Strout'un unutulmaz karakteri:
Oh Olive!
“Edebiyat iyi düşünülmüş bir hikâyeden çok daha fazlasıdır. Bir karakterden girip hep Olive’den çıkan, sıçramalara rağmen aklımızı hiç karıştırmadan geniş bir zaman dilimine yayılan, birbirinden alakasız gibi görünen 13 bölümü etle kemik gibi iç içe dolayan bir kurguyu bir dizi neresinden tutup bu derinlikle verebilir?”
Elizabeth Strout
Bozcaada’daydık. Dergilerimizin iyi günleriydi; henüz kapaktaki modelin göğsünü birazcık kapatmak üzere bir uyarı almamıştık. Haberi yapılan markalara karışılmıyordu. İktidarın bereketli gölgesinde serpilmiş turizmciler, beraber lüks seyahat konferansı yapalım diye yüksek yerlerden gelen referanslarla kapımızı aşındırmaya başlamamışlardı.
Güneş yavaş yavaş batmaya başlamıştı, bulunduğumuz tepeden denizi görüyorduk. Patronum, yanındaki, birazdan resmî makamların gözünde de kocası olacak adam için, “O kadar iyi biri ki, insanın içindeki iyiliği çıkarıyor, beni de daha iyi bir insan yapıyor” demişti (ki kendisi için “iyi”nin karşıtı bir sıfat kullanmak zaten haksızlık olurdu). Bu tip törenlerde eşler genelde birbirine ihtimal tutamayacakları sözler verirdi oysa, insan ömrünün ne kadar uzayıp hayatın ne denli hızlandığını, bizim de 21. yüzyılın delimsirek ritmiyle kaçınılmaz olarak değişip durduğumuzu unutarak altından kalkamayacakları yeminler ederdi. Seda’nın sözleri günlerce aklımdan çıkmadı. Olive Kitteridge de kocası Henry için aynı cümleyi rahatlıkla sarf edebilirdi… Yok hayır, etmezdi o; herkesin bildiği gerçekleri dile getirmenin ne faydası var, gibi bir şeyler geveleyip gözlerini devirirdi ihtimal.
Elizabeth Strout’un Olive Kitteridge isimli romanı boşuna Henry ile başlamıyor. Henry’siz bir “Ollie” düşünmek imkânsız gibi. Tatlı isimlerle –“Küçük Bir Patlama”, “Seyahat Sepeti”, “Şişedeki Gemi”– 13 bölümde hikâye edilmiş, sadece dış bir anlatıcı ses duyduğumuz bu roman aslında temel olarak adındaki karaktere hizmet ediyor. Amerika’nın Maine eyaletinin Crosby kasabasındaki hayatın şenliğinde, Olive’in orta yaşlarından 74’üne kadar başına gelenleri öğreniyoruz ama birkaç bölüm sonra Olive’in etrafına fazla gelen zekâsı ve tahammülsüzlüğüyle bakmaya başlıyoruz elimizde olmadan biz de her şeye; şimdi, diyoruz, bu banal yorum karşısında yine amansız bir laf edip birilerinin kalbini kıracak ama haksız da değil, bu kadar aptal olunmaz ki…
Olive Kitteridge romanı yazılacak kadar zengin biri. Kasabanın ortaokulunda herkesin korktuğu bir matematik öğretmeni, oldukça uzun ve iri bir kadın ve yaş aldıkça irileşiyor, donut seviyor ama kimseleri öpmeyi sevmiyor, depresif olduğunu düşünüyor – bu özelliğini miras aldığı babası bu sebepten intihar etmiş, yalnız kalmayı sevmiyor ama insanlarla beraber olmayı hiç sevmiyor, körfeze bakan bir evde yaşamasına rağmen nasıl olduysa yüzmeyi bir türlü öğrenememiş. “Cehennemi bir farkındalığı” var ve bu farkındalıkla