak tarihe kaydedilen şelale şenliğine müdahale edip nilüferleri ve gelincikleri tank paletleri altında pervasızca ezmesi bir büyük yol ayrımının da habercisiydi. Aybar hiç tereddütsüz bu işgali kınarken, Behice Boran ve arkadaşları Sovyet yanlısı bir tutum takınmış, bu da Türkiye İşçi Partisi’nin sonunu getirmişti. Mehmet Ali Bey’i seviyordum öteden beri. Türkiye İşçi Partisi serüveninin yanı sıra Sosyalist Devrim Partisi tecrübesi de Aybar’a ilişkin düşüncelerimi netleştirmişti. Tam da o günlerde yayımlanan, Marksizmde Örgüt Sorunu: Leninist Parti Burjuva Modeli’nde Bir Örgüttür kitabını altını çize çize okuduğum için hayli heyecanlı bir biçimde tutmuştum Bebek’teki evin yolunu.

Mehmet Ali Aybar
Kütüphanemin mühim bir bölümünü her mahallede bir yüksekokul cömertliğiyle açılan üniversitelerden birine bağışladığımdan, Aybar’ın kitabı elimin altında değildi artık. Bu yüzden hangi satırların altını çizip hangi sayfalara notlar düştüğümü görmem imkânsızdı. Gene de Bebek’te Boğaz’a tepeden bakan eve nasıl bir umutla girdiğimi hiç unutmamıştım. Mehmet Ali Bey felç yüzünden tekerlekli sandalyeye mahkûm eşiyle meşguldü. Onun eşine gösterdiği ihtimamı göz ucuyla izlerken yüreğim burkulmakla kalmamış, kendisine duyduğum saygı biraz daha katmerlenmişti. Gene de, Beylerbeyi’nden Kandilli’ye seken, oradan da Anadoluhisarı’nı ihmal etmeden Kanlıca’ya uzanan iri bir Boğaz dilimini kucaklayan salon oyalayıcıydı yeterince.
Birdenbire ortaya çıkarak ne içmek istediğimi soran hizmetçinin varlığı ise menteşesi muhayyel mahcup çelişkilere sürüklemişti beni hemen. İnsanlığın acılarını dindirmeyi amaçlayan hayli savunmasız bir ideolojiyi temsil eden bir insanın evinde hizmetçi çalıştırması rahatsız ediciydi sanki. Hiç şüphesiz, bakıma ihtiyacı olan eşe destek gibisinden meşru ve makul gerekçeler sıralanabilirdi kağnıları kara kalabalıkların önüne koşmadan önce. Ne var ki, hemen her şeye sirayet eden tutarlılık tutkusu yüzünden, yargılamaya yönelmiştim hiç vakit yitirmeden...
3.

Mehmet Ali Bey’le röportaja hazırlanırken Behice Boran’la ilgili sınırlı bir araştırma yapmış ve ilk kez o zaman Muzaffer Şerif ismiyle karşılaşmıştım. Yetersiz bir bilgiydi bu ve ben de daha ötesine gitmek hevesine kapılmamıştım anlaşılan. Okuduklarımdan edindiğim malumata göre, Behice Boran, Pertev Naili Boratav ve Niyazi Berkes ile birlikte 1944’te Ankara Üniversitesi Dil Tarih-Coğrafya Fakültesi’ndeki görevine son verilen öğretim üyeleri arasında Muzaffer Şerif de vardı. Saydığım isimlerden bazılarının yazdığı birtakım şeylerin üzerinden geçmiştim vakitli vakitsiz gerçi ama Muzaffer Şerif herhangi bir anlam ifade etmemişti doğrusu. Devletin ideolojik aygıtları, canı istediğinde birilerini komünist, diğerlerini faşist, ötekileri bölücü diye suçlayıp işkencehanelere göndermekte asla müşkülpesent davranmıyordu. Hatta, belli bir prensip çerçevesinde incelikli bir tutum takındığı bile söylenebilirdi! Hemen herkes, belirli periyotlarla –mizah dergilerine malzeme teşkil eden ifadeyle– son bağımsız Türk devletinin zarafetinden nasibini alıyordu nasıl olsa!
