Özge Özdemir ile Geçmişin İzleri üzerine...
Geçmişin İzleri – Altmışlı ve Yetmişli Yılların Kolektif Belleği adlı çalışmasıyla Türkiye siyasi tarihinin toplumsal hareketlerle hemhal olduğu bir dönemine dikkat çeken Özge Özdemir’le özel bir kuşağı, bu kuşağı özel yapanın neler olduğunu ve 12 Eylül’ün bu kuşak üzerindeki etkisini konuştuk.

Taksim Meydanı’nda panzerlere direnenler, 1 Mayıs 1977. Fotoğraf: Feza Kürkçüoğlu Arşivi
Çalışmanız, çalkantılı siyasi gündemle hatırladığımız ‘60’lı ve ‘70’li yılları kuşak ve kolektif bellek kavramları üzerinden yüz yüze yapılan görüşmelerin ışığında inceliyor. Bu iki kavram bu dönemi müzik zevkleriyle, beğenileriyle, modasıyla da görmemize vesile oluyor. Peki, bu kuşaktaki “biz” duygusunu kuran politik olaylar mı yoksa kültürel deneyimler mi?
İkisi birden diyebiliriz. Biz duygusunu, yani burada kuşak olgusunu kuran şey, belirli bir zaman-mekânda meydana gelen tarihsel olayların, dönemin genç akran grupları tarafından aynı anda deneyimlenmesi ve bu deneyimin heterojen karaktere sahip kapsayıcı bir anlatıya dönüşmesi esasında. Politik ve kültürel deneyimlerin ortaklaştırıcı etkisini bu çerçevenin içerisine yerleştirmek gerekiyor. Kuşkusuz tüm akran grupları için ortak deneyim kümelerinden bahsedebiliriz. Fakat Türkiye’de altmışları ve yetmişleri ayırt edici kılan şey, bu deneyimin ilk defa bu denli yaygın bir yoğunluğa ulaştığı bir momente karşılık gelmesidir. Öncelikle her on yılın başında gerçekleşen üç askerî darbeyle ve bunların yarattığı etki ve tepkilerle işaretlenen bir dönemden bahsediyoruz. Öte yandan, küresel ‘68 ruhuyla ivmelenen öğrenci hareketiyle işçi ve kamu emekçi hareketlerinin bir araya geldiği güçlü bir toplumsal muhalefet alanının zamanı. Toplumsal tabanın daha önce ve sonra benzeri görülmemiş bir şekilde siyasallaştığı ve bununla birlikte aynı anda özgürlükçü ve çatışmacı bir karaktere büründüğü yıllar.
Kuşkusuz siyasi belirlenim her alanı ve politik olsun olmasın her bireyi kuşatmaya başlıyor. Ancak altmışlı ve yetmişli yıllar, akranlarını yalnızca politik olaylarla değil, bu dönemin ortaya çıkardığı kültürel pratiklerle de yoğurarak ayırt edici bir kuşak birliği ortaya çıkardı. Bu birliği, çalışmamdaki her bir görüşmecinin anlatıları içerisinde gözlemlemek mümkün. O yüzden, siyasal perdeyi biraz araladığımızda, örneğin dönem gençliğini sadece fikren değil, görünüşte de önceki kuşaktan ayrıştıran giyim-kuşam stillerini sorduğumda, her bir görüşmecinin kapıldığı çocuksu heyecan “biz” duygusunu bugün bile canlı tutan bir etki olarak parıldayıveriyor. Dahası, yeni müzik türlerinin, zamanın ruhunu gezici usulle köylere bile taşıyan sinemanın, tiyatronun, radyonun, yerli ve yabancı edebiyat kitaplarının, büyük bir çeşitliliğe ulaşan gazete ve süreli yayınların bu insanları ne denli etkilediği görüşmecilerin detaylı hatıralarında gün yüzüne çıkıyor. Öte yandan, bu yıllarda siyasi belirlenim her ne kadar kültürel pratiklere sızıp ideolojik beğeni setleri oluştursa da, kültürel alan kuşağın antagonist ideolojilere ayrışmış birimlerini aynı anda etkileme gücüne sahip. Bunlar arasında hele ki radyonun yaygın gücü sayesinde her kulağa davetsizce dolan dönem müzikleri bu yıllara ait sesçil evreni kurduğu gibi kuşağın da ortak kültürel repertuarının ve belleğinin önemli bir parçasıydı. Bunu bilhassa, çalışmama sadece politik özneleri değil, siyasal alanın kenarlarında veya dışında varlık gösterenleri de dahil ettiğim için daha net söyleyebiliyorum. Kısacası siyasal olaylar, kuşağı aynı tarihsel olaylara farklı tepkiler veren farklı birimlere ayırırken, kültürel pratikler daha bütüncül bir kuşak birliği görmemize vesile oluyor. Bu nedenle bir kuşağı daha etraflıca anlamak için zamanın ruhunun ürettiği kültürel yanıtlara da bakmanın gerekli olduğunu düşünüyorum.