dertli öğrencilerini, oğlunun karnı burnundaki karısının ruh halini, cenazesinde, kocasının son yıllarında başka bir kadınla ilişkisi olduğunu öğrenen komşunun elindeki potansiyel cinayet aleti meyve bıçağını, kasabaya yeni taşınmış anoreksik kızın yardıma ihtiyacı olduğunu filan şıp diye görüp hissediyor ve yardım da ediyor ama elbette karşılık beklemeden, “iyilik” yaptığını düşünmeden. İçindeki tutarlı ses ne diyorsa öyle davranıyor. Yıllar geçtikçe belki azıcık yumuşuyor Olive. “New York denen yabancı memlekete” ziyarete gittiği –ve tıpkı babasıyla kendisi gibi depresif olduğunu düşündüğü– oğluyla konuşurken birtakım düşünceleri kendine saklamayı öğreniyor mesela, 70’inden sonra:
(…) bebek onun yüzünden havuzda boğulmadığı için duyduğu sevincin etkisi hâlâ geçmemişti, bu yüzden sahte bir hoşgörüyle, ‘Boşananlar için destek grubu iyi fikirmiş’ dedi. Başını salladı. ‘Hepinizin ortak bir deneyimi var tabii.’ Kendisi de bakımevindeki “destek grubu”nun toplantılarından birine katılmıştı ama o saçmalığın daniskasıydı, salak salak insanlar salak salak şeyler söylüyorlardı – toplantıyı yöneten sosyal hizmet uzmanı da sakin, tatlı bir sesle, ‘Başınıza gelenler için öfke duymanız gayet normal’ demişti salak salak. Olive bir daha toplantılara katılmamıştı. Öfkeymiş, demişti içinden, bu laflara dudak bükerek. Hayatın doğal akışının bir parçası olan bir olay için neden öfke duyacaktı ki sanki? (…) ‘Hayatta kötü şeyler olur’ demek istemişti bütün o insanlara. ‘Siz bugüne kadar nerede yaşıyordunuz yahu? (s. 269)
Fakat o New York ziyareti, hepimiz –kimsenin tozsuz izsiz büyümediğini varsayarsak– ebeveynimizle böyle yüzleşebilsek dedirtecek sahnelere de gebe. Arthur isimli terapistin onu oğluyla birlikte masaya yatırıp didik didik incelediğini orada öğrenecek Olive:
“Eğer biraz düşünürsen, hikâyenin bambaşka olduğunu göreceksin. Sende sinir var. En azından ben sinir olduğunu düşünüyorum, gerçekte ne olduğunu bilemem. Ama insanları kırıyorsun. Babamı da çok kırdın.”
Ann alçak sesle, “Chris” dedi kocasını ikaz etmek istercesine.
Ama Christopher başını iki yana salladı. “Senden duyduğum korkunun hayatımı yönetmesine artık izin vermeyeceğim, anne.” (s. 279)
1956 doğumlu Elizabeth Strout, Portland, Maine’de doğmuş. Üniversitede İngilizce ve hukuk okumuş, bir süre yarı zamanlı öğretmenlik yapmış. İlk romanı 1998’de yayımlanan Amy and Isabelle. 2008 tarihli Olive Kitteridge, yazarın 2009 Pulitzer Edebiyat Ödülü’nü kazanıp Ulusal Kitap Eleştirmenleri Ödülü’ne aday olmuş üçüncü romanı. 2019’da okurla buluşan Olive, Yeniden, bu kitabın devamı niteliğinde. Strout’un kitapları Orange Ödülü, PEN/Faulkner Edebiyat Ödülü, Booker Ödülü, Uluslararası Dublin Edebiyat Ödülü gibi pek çok önemli yarışmaların finalisti oldu. 2022 Booker Ödülü finaline kalan Oh William!’dan sonra gelen Lucy by the Sea, yazarın dokuzuncu ve şimdilik son eseri.