Gözlüklerimin flu hale getirdiği odanın tavanında bürümcekler aranırken, birden, Çiğdem Kâğıtçıbaşı’nın Günümüzde İnsan ve İnsanlar kitabını büyük bir açlıkla hatmettiğim fakülte yılları düşüverdi önüme. Gençliğin sınır tanımazlığı ve bütün kâinatı birden kuşatma arzusuyla birkaç gecede koca koca ciltleri devirdiğim dönemlerdi. Nokta serüveni esnasında tanışacağım İsmail Cem’in Türkiye’de Geri Kalmışlığın Tarihi ya da yıllar sonra aynı ülkede sürgün kaderini paylaşacağım Niyazi Berkes’in Türkiye’de Çağdaşlaşma isimli çalışmaları o günlerin mirasıydı işte. Kimi zaman Nurettin Şazi Kösemihal’in Sosyoloji Tarihi’nin gölgesine sığınıyor, kimi zaman Hilmi Ziya Ülken’in Aşk Ahlâkı’nda çizdiği çerçeveyi Boğaz ile buluşturmak gayretiyle çabalıyor, kimi zaman da On Dokuzuncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi’nin sokak aralarında soluklanıyordum umutsuz bir sevecenlikle...

“Seçkin Adam Düşkünlüğü ve Faşizm”, Doçent Dr. Muzaffer Ş. Başoğlu, Adımlar dergisi, Ocak 1944, Sayı: 9.
Ne yazık ki, kimi kitaplardaki dipnotlarının ve referansların en az kitabın kendisi kadar, bazen de kitaptan daha önemli olduğunu bilmiyordum henüz. Muhtemelen bu yüzden, Günümüzde İnsan ve İnsanlar’ın hem dipnotlarında hem referanslar bölümünde hem de ana metinde bütün sarahatiyle yer alan Muzaffer Şerif ismi çekmemişti dikkatimi. (O yıllarda Muzafer Sherif diye mi yazıyordu acaba Çiğdem Hoca?) Hem çekse ne olacaktı ki? 12 Eylül darbesinin bir kasırga şiddetiyle her şeyi belirlediği bir atmosferde, “Muzaffer Şerif de kim?” sorusunun gündeme gelmesi kaç kişiyi ilgilendirirdi sahiden de? Google mı? Google’ı ufukta bir belirip bir kaybolan kutupyıldızı sıfatıyla soluklandıran belirtiler yoktu görünürde! ‘80’lerin ortasına dek Britannica Ansiklopedisi, şeyhülislamlık, anayasa mahkemesi başkanlığı, mizah dergilerine malzeme üretme ve radyasyonlu çay yudumlama görevini ünlü filozof Kenan Evren’in üstlendiğini duymayan birkaç akide şekeri kalmıştır oralarda belki de...
Mehmet Ali Bey sadece sosyalizm meselesinde değil, nadiren yaptığı söyleşilerde de son derece titiz bir insandı. Soracağım soruları hazırlarken, eski yaraları ve o yaraların yol açtığı tartışmaları geri plana itmeyi hedefliyordum aslında. Oysa, Aybar’ın hiç de öyle bir niyeti yoktu. Amerika Birleşik Devletleri’nin Vietnam’da işlediği savaş suçlarını araştırmak için kurulan ve (Bertrand) Russell Mahkemesi olarak adlandırılan uluslararası heyette görev üstlendiği günlerdeki gibi kararlıydı. Söyleşinin hemen başında, Behice Boran’ın kavrayışındaki derin hataları ve sosyalizme verdiği zararları birer birer sayıp dökmüştü mesela. Hiç de haksız sayılmazdı, fakat söylediklerinin sorun çıkaracağı da aşikârdı. Nitekim, muhtelif sol geleneklere mensup dergi yöneticilerinin röportajı yayınlayıp yayınlamamak konusunda tereddüde düşmesi bunun somut bir göstergesiydi...
