Totaliter Batının şiddeti
“Nazi şiddeti, Fransız Devrimi’nin Aydınlanmayı icat etmesine çok benzer bir şekilde anti-semitizmi icat etmişti. Ancak bu icadın Yahudisi modernite, Marksizm, komünizm gibi olguları temsil eden bir soyutlamaydı...”
Auschwitz-Birkenau toplama ve imha kampında tutsakların yakıldığı fırınlar, 1945.
“Kapitalizm hakkında konuşmak istemeyen, faşizm hakkında da susmalıdır.”
–Max Horkheimer
II. Dünya Savaşı üstüne Yahudi soykırımı odaklı eleştirel kültür ürünlerine, özellikle sinema filmlerine epey bir ilgi gösterilir, teşvik edilir. O kadar ki bu filmler “Nazi Filmleri” başlığında toplanabilecek hacimde bir yekûn oluştururlar. Ödül konusunda da önleri genelde açık olur. Filmlerin sinematografisine girmeden sadece bunca istenir ve bunca hacme sahip olmalarında ideolojik bir mesaj olduğundan şüphelenmek gayet doğal gibi geliyor böyle olunca. Batının[1] komünizm karşısında “zafer”inin ilan edildiği bir liberalizm ütopyası olan “neo-liberal” bir dönemde sistem hâlâ böyle bir ideolojik mesaja ihtiyaç duyar mı, bilinmez ama çok da afaki olmayacak mesaj şu olurdu herhalde: “Batının cennet gibi liberal ‘demokrasi’[2] uygarlığında Faşizm açıklanması zor, metafizik bir kazaydı ama zaten o da geçti gitti. Artık liberal uygarlığımızın keyfine bakalım.”
Bu filmler söz konusu vak’a ile bugün arasında “eleştiriden” oluşma bir “mesafe” inşa ediyordur sanki. Üzerine bunca konuşulduğuna, konuşulabildiğine göre geçmişte kalmış olmalı.
Nazi Şiddetinin Kaynakları
çev. Ertuğrul Genç
İletişim Yayınları
Kasım 2024
213 s.
Bu ideolojik mesajla birkaç iş birden görülüyor. Örneğin faşizmi işaret ederek sermayenin bugünkü totaliterliği ve vahşiliği[3] perdeleniyor. Kabaca şöyle: “Totalitarizm oradaydı, Naziler öyleydi, bir kazaydı oldu fakat artık yaralarımızı sardık, tek kaygımız muzaffer ‘demokratik’ uygarlığımızın tadını çıkarmak olmalı.”
Bu ideolojik mesajın gördüğü işlerden ikincisi de ilki ile aynı gibi görünebilir ama farklı. Bakışı, demokrasiyi “Totaliter komünizm”in karşısındaki “Batı uygarlığının” hanesine yazan bir soğuk savaş mitinin 19. ve 20. yüzyıl projeksiyonuna uymayan bu tarihsel âna odaklayarak geri kalan her şeyi flulaştıran ve görünmez kılan optik bir hile bu. Faşist[4] totaliterlikte soğuk savaş ve sonrasının insanı tarafından görülmesi istenmeyen bir şey dökülüp saçılmıştı ortalığa. “Batı uygarlığı”nın ideolojik kılıfı yırtılmış ve bu uygarlığın gerçeği epey şeffaf bir şekilde ortaya çıkmıştı. Bu cerahat, üstünde “metafizik kötülük” yazılı olan bir “eleştiri” torbasının içine alınıp yine gözden uzaklaştırılıyor bu filmlerle. Yahudi soykırımın “biricikliği”ni, benzersizliğini vurgulayan, aralarında Primo Levi gibi toplama kamplarından kurtulanların da olduğu bazı tarihçi ve yazarlarda Nazi totaliterliğinin metafizik bir dehşeti kışkırtması anlaşılmaz değilse buna direnmek, bu ikinci işle iştigal eden bu ideolojik mesajı bloklamak gerekiyor.
“Kimileri Yahudilerin soykırıma uğratılmasını adeta metafizik bir varlık seviyesinde, tarihin dışında duran bir anı mertebesine yükseltir ve normatif bir aşılmazlık ile sararlar” (s. 10) diyen Enzo Traverso’nun –ismiyle Arendt’in Totalitarizmin Kaynakları adlı eserine de gönderme yapan– Nazi Şiddetinin Kaynakları[5] kitabı tam olarak bunu yapıyor.