Olive Kitteridge, 2014’te, Lisa Cholodenko’nun yönettiği dört bölümlük bir dizi olarak HBO’da yayınlanmış, haberim yoktu; editörüm “onun dizisi de vardı” dedikten sonra pek yapmadığım bir şey yapıp kitabı okumadan diziyi izledim. Muhteşem Frances McDormand başroldeydi. Ve Olive’i elbette olağanüstü oynuyordu: O dudak büzüşü, o tepeden bakışı, göz süzmeleri, ahmaklıkla karşılaştığında iç geçirişi, soğukluğu, aksiliği, yaşlandıkça azıcık yumuşaması, bedeninin kendine bile iri gelmesinden yer yer duyduğu rahatsızlığı minicik jestlerle vermesi… Dizi oldukça güzel ve romana uygun çekilmiş fakat mesela Christopher’ın üst kattaki “yobaz Hıristiyan” kiracısının, biri küfredince İsa’dan başlayıp Tanrı’dan çıkan papağanının yer aldığı sayfalar başta olmak üzere, şu mizah, şu incelik ekrana nasıl yansıtılabilir ki?
Olive o gün Köpeksurat’ı parka falan götürmeyecekti. İkisinin de pencereye yeterince yaklaşmasını bekledikten sonra, “Ben gidiyorum” diye seslendi.
Christopher başını kaldırıp baktı. “Orada olduğunu bilmiyordum. Ne dedin?”
“Dedim ki,” derken Olive sesini yükseltti, “bu lanet ihtiyarın gitme vakti geldi.”
Üst kattan yine Yüce İsa karşılığı geldi.
Pencereden başını uzatan Ann, “Nasıl yani?” diye sordu. Bebeğin ayağı tezgâhın üstündeki süt kutusunu devirdi.
Christopher, “Siktir” dedi.
Olive başını kaldırıp oğlunu papağana şikâyet etti. “Bak, ‘Siktir!’ dedi.” Papağan Tanrı Hükümdarımızdır deyince Olive, “Aynen” diye karşılık verdi. “Aynen öyle.” (s. 257)
Varsa, belki diziye, filme çekilir hevesiyle edebiyata girişen yazarlara not düşelim: Edebiyat iyi düşünülmüş bir hikâyeden çok daha fazlasıdır. Bir karakterden girip hep Olive’den çıkan, sıçramalara rağmen aklımızı hiç karıştırmadan geniş bir zaman dilimine yayılan, birbirinden alakasız gibi görünen 13 bölümü etle kemik gibi iç içe dolayan bir kurguyu bir dizi neresinden tutup bu derinlikle verebilir?
Kitapta bir de Henry’nin gördüğü Ollie var, ona da bakalım:
(…) sonra bahçedeki Olive’i gördü. Karısına doğru yürürken, ‘Merhaba Olive’ diye seslendi. Karısına sarılmak istedi, ama onu bir an olsun yalnız bırakmayan bir dost misali o karanlık hal çökmüştü Olive’in üstüne yine. (s. 10)
Gelgelelim aşk işte… Yardımcısı olarak işe aldığı gencecik, saf Denise’e duyduğu ilgi bile karısına daha çok âşık olmasına sebep olacak Henry’nin:
Aksine, Denise’in o sessiz, ketum yaradılışı Henry’nin Olive’e yeni bir gözle bakmasına, karısını taptaze bir güçle arzulamasına neden oluyordu. Olive’in sabit fikirleri, dolgun memeleri, inişli çıkışlı ruh halleri ve ansızın patlatıverdiği içten kahkahaları Henry’de nicedir saklı kalmış sancılı bir erotizmi açığa çıkarıyordu. (s. 17)
Kurgu beklenmedik yerlerde sürpriz yapıyor. Pat diye kazalar, pat diye ölümler, pat diye baskınlar… Crosby, sakinleriyle ve ortamıyla kasabaların –kişisel olarak en azından benim beklediğim– o kendine kapanık, klostrofobik, muhafazakâr hissiyatını yerinde yansıtıyor. İkiz Kuleler saldırısının gölgesindeki paranoyayı da:
Kadının birinin Moody’s mağazasında dolaşırken, ‘Burada yaşayan herkes niye şişko ve niye hepsi geri zekâlıya benziyor?’ dediğine kulak misafiri olanlar vardı. Anlattıklarına bakılırsa, bu lafı eden New Yorklu bir Yahudiydi, kibrinin kaynağı buydu yani. Crosbyliler arasında bugün bile New Yorklu bir Yahudi tarafından aşağılanacağına, kasabaya Müslüman bir ailenin taşınmasını yeğleyecek olanlar vardı. (s. 304)
13 bölüm boyunca uzun bir karnavaldaymışız gibi önümüzde hakkıyla arz-ı endam eden karakterlerin yanı sıra Olive de ister istemez yaşlanıyor. Sert ve huysuz haline rağmen meğer kendi evlerinin yakınındaki o evde “cana yakın bir gelin” ve torunlarla geçireceği bir emeklilik hayali kuruyormuş, bunu öğreniyoruz. Romanın sonlarında edindiği “arkadaşı” Jack ile bilgisayarda yazışırken olduğu gibi, özellikle o New York seyahatinin getirdiği uyanış eşliğinde kendini sorgulayacağı varmış, bunu görüyoruz:
Olive hemen cevap yazdı. ‘Zoruma gitmez mi? Hem de nasıl gidiyor. Ne yaptığıma bir türlü akıl erdiremiyorum ama bütün bunlar benim suçum olmalı. Geçmişi onun hatırladığı gibi hatırlamıyorum ben. Arthur adında bir psikiyatristle görüşüyor, hep o Arthur yüzünden böyle oldu.’ Uzun süre bekledikten sonra Gönder’e bastı, sonra hemen ekleme yaptı: ‘Not: Ama ben de suçluyum. Henry benim hiçbir zaman hiçbir şey için özür dilemediğimi söylerdi. Belki de haklıydı.’ Gönder’e bastı. Sonra yine yazdı: ‘Not 2: Haklıydı. (s. 323)
Doğru, bellek yaratıcıdır, boşlukları keyfine göre doldurur ve herkes kendi dünyasında yaşar. Yaşlanmak “sağlıklı yol alınması mümkün” ama kaçınılmaz bir süreçtir, en azından bedenin ölümü, kabullendiğimiz haliyle “gerçektir” ve evlilik de tıpkı din gibi insanoğluna dayatılan modası geçmiş, zorba bir kurumdur. Ama çoğumuz tüm sıkıntısına rağmen hayatı (ve aşkı, bıkmadan) tuhaf bir şekilde sonuna kadar yaşamak isteriz:
(…), gençler bunu anlayamaz, diye düşündü Olive. Gençler bunu asla anlayamaz. Onlar hantal, yaşlı, kırışık bedenlerin de kendi diri bedenleri gibi ihtiyaçları olduğunu anlayamazlardı; aşkın sofrada yüzüne bakmadıkları bir dilim turta misali çöpe atılacak bir şey olmadığını anlayamazlardı. (s. 326-27)
Önceki Yazı
Azınlık:
Kendimi evimde hissettiğim roman
“Ölümcül hastalığını öğrenince, 'başkalarının eserleriyle uğraşmak yerine', kalan ömrünü 'hayatta ilk kez kendisi için yazarak' geçirmek isteyen editör Edi’nin her yanıyla azınlık yaşamı olan bu romanı editörlükle çeviri dünyasının romanı olarak da okudum. Azınlık, kapalı Yahudi dünyasını biraz araladığı, hatta eleştirel bir gözle ele aldığı için de önemli.”
Sonraki Yazı
Türkiye’nin hiç dinmeyen “yapı acısı”
“Yapı Acısı, Türkiye’de hep sorunlu olagelmiş yapı-devlet ilişkisinin erken dönemlerine ve ülkemizdeki memuriyet hayatına içeriden, traji-komik bir bakış. 1958 yılında basılmış kitapta, aradan yetmiş-seksen yıl geçmiş olmasına rağmen bugünün Türkiyesi’nde hâlâ bize çok tanıdık gelen nice hikâye var.”