4.

Yeniköy mü yoksa Beylerbeyi miydi? Zihnimde mekânı netleştiremesem de, Mete Hoca’yı, Gönül Hanım’ı ve Yücel’i masanın etrafındaki yerlerine yerleştirmiştim hiç vakit yitirmeden. Durup dururken elimi ısıran Köpük de kadraja girdiğine göre, Beylerbeyi olmalıydı. Artık konu nasıl dallanıp budaklandı ise, Mete Tunçay, Muzaffer Şerif’ten söz etmiş, Türkiye’ye ve Türkçeye kırgın öldüğünü söylemişti sakallarını menevişlendiren o tok sesiyle. Londra’dan döneli çok fazla zaman geçmediğinden, Türkiye’ye kırılmak meselesine hiç itiraz etmemiş, ancak Türkçeye nasıl küstüğünü anlamak amacıyla muhtelif sorular sorup canından bezdirmiştim Mete Hoca’yı. Yücel Demirel ve Gönül Paçacı ile birlikte Köpük de sıkılmıştı anlaşılan bu ısrardan. Gelip bileğimin üzerine dişlerini geçirerek hayli usta bir manevrayla son vermişti çünkü konuşmaya. Oysa, Köpük biraz daha sabırlı davransa, bizimkiler de Semerkant kapılarında kervanını yitirmiş keşkül fukarası dervişlere dönüşmeselerdi, o akşam Beylerbeyi’ndeki evden Muzaffer Şerif ile yenilenmiş ve yenilmiş bir halde dönebilirdim Kozyatağı’na.
Türkçeyle arama kalibresi kuşkulu bir mesafe koymaya hazırlandığım gece yarısında bütün bunları hatırlamak, yörünge belirlemek açısından iyi olmuştu doğrusu. Bir insanın tozlu kaldırımlarında çocukluğuna doğru emeklediği, daha gün ışıkları eksilmeden sabah serinliğini beklediği, kimi kavşaklarda da acılarını uç uca eklediği bir ülkeye küsmesinin makul, makbul ve mantıklı gerekçeleri olabilirdi pekâlâ. Evindeki pespayeliğini kullandığı araca da taşıyan taksi şoförüne, cep telefonuyla konuşarak otomobil kullananlara ses çıkarmayan trafik polisine, ağaç sevgisinden nasipsiz park bekçisine, pedagoji hakkında tek kitap okumamış okul müdürüne, takımını maddi emellerine peşkeş çeken kulüp başkanına, Üsküdar ekolünü bir kenara bırakıp Kahire kurgusuyla ezan okumaya çalışan modern camii müezzinine, ne işe yaradığı belirsiz mahalle muhtarına, musluğu çalındığından suyu akmayan çeşmelere, musluğu henüz çalınmadığı halde sudan nasibi kurutulmuş çeşmelere, yayın yönetmeni kibriyle davranan başvekile, başvekili aratmayan memleket cahili yayın yönetmenine, asla ismiyle müsemma bir yaraya merhem taşımayan Kanaat Bakkaliyesi’ne, bizleri Paul Auster ile ve yardımcı doçentlerle uğraşma zahmetinden kurtaran reis-i cumhura, cümle kurmaktan aciz büyük romancıya, belediyelerin kültür müdürlüklerini rant kapısına dönüştüren kırçıl sakallı şaire yahut kabzımal karaborsasına kırılıp gücenmek için bilhassa çabalamak şart değildi ayrıca.