Arendt’in “her yeni olay geçmişi aydınlatır fakat asla sadece geçmişten çıkarsanamaz” sözünün rehberliğinde çalışan Traverso’nun Nazi şiddetine bakışla ilgili fotoğraf makinelerindeki netlik ve kadraj ayarına benzeyen mesafe “ayarı”na dair kılavuz niteliğinde iki uyarısı var: “ İki tehlikeden … kaçınmak gerekiyor: Bir yandan suçu uzun bir tarihsel süreç içinde çözdürülerek (sadece bu değil, aksi belirtilmediği sürece bundan sonraki bütün vurgular yazarın) kendine has özelliklerin silinmesi, diğeri ise tarihin bilhassa ‘Shoah merkezli’ bir yorumunun yapılması.” Ne çok uzak, ne çok yakın, ne çok geniş, ne çok dar… “Nasyonal sosyalizmin tarihselleştirilmesinin muhtemel tehlikesi de suçlarının İkinci Dünya Savaşı’nın belirli bir ânına, hatta onun marjinal bir yanına indirgenmesi ve böylelikle Yahudi soykırımını görelileştirmesi, hatta önemsizleştirilmesidir.” (s. 14-15) Dert çok açık: Hem olayın radikalliğini görelim hem de metafizikleştirmeyelim. Bu vurgunun ilk defa yapılmadığını bilmek için öncülleri okumuş olmaya gerek yok; bizzat kitap bu öncüllerin tartışmadaki ön açıcı katkılarından bol miktarda faydalanıyor zaten.
Peki Auschwitz ne tür bir geçmişi aydınlatıyor; ne tür bir “medeniyetin patolojik dışavurumudur”? Kitabın tahmin edilebilir programını anlamak için çok da çabaya gerek yok aslında. Treverso’nun Carlo Ginzburg’dan yaptığı alıntıyla:
[Yapmamız] gereken, Nazi kıyımını mümkün kılan unsurların üst üste gelişini kavramaktır. Bu suç meydana gelmiştir ve meydana geldiği zihinsel araziye ışık tutmakta, bize kurbanları, katili, suç ortaklarını, suçun arkasındaki motivasyonu ve suçu işlerken kullanılan araçları anlamak için soruşturma yapan dedektifler gibi kullanılabilecek kanıtları göstermektedir. (s. 173)
Kitap tam olarak “bu soruşturma paradigmasını Nazizmin bıraktığı kör edercesine görünür ‘ipuçlarının’ analizi için” (s. 173) uyguluyor. İpuçlarının kör ediciliğinin nedensiz olmadığını, neo-liberal dönemi bütün şiddetiyle yaşayan bizler biliyoruz.
Gayet isabetli bir şekilde Auschwitz’e giden yolu, cezalandırma pratiklerinin insansızlaşmasının, duygudan arınmasının, “bürokratikleşme”sinin kapısını aralayan giyotinle başlatan Traverso’nun Yahudi soykırımını sıradanlaştırmak gibi bir niyetinin olamayacağını bilmek için kanıta zaten ihtiyaç yok, yine de okura angarya olsun diye değil, önemli bir vurgu yapıldığı için alıntılıyorum şu sözleri:
Auschwitz’in benzersizliği belki de, ancak her şey olup bittikten sonra soykırımın insan ilişkilerinin temelini oluşturan, insanlar arasındaki tüm düşmanlıklara, çatışmalara ve savaşlara rağmen birbirini insan olarak görmelerini sağlayan o temel dayanışmayı barındıran tarihsel dokuyu yırttığını anlamış olmamızdır. (s. 12)
Ürperti verse de eklemek gerekir tabii ki; öldürülen bir insanın cesedini bir araca bağlayıp “hazla” sokak sokak gezdirmenin coşkulu “neşe”si de o yırtıktan içeri girdi.