Geçmişin İzleri:
Altmışlı ve Yetmişli Yılların Kolektif Belleği
İletişim Yayınları
Ekim 2023
272 s.
Bellek çalışmalarına ilginin holokostla birlikte arttığını biliyoruz. Türkiye’deki bellek çalışmalarını ele aldığımızda bu çalışmalara ivme kazandıran bir olay olarak 12 Eylül’ü ele almak mümkün müdür? Bu sorunun tanıdığı imkândan yararlanıp 12 Eylül meselesini biraz daha açmak istiyorum. Kitabın başlığı, yoğunluğu aslında ‘60’lar ve ‘70’ler olmasına karşın görüşmecilerin anlatılarında 12 Eylül vurgusu o kadar sık ki, çalışmanın ağırlığının buraya kaymasından kaygı duymadınız mı?
Evet, hatta bellek çalışmalarını yaratan şeyin büyük ölçüde Holokost olduğu sıkça dile getirilir. Seksenli yıllarda bellek çalışmalarına yönelik yoğun ilgiyi ifade eden “bellek patlaması” dönemi çoğunlukla Holokost deneyimine odaklanmıştı. Bunun sebeplerine gelince: Hem o karanlık, dehşet dolu günleri yaşamış kuşak artıkhayata veda ediyordu, yani unutmaya karşı bir direnç olarak onların tanıklıklarını kayda geçirme itkisi vardı, hem de geçmişle yüzleşme pratikleri geliştirip tarihsel adaleti sağlama çabası… Ve elbette insanlık onurunu zedeleyen benzer olayların gelecekte önlenmesi arzusu.
Bellek çalışmalarının gelecek için geçmişten dersler çıkarma gibi önemli bir işleve katkı sağladığını unutmamak gerek. Türkiye’de ise bu hattın izi sözlü tarih çalışmalarının başladığı 1990’lardan itibaren sürülebilir. 2000’lerle birlikte ise Leyla Neyzi (ki aynı zamanda sözlü tarihçidir), Meltem Ahıska ve Esra Özyürek gibi öncü isimlerin eserleriyle bellek çalışmalarının Türkiye’de de başladığını söyleyebiliriz. Ancak her ne kadar Türkiye’de sözlü tarih ve bellek çalışmaları resmî tarihin dışarıda bıraktığı, susturduğu toplumsal gruplara ve travmatik tarihsel olaylara odaklanmayı sürdürse de, mevcut çalışmaların henüz yeterli sayıya ulaştığını söyleyemeyiz. 12 Eylül özelinde konuşacak olursak, her iki disiplinden kıymetli çalışmalar çıkmasına karşın, daha fazlasını yapabiliriz.
Yine de bellek çalışmaları alanında 12 Eylül’ün kültürel temsillerine odaklanan çalışmaların kayda değer bir mevcudiyet oluşturduğu söylenebilir. Fakat tanıklıklara odaklanan, bireysel bellek ile kolektif belleğin kesişim alanlarını gözeten çalışmaların çoğalması gerekiyor. Bu konuda hemen aklıma gelen ve benim çalışmama da rehberlik eden Göze Orhon ile Elifcan Karacan’ın çalışmalarını anabilirim. Ayrıca, 12 Eylül üzerine sözlü tarih çalışmaları yürüten Eylem Delikanlı’nın yürütücülüğünde yakın zamanda açılan ve sözlü tarih görüşmeleriyle arşiv belgelerine dayanan Tarihsel Adalet için Dijital Bellek Müzesi’ni de anmak isterim. Benzer şekilde, Sivas Katliamı davasının zamanaşımından düştüğü şu günlerde önemi daha da artan Madımak Katliamı Hafıza Merkezi ve Sanal Müzesi de yakın zamanda açılan önemli işlerden biri. Bu iki dijital müze bellekleştirme işlerine kıymetli yeni katkılar. Ancak Türkiye gibi amnesik bir toplumun ve geçmişle yüzleşme ve hesaplaşma pratikleri geliştirmekten özellikle kaçınan bir devlet anlayışının hüküm sürdüğü bir ülkede bu gibi çalışmaların daha da çoğalmasını dilerim. Tarihsel adalet için katetmemiz gereken çok yol var.