Uzak Asya’dan gelip Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan yarımadanın insan malzemesi, o malzemenin ürettiği model, o modelin kendini kanıtlama yöntemi buydu maalesef. Memleketin muhtelif yerlerinde kalıntılarıyla karşılaşılan medeniyetlerden birkaç harabe dışında ufacık bir iz kalmamıştı demek ki. O kalıntıların hiçbiri, ülke mensuplarının zihninde, yüreğinde veya akciğerinde minik bir tesir bile bırakmamış, Oğuz Atay biraderimizin söylediğine benzer bir biçimde, bir beşik misali sallanıp durmuştu asırlar boyunca. Hadi Bizanslılar, Ermeniler, Yahudiler, Süryaniler kıyafet itibariyle genel kabul şartlarına denk düşmüyordu diyelim. Turfanda terazilerin otomobillerinin arka camına tuğra niyetine tuhaf birtakım şekiller iliştirerek Osmanlı’yla aidiyet şenliği yarıştırdığı kaderi kırgın bir coğrafyada camilerin, mezarlıkların, sebillerin, yalıların, muvakkithanelerin, tekkelerin, türbelerin içler acısı durumunun sebebi neydi o halde? Bu açılardan bakıldığında, sahicilik yoksunu bir ülkeye gönül koymak maksadıyla zerdali dallarında ahlat aramak gerekmiyordu. Tam tersine, kırılıp gücenmeyenin zihninde ve ruhunda birtakım tuhaflıklar bulunduğuna dair yeminlerle yürünebilirdi Toroslar üzerinden Himalayalar’a doğru. Netice itibariyle, son bağımsız Türk devleti, sınırları dahilinde yaşayanları, muhteva ve şekil bakımından kendisine dönüştürmüştü işte...
5.
Muzaffer Şerif Başoğlu, 1944 yılında Dil, Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde kurduğu Sosyal Psikoloji Kürsüsü’nden apar topar alınıp da hapse tıkıldığında, doktorasını Harvard ve Columbia üniversitelerinde tamamlamış binlerce kişi yoktu herhalde cennet vatanın cinnetlere yargılı maneviyat ve mensubiyet düşkünü sokak aralarında. Muzaffer Şerif, Ödemiş’in varlıklı bir ailesine mensuptu ve diğer dört kardeşi gibi kitaplara meraklıydı. Bu yüzden önce Türkçülük ve Turancılıkla ilgilenmesinde, arkasından sosyalizmin serin sularında gezinmesinde şaşırtıcı bir taraf yoktu. Şaşırtıcı olan, göreni çarpan parlak zekâsına rağmen, bütün bunların insanın başını belaya sokacağını akıl edememesiydi. Eh, bu da doğaldı. İzmir Amerikan Koleji’ndeki steril ortam kadar, o steril ortamın hem mimarı hem de mühendisi olan hocaları da farklı bir perspektiften bakıyordu arnavutkaldırımlarını dahi sırtında yük gören bir ülkeye ve o ülkenin insanlarına. Genç Muzaffer Şerif kültürün aynı zamanda perspektif anlamına geldiğini pek ayırt edemese de, sokakta tüketilenle sınıfta öğretilenin birbiriyle çeliştiğini sezebiliyordu çok fazla zorlanmadan.