Korsch
Aslında Traverso, Nazi şiddetiyle Batının “liberal” dünyasının –belli bir popülerlik kazanabilmiş “bumerang etkisi” kavramından varlığı sezilebilen– “uzamsal” ortaklığının iyi bir resmini çiziyor. Karl Korsch’un, “Bu açıdan totaliter politikanın yeniliği, Nazilerin şimdiye kadar sözde uygarlığın dışında yaşayan ‘yerliler’ ya da ‘vahşiler’ için ayrılmış yöntemleri ‘uygar Avrupa’ halklarına doğru genişletmiş olmasıdır” ifadesinden de bildiğimiz, 19. yüzyıl emperyalizmiyle Nazi şiddeti arasındaki teknik, idare, yönetim bağlantısını ilk defa bu kitapta görmüyoruz. Totalitarizmin Kaynakları’nın ikinci cildi olan Emperyalizm’de Arendt’in söyledikleri şunlar:
Avrupalı ayaktakımı beyaz bir derinin, örneğin Güney Afrika’da ‘sevimli bir erdem’ olabileceğini keşfettiğinde; Hindistan’ın İngiliz fatihleri, kendi ana ülkelerinin yasalarının üstünlüğüne değil, doğuştan edindikleri efendilik vasıflarına inanan emperyalist idare memurları haline geldiklerinde; ejderha öldürücüler ve maceracılar, sonu gelmeyen sinsi saiklerin hiç bitmeyen Büyük Oyununa katılan ‘yüksek ırktan beyaz adamlara’ ya da bürokratlara ve casuslara dönüştüklerinde; İngiltere’nin en iyi evlatlarının, kendi ülkelerinin iyiliği için çalışmak yerine İstihbarat Servisinde Büyük Oyunu oynamayı tercih ettikleri, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra yavaş yavaş ortaya çıktığında; bir ırk öğretisi temelinde totaliter bir rejim inşa etmek için sadece bir araya kaynatılmaları gereken bütün unsurlar herkes için elle tutulur hale gelmişti.
Kitap bu unsurların jeneolojisini yapıyor. Nedir bu unsurlar?
- Tek bir âna sıkışan “Aurasız bir ölüm boşluğunu açığa çıkararak” antropolojik bir kırılma yaratan ve eşlik eden duygulardan arınmış cezalandırma pratiklerinin uygulandığı bir çağın “alkışlanan” habercisi olarak giyotin;
- hayvan kesiminin “Dionysos’vari güdülerinden” modern çağın “pastörize katliamına” geçiş olarak tasvir edilen mezbahalar;
- “ceset üreten fabrikalar” gibi örgütlenen Nazi kamplarına modellik yapan Taylorist iş örgütlenmesi;
- katliamı örgütlemeyi yalnızca bir görevin ifası haline getirerek etik sorumluluğu yok eden bürokratik yönetim;
- liberalizmin en merkezî figürlerinden John Stuart Mill’in ayrıksı bir örnek olmak şöyle dursun, günün zihniyet dünyasının ortalamasını mükemmelen temsil eden fakat işaret ettiği tarihin şiddetini hissettirmekte aciz kalan, “Despotizm, barbarlarla başa çıkmak için meşru bir yönetim biçimidir” sözlerinin de doğruladığı üzere, “aşağı ırklar”ın maruz kaldığı bir tür toplumsal “hijyen” olarak görülen soykırımlar;
- “Fordist orduların” merkezinde olduğu ve “meçhul asker”de ifade bulan kitlesel ve anonim bir “ölümü” tarih sahnesine çıkaran, I. Dünya Savaşı’nda ilk örneğini gördüğümüz topyekûn savaş;
- bu savaşlarda şekillenen bütün haklardan mahrum kalan esirlerin tutulduğu kampların örgütlenmesi;
- günün ortalaması sosyal Darwinizm ve öjeni.
Yine dönemin ortalama öjenik zihniyet dünyasının örneği olarak “siyasi demokrasi ve eşitlikçilik medeniyetinin barbarlığa doğru gerilemesinin” sorumlusu kabul edilen “tehlikeli” işçi sınıfının, Paris Komünü’nün “aşağı ırklara” benzerliğe gönderme yapılarak meşrulaştırılan kitlesel kıyımla bastırılmasında dehşetli bir hakikat olarak temayüz eden sınıf ırkçılığı da bunlara eklenebilir.[6]
W. Adorno
“Nazizmin özgünlüğü Batıya muhalefetinde değil, Batının çeşitli şiddet biçimlerini sentezleme yolunu bulma kapasitesinde yatar.” (s. 174) Bu da Adorno’nun Nazizmi “medeniyet ilkesinin tam orta yerine yazılmış bir barbarlığın ifadesi” olarak görmesinin nedenidir. Traveso bütün bunların izini edebiyattan bilimsel yazına, politik literatürden gündelik basına kadar taradığı kaynaklarla çok berrak ve okur dostu bir şekilde ortaya koyuyor.