Doğrusu bu ya, Muzaffer Şerif’in Türkiye’yle birlikte Türkçeye de küstüğünü öğrendiğim ilk günlerde öyle uzun boylu durmamıştım üzerinde. Hatta bu tavrın arkasında bir miktar elitizm bulunduğunu düşünüp kaygılanmıştım da belli belirsiz. Çok geçmeden, çiçekleri örseleyen çirkin çığlıklar zihnimin çeperlerini çakıllandıracak ve bu sefer özel bir dikkatle eğilecektim Muzaffer Şerif’in adımlarını kanatan mendillerin gölgeli taraflarına. Dediğim gibi, Türkiye’ye küsmesinin yadırgatıcı yahut irkiltici bir tarafı göze çarpmıyordu benim baktığım pencereden. Zerre ciddiye alınmadığımı ve umursanmadığımı gayet iyi bilsem de, bulduğum her fırsatta binlerce kez küsüyordum kendisine zaten ben. Kaldı ki, hafif tertip iğde çiçeklerinin kokusunu hayalhanesine yerleştiren, şakayıkların yörüngesine ömür iliştiren, erguvan depremleriyle yüz yüze gelince mazrufu zarfla bitiştiren bir insan için çok da zor değildi küskünlüklerin kıyısında otağlar kurmak. Fakat Türkçe değişik bir zemin kaymasının izlerini taşıyordu sanki. Bir insan annesinin memesini emerken öğrendiği dile küsebilir miydi sahiden de? O dilin nice badireden geçmiş kelimeleri tarafından biçimlendirilen, o dilin felsefeyi hayli örseleyen kavramları tarafından aynalarla bütünleştirilen anlam çerçevesi dahilinde varolmayı bütünüyle reddetmek nasıl mümkün olabilirdi ki?
Zihnimin çeperlerini, çıkrığını çoktan yitirmiş çekimserliklere kilitleyen bu sorunun cevabı basitti aslında. Muzaffer Şerif’in ilkokuldan hemen sonra koridorlarında koşuşturmaya başladığı bir başka dil daha vardı. O zamanki ismiyle İzmir International College, bugünkü ismiyle İzmir Amerikan Lisesi, küçük yaşlardan itibaren İngilizce ile tanıştırmıştı Muzaffer Şerif’i. Harvard ve Columbia üniversiteleri ise bu tanışıklığı eni konu akrabalığa dönüştürmüş olmalıydı. Hüzünlü bir ifadeyle hatırlatmak lazım gelirse eğer, Muzaffer Şerif’in kendini ifade edebileceği bir başka dil, iki adım ötedeki narpızlı yamaçlarda durmuş onu bekliyordu. O dilin içinde de Ödemiş sokaklarında gezinircesine koşup eğlenebiliyor, bir sonraki adımını örseleyip aksatacak, diz kapaklarındaki ya da dirseklerindeki yara bereyi pansumansız bırakacak yabancılıklar çekmiyordu. Türkiye’nin ve Türkçenin tahribatını, İngilizcenin tesellisiyle onarmaya çalışıyordu belki de...
6.
Bütün bunlara rağmen, hassasiyeti takvim şeritlerine kayıtlı bir insanın anadil diye tanımlanan kıyısı yekpâre mendilli, varolma kabiliyeti inadına kandilli bir dünyaya sırt çevirebilecek bir cesareti bulabilmesi yorucu bir çabaya ihtiyaç gösteriyordu. Muzaffer Şerif de kezzap kuyularına aldırmadan direnmişti olanca gücüyle. 1947 yılında yani faşizmin ve Nazizm’in Türkiye ve Türkçede de yavaş yavaş anlamını yitirmeye yüz tuttuğu bir dönemde, Dil, Tarih-Coğrafya Fakültesi’ndeki kürsüsüne dönmek amacıyla yeniden başvurmuş, bu kez de Amerikalı bir kadınla evlendiği gerekçesiyle reddedilmişti. Son bağımsız Türk devleti, yurttaşlarının evliliklerinde bile söz sahibi görüyordu kendisini demek ki...

Anlayabildiğim kadarıyla asıl kırılma noktası da bu olmuştu. Tek parti döneminde başlayıp çok parti döneminde de eksilmeyen ulus-devletin zeminini pekiştirme faaliyetlerinin önüne katıp sürüklediği talihsiz bir kurbandı Muzaffer Şerif. İlki değildi hiç kuşkusuz, sonuncusu da olmayacaktı kayıt kabul şartları dolayısıyla. Bereket, çapını çaprazını takdir etmekten aciz irfan yoksunu bir memlekete inat, dünya Muzaffer Şerif’in farkındaydı. Gördüğü her çınar ağacına sarılıp uzak bir ülkeye ait kabuk bağlamamış yaralarını ayrıca kanatsa da, bilim kürsülerinin kıymetini bilmesiyle avutmuştu kendisini besbelli ki...
Hakikatin hayalperest çehresine yakın durmak lazım gelirse eğer, benim buna benzer davudi eyvahlarla dağları yerinden yekindirecek ya da akşamları içimde çoğalan çığlıkları Ödemiş Ovası’na serpiştirecek mazeretlerim yoktu henüz. Tam tersine, Londra’da bir başka dilin anlam coğrafyasında Mekke’ye doğru yola çıkan bir kaplumbağa misali gezinirken, şanslı olduğumu dahi düşünüyordum gizliden gizliye. Sydenham’da oturduğum çatı katından, Wells Park’ı boydan boya kuşatan Longton Avenue’nün çınar yapraklarıyla kaplı kaldırımlarına bakarak bileklerimi intiharların solgun kıyısına yakın tutarken de, yıllar önce Urfa Ortaokulu’nda bir kenara bıraktığım İngilizcenin gölgesine sığınıyordum üstelik! Nedense okumaya yönelikti bütün çabalarım, konuşmayı önemsemiyordum pek fazla. Kırk yaşındaki bir insan hangi ucundan tutabilirdi ki kanadı kırpık uçurtmaların? Her gece altyazılı birkaç film izlediğim BBC, başlıklarından yorumlarına uzanan bir süreçte o dilin içinde kaybolmamı kolaylaştıran The Guardian gazetesi ve sayfaları çevrilmekten kararan Redhouse’lar, Oxford Dictionary’ler olmasa ne yapardım acaba?
Kapalı bilgisayardan hafifçe sızan ışığın aydınlattığı odanın köşegenlerinde, Muzaffer Şerif’i haklı çıkaracak makul ve makbul mazeretler aranırken, Mete Hoca’yla meseleyi tartıştığımız Beylerbeyi akşamındaki ışıltılara döndüm yüzümü yeniden. Köpük, görevini tamamlamış köpekleri birdenbire sarıp sarmalayan ciddiyetle son derece sakin bir biçimde ayaklarımızın altında dolanıyor, Yücel nereden öğrendiğini hiçbirimizin bilmediği fıkralarla geniş salonu renklendirirken kahkahalar kahkahaları kovalıyordu. Birden, Köpük’ün yeni bir saldırı ihtimalini de göze alarak, “Ama,” dedim cesareti celallendiren kararlı bir ses tonuyla, “ama Muzaffer Şerif’in arkasında İzmir Amerikan isminde kocaman bir sıradağ vardı...”
Oysa ben Londra’ya adım attığımda İzmir Amerikan yahut Robert türünden İngilizceyi bir ülkeye dönüştürmekle yetinmeyip ayrı bir hareket ve faaliyet sahası sağlayabilecek herhangi bir teselli adacığına yahut aynasında acılarımı avutabileceğim bir ırmağa sahip değildim. Buna benzer okulların talim ve terbiyesinden geçen kıdemli Londra sakinlerinin, onca yıla rağmen o dilin coğrafyasında kendilerini zaman zaman bir yabancı gibi hissettiklerini de bilmiyordum henüz. Muhtemelen bu nedenle, Community Center’larda ya da Lewisham College’de tahammüllerini saydam gergeflere işleyen hocalarıma en çok soru soran insan bendim. Ve muhtemelen bu nedenle, Sydendam’dan yola çıkan Küçük Asya trenlerinin ibrişim değirmenlerine nasıl derviş taşıyabileceğini anlayamıyordum bir türlü...
7.