Olayın ışık tuttuğu geçmişte anti-semitizm de vardı muhakkak fakat savunmaya çekilmiş, heterojen ve güçsüz bir fikirdi. Nazi şiddeti, Fransız Devrimi’nin Aydınlanmayı icat etmesine çok benzer bir şekilde anti-semitizmi icat etmişti. Ancak bu icadın Yahudisi modernite, Marksizm, komünizm gibi olguları temsil eden bir soyutlamaydı ve Nazi şiddetine katalizörlük yapmıştı. Bazı aşinalıklar hissettiren şu uzun pasajın yakından duyulması daha iyi olacağından aradan çekiliyorum:
Almanya’da anti-semitizm (zihinsel bir tutum olarak yaygın olmakla birlikte, yüzyılın başında seçmenlerin sadece %2’sinin inanç olarak benimsediği bir şeydir) Birinci Dünya Savaşı’nın travması ve ülke çapında toplumsal ilişkilerin altüst hale gelmesi olmadan Nazi rejiminin ideoloji haline gelemezdi: Kaotik ve toplumu bölen bir toplumsal modernleşme, Weimar Cumhuriyeti’nin kronik siyasi istikrarsızlığı, derin ve çok uzun süren bir ekonomik kriz, 1918-1923 arasında Bolşevizm korkusu ve muhtemel bir Alman devrimi tehdidiyle yükselen agresif milliyetçilik ve son olarak tarihsel bağlam olmasaydı, popülaritesi Münih’teki birkaç bira mahzeninden öteye geçemeyecek olan uğursuz bir karakterde cisimleşmiş karizmatik bir lider özlemi. (s. 23)
Bu kitapta anlatılanlara aşina olanlarımız az değildir elbette. Bazen, bildiğimiz diyemesek de, sezdiğimiz ya da tahmin edebileceğimiz bir hikâyeden de bahsediyor gibidir kitap. Bu kitaptaki malzemelerden elde edilen metinde vurgulanmaya çalışılan yorum daha önce sadece berrak ve parlak fikirler olarak dillendirilmiş değil sadece; belki bizzat böyle bir kitabın yazılabilmesini sağlamış sınıfsal/anti-kolonyal bir politik mücadele geleneği tarafından da somutlaştırıldılar. Yine de yukarıda bahsi geçen filmlerin gerçekleştirdiği, bir fantezi değildir diye umulan ideolojik işlemlerin de içinde olduğu daha hacimli bir yapıyı dikkate aldığımızda çok da nedensiz olmadığını tahmin edebileceğimiz, sürekli mücadele edilmesi gereken bir amnezi örtüsü de işlemektedir bu hakikate ve mücadele birikimine karşı.
Öyle ki, durum için yazarın, “Oysa bu hafızasızlık ortadan kalksa, 20. yüzyılın anlaşılabilirliği ciddi ölçüde artacaktır, çünkü o zaman nasyonal sosyalizm ile klasik emperyalizm arasındaki bağlantı şu anda olduğu gibi artık gizlenemeyecektir” (s. 62) sözlerindeki naifliği karamsarlığa da, umutsuzluğa da düşürmeden gösterecek olan, Özgür Sevgi Göral’ın Yaramız Derindir’de[7] işaret ettiği üzere, “amnezi” değil, “afazi” kavramını kullanmaktır. Afaziye karşı da çaresiz olmadığımızı eklemek için nedenlerimiz var neyse ki…
Kitabın, burada gördüğünüz, sadece güdük olmamaya çalışan versiyondan daha güçlü ve zengin okumalara, yorumlara ve tartışmalara imkân verdiğini eklemek kaçınılmaz tabii ki. Okur bu okumaya yön verenin ve belki de güdüklük sınırında kalmasının nedeninin Batı medeniyeti (kapitalizm) ile Nazi şiddetini ayrıştırmaya çalışan bir ideolojik dayatmaya duyulan aşırı ve heyecanlı bir reaksiyon olmasını affedecektir diye umuyorum.