Dedim ya, benim bu ülkeye küsmemi haklı çıkaracak binlerce gerekçe mevcut olsa da, Türkçeyle kurduğum ilişkiyi anlamlandıran pencere ve kapıları kapatmakta zorlanıyordum her seferinde. Konuştuğum pek fazla kimse yoktu; en azından o yıllarda iki kez memleketi şereflendiren Şavkar’ın (Altınel) geliş gidişlerini saymazsak eğer, birlikte sustuğum çok fazla kimse de yoktu. Gene de zihnimde kanat çırpan bütün kelebekler Türkçeydi işte; yüreğim Türkçenin türkülere denk düşen ahengini kendine yoldaş kılarak çarpıyordu bütün mahrumiyetlere inat. Kazara bir tebessüm ilişecek olursa dudaklarımın kıyısına, Türkçenin gölgesine sığınıyordum hemen. Bilincim Türkçeydi, sevincim Türkçe. Bu dilde aşklara aşinalıklar eklemiş, bu dilde acı çekmiştim yıllar boyunca. Zaman zaman araya İngilizce efektler karışsa da, yeryüzüne ve gökyüzüne direnmemi mümkün hale getiren rüyalarım Türkçeydi. O benden vazgeçmeye yüz tuttuğunda bile sırt çevirememiştim kendisine. Bir kısmı mecburiyetti bütün bunların, bir kısmı mahrumiyet, daha büyük bir kısmı ise mağlubiyet...

Muzafer Sherif, 1954.
Fotoğraf: Cummings Psikoloji Tarihi Merkezi Arşivi
Tıpkı Muzaffer Şerif gibi, ilk akşamdan dolunaylar düşlediğim gecelerle yahut dağ çiçeklerinin yamacına nakış nakış işlediğim hecelerle arama uçurumlar gerilmişti gerçi fakat o meselenin başka bir tarafıydı. Sanki kahır kışlalarının kapılarına yaslanıp Wells Park’a baka baka çiçek döken insan bir başkasıymışçasına, 1999’un Aralık ayında, Basın Affı çıkar çıkmaz, Kandilli ufuklarına doğru kanatlanmak gayesiyle omuzlarımda fırsat bekleyen güvercinleri serbest bırakıvermiştim ufacık bir tereddüt belirtisi göstermeden. Tereddüt bir yana, Kandilli üzerinden nefes alıp veren heveslerime, Emirgan yahut Kanlıca konukluklarını da eklemiştim hemen. Öyle ki, Londra metrosunun en uzun hattı olan Piccadilly Line’dan Heathrow’a gecenin bir yarısı gidip sabaha dek uçak saatini beklemekten de zerre yüksünmemiştim. Aktarma yapma mecburiyeti yüzünden indiğim Köln havalimanında yaşadığım ağır yenilgiyi ise dost/arkadaş/sevgili bildiğim herhangi birine anlatmak da gelmemişti içimden artık nedense...
Türkçenin ana vatanı sıfatıyla tanımlamakta hiçbir beis görmediğim İstanbul’a gidiyordum çünkü. Beş yıl boyunca kirpiklerimden inci inci süzülen, kimi gün boğazımdaki kıvrımlara boncuk boncuk dizilen bir kentti söz konusu olan. Ömrümü sokaklarına dantel misali nakışladığım, Boğaz kıyılarında gezinirken ayaklarımın altında ezilen kaldırımları her seferinde bir kez daha bağışladığım tarih ve coğrafya yorgunu bir kente yani. Muzaffer Şerif için Ödemiş, İzmir yahut Ankara neyse, benim için İstanbul oydu işte. Tepeden tırnağa bir umut, bir o kadar da kıblesini kandehar önlerine serpiştiren mavi bir bulut!
8.