Tarih kitaplarını yazılmaya çağıran mesajın geçmişten değil, bugünden geldiğini bilmeyen yok. Traverso’nun da birden fazla kitabının içinde olduğu Faşizm ve tarihi üstüne olan çalışmaların artmasına, buralar özelinde konuşursak çevirilerin yoğunlaşmasına bu gözle bakınca bazı anlamlar çıkarabiliriz. Listede üst sıralarda şu olmalı: “Neo-liberalizmin Faşist karakteri üstü örtülemeyecek berraklıkla ayyuka çıktı.” Zaten aynı uygarlık “totaliter komünist” bloğun yokluğunda demokrasinin eşitlikçi ve halkçı potansiyellerini törpülenmesi gereken bir aşırılıklar olarak kodlamakta gecikmedi.[8] Sağın bütün kasvetiyle[9] çöktüğü, ırkçılığın zihniyet dünyasının normali olduğu bir dünyada, yukarıda sayılan Nazi şiddetini mümkün kılan unsurların cetveline vurulup temiz çıkmak çok zor toplumlar için. Kapitalist bir evrende olmamız bu sürekliliği şaşırtıcı olmaktan çıkarıyor elbette. Bu yüzden kitabın da dillendirilmeyen asıl mesajı şu gibi: Bu evrenden çıkmadan faşist tehlikeyi savuşturmuş olmayız. Yazının Hölderlin’i hatırlayarak bitirilmemesi için bir neden yok o halde: “Tehlikenin toprağında, büyür kurtaracak olan da.”
NOTLAR
[1] Kitap Batı kavramını kullandığı için bunu tercih ediyorum ama aralarındaki gerilimli ve çatışmalı pozitif korelasyona rağmen ben kitabı okurken her durumda değilse bile çoğunlukla Batıyı kapitalizm olarak okudum, yazarken de her zaman olmasa da Batıyı kapitalizmin yerine yazdım.
[2] Kapitalizmin demokrasi karşıtlığı hiç de sır değil ama yine de tatminsizler için bkz: Ellen Meiksins Wood, Kapitalizm Demokrasiye Karşı, çev. Şahin Artan, Yordam Kitap, İstanbul, 2016 ve Kapitalizm ve Demokrasi-Bir Zıtlığın Anatomisi, haz. Cem Cemgil ve Ömer Turan, Metis Yayınları, İstanbul, 2023.
[3] Zaten günümüzün politik durumunu tanımlamak için bazı çalışmalar, yeni bir kavram geliştirmemelerinden ötürü “zihinsel tembellik”le itham edilip biraz da haksızca eleştirilmiş olsalar da, “Faşizm” adını kullanıyorlar. Örneğin: Alberto Toscano, Late Fascism, Verso, 2023 ve Enzo Traverso, Faşizmin Yeni Yüzleri, çev. Kadir Filiz, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2024.
[4] Faşist totaliterliği, aralarındaki farklara rağmen akraba olgular oldukları için hem Faşizm hem de Nazizm için kullanıyorum.
[5] Enzo Traverso, Nazi Şiddetinin Kaynakları, çev. Ertuğrul Genç, İletişim Yayınları, İstanbul, 2024.
[6] İşçi sınıfını işçi sınıfı yapan şeyin tam da bu tehlikeli oluşu ise de, işçi sınıfının bu tasvirlerde kullanılan pejoratif çağrışımlara pek uymadığını, hatta komünün sol açısından epey ilham verici bir deneyim olduğunu Kristin Ross’un Ortak Lüks’ünden biliyoruz.
[7] Özgür Sevgi Göral, Yaramız Derindir-Hafıza Sahası ve Sömürgeci Afazi, İstos Yayınları, İstanbul, 2023.
[8] Jacques Ranciere, Demokrasi Nefreti, çev. Utku Özmakas, İletişim Yayınları, İstanbul, 2020.
[9] Zafer Yılmaz, Sağın Kasveti, İletişim Yayınları, İstanbul, 2025.