Bütün bu delifişek şahlanışlara inat, kimilerinin yaşantı ismini vermekte hiç de zorlanmadığı sefillikler manzumesini Türkçe ile ifade etmek gelmiyor artık içimden. Tamamlanmasına zihinsel veya fiziksel bir engel bulunmayan bir hikâye bilgisayarın sol köşesine kıvrılmış, ilgi ve şefkat beklerken, haftalardır elim o tarafa gitmiyor mesela. Yarıya yakını yazılmış yaygın yanlışlar ansiklopedisi’ne birkaç madde daha ekleyecek yahut Virginia Woolf’un günlüğünde yer alan o olağanüstü, “Koltukların üzerine ince keten örtüler serilmiş gibi bir duygu içindeyim; herkes kırlara gitmişken geride kalmışım gibi” cümlelerinin orijinalinin peşine düşecek gücü de bulamıyorum kendimde bir türlü.
Hayır, Türkçeye küsmüş değilim henüz. Onun da, bunca yıldır kendisini güzelleştirmek uğruna harcadığım çabaları bütünüyle bir kenara bırakıp sınanma sahillerine sürüklediğini sanmıyorum beni. Sezgilerim güçlüdür öteden beri, Türkçenin bana kırılıp gücendiğini aklıma getirsem kayıtsız kalamazdım herhalde! Muhtemelen mütekabiliyet ilişkilerini andıran bir ebemkuşağının altında yıpranıyoruz göz göre göre. Yüreğim acıyor, gönlüm sızlıyor, ciğerlerim parçalanıyor, beynim ise çarmıhlarda çile çiçeklendiren peygamberlerden farksız nicedir...
Oysa birkaç ay öncesine kadar kelimelerden başka hiçbir sığınağım yoktu benim. Bulduğum hemen her fırsatta onların vaat ettiği kapıları çalıyor, kapıda herhangi bir sorun varsa şayet, pencereden atlıyordum o büyülü ülkeye. Metaforların gölgesine gizlenip yaşadığım günlere gerekçe aramak katlanılır kılıyordu yalnızlığımı. O yalnızlık, sevinci hayli eksik bir aldanışın sahrasında sarı humma seyrine çıkmış cümlelere dönüşse de gece yarıları, geçinip gidiyorduk işte! Ne olmuştu birdenbire, nasıl böyle bir uçurum açılmıştı aramızda? Sigmund Freud’un, Carl Gustave Jung’un yahut Irvin Yalom’un kitaplarının kapağını kaldırsam, minik teselliler bulabilir miyim acaba? Hakikaten bilmiyorum.
Buna benzer krizlerin krizantemleri kuzey rüzgârlarına açık tutan kapasite kolaylıkları arasında düşmüştü aklıma Muzaffer Şerif ismi zaten. O nasıl katlanmıştı acaba, nasıl tahammül edebilmişti her direnişin aynı zamanda tükeniş anlamına geldiğini bile bile? 16 Ekim 1988’de yani benim Mehmet Ali Bey’le söyleşi yaptığım yılın ertesinde Alaska’da öldüğünde, kirpiklerinin kıyısına gözyaşlarıyla birlikte serpilen sitemlerini nasıl uzak tutabilmişti Türkçenin ifade imkânlarından? Hangi dilde veda etmişti yeryüzüne?
Önceki Yazı

Kevork’tan Artun’a miras kalan
“Kevork’un çocukluk yıllarında T’de yaşadıkları onu giderek hınç insanına dönüştürmüştür. Kabul görme arzusuyla geldiği İstanbul’da karşılaştığı sınıfsal ve kültürel uçurum daha da dışlanmış hissettirir. Sonunda, hissettiği bu derin öfkeyi önce kendisinden, sonra ailesinden çıkararak hayatta kalır.”
Sonraki Yazı

Bir popüler kültür nesnesi: Oğuz Atay
“Oğuz Atay’a dair üretilen içeriklerin çok büyük bir çoğunluğunda özgün bir yoruma rastlamak mümkün değildir maalesef. Daima bir yanı üzerinde durulur, yalnız ve bunalımlı bir yazar portresi çizilirken onun asıl derdi hep görmezden gelinmiş ya da anlaşılamamıştır.”