İkinci sorunuza gelince, kaygı duymak bir yana, sahanın beni götürdüğü bir rotaydı bu. Esasında sahaya çok daha farklı bir sorunla çıkmıştım. Başlangıçtaki temel amacım bu kuşağın müzik eğilimlerine odaklanmak, geçmişin izlerini o zamanlar dinlenen ve zamanın ortak duygusunu hâlâ bugüne taşıyabilen şarkılarda tespit etmek ve kuşağı müzikal izler üzerinden anlamaktı. Fakat görüşmeler devam ettikçe, sadece 12 Eylül’le değil, dönemin tüm tarihsel olaylarıyla kültürel pratiklerinin aynı anda yoğurduğu bir kuşak anlatısı kendiliğinden anlatılarda görünür olmaya başladı. Sahanın sunduğu bu yeni rotaya direnmek olmazdı. Bunun üzerine çalışmamı yeniden dizayn ederek altmışlı ve yetmişli yılların akranlarının ortak deneyimindeki diğer izlere de odaklanmaya başladım. Bu izler içerisinde şüphesiz en derini 12 Eylül’dü. Neticede, altmışlı ve yetmişli yılların çerçevesini çizen makro olaylar 1960, 1971 ve 1980 darbeleriydi. Görüştüğüm kişilerin çoğunluğu 1960 darbesi gerçekleştiğinde çocuktu ve buna dair hem anıları silikti hem de aileden miras aldıkları ideolojik fikirler ve anılar çerçevesinde bir anlam çerçevesi kurma eğilimindeydiler. 1971 muhtırası daha çok solcuların ve sola meyilli olanların belleklerinde bir hatırlama eşiği olarak beliriyordu. Benzer şekilde ‘77 Taksim Katliamı ve Maraş Katliamı gibi görüşmecilerin andığı diğer travmatik olaylar da sol bellekle ilişkiliydi. Fakat bu kuşağın genç yetişkin zamanlarına denk gelen 12 Eylül siyasal ilişkilenmelerinin niteliğine bakılmaksızın her bir görüşmecinin belleğinde apaçık bir yere sahipti. Çünkü doğrudan 12 Eylül’ün mağduru olmayanları bile travmatik bir toplumsal deneyim olarak derinden etkiledi. Ayrıca, kuşak birliğini kuran o “biz” duygusu elbette zaman mefhumuna sıkı sıkıya bağlıdır ve bunun sözel ifadesi görüşmelerde sıklıkla “bizim zamanımız” atfıyla dile geldi. 12 Eylül ve onun ağırlığıyla başlayan seksenli yıllar Türkiye siyasal ve toplumsal hayatında bir dönüm noktasına karşılık geldiği gibi, bu kuşağın kendisine ait kıldığı ve içinde kendini var ettiği “bizim zamanımız”dan uzaklaşmaya başladığı momenti de işaretledi. 1980 sonrasında siyasal, toplumsal ve kültürel alan büyük bir değişim geçirirken, bu kuşağın üyeleri de artık kendilerini ait hissetmedikleri bir zamanın başladığını duyumsamaya başladılar. Dolayısıyla tüm bunları bir araya toplayınca bu kuşağın kolektif belleğinde ve dolayısıyla bu çalışmada 12 Eylül’ün daha belirgin bir yere sahip olması kaçınılmazdı.
Bellek konuşurken ister istemez duyguları da konuşmuş oluyoruz. Duyguların dolaşımına, dönüşümüne ilişkin neler yakaladınız bu görüşmelerde, biraz bahseder misiniz?

Haklısınız, bellek duygulardan soyutlanamaz. Hatta, duygular bellek anlatılarında nelerin daha derin etki bıraktığını tespit etmeye yardımcı olabilir. Çünkü paylaşılan deneyimler ve tarihî olaylar çoğu zaman gurur, öfke, heyecan, nostalji veya melankoli gibi güçlü duygulara yapışarak hatırlanır. Öte yandan kuşağın kendisi zaten bir duygu birliğine işaret eder. Dolayısıyla yaptığım görüşmelerin türlü duygularla yüklü olması kaçınılmazdı. Ancak tüm görüşmelerde aynı güçte beliren ortak duygu nostaljiydi. Öncelikle hayatlarının ileri yaşlarını süren görüşmecilerden gençlik yıllarını hatırlamalarını istiyordum ve bu başlı başına bir nostalji nedeniydi. Buna gündelik nostalji diyebiliriz. Yine gündelik nostalji içerisine sığdırabileceğimiz şekilde, geçmişe kıyasla insani ilişkilerdeki değişime işaret eden, kendi zamanlarının daha sıcak olduğu varsayılan ilişkilenme biçimlerine, kaybedilen dostlara, daha cemaatvari ve birarada bir yaşama özlem besliyorlardı. Ancak bu gündelik nostaljilere ek olarak siyasal ve toplumsal kopuşların sonucunda ortaya çıkan bir nostalji de söz konusuydu. Görüşmecilerimin büyük kısmı için bu kopuşun ilk miladı 12 Eylül ise, ikinci miladı AKP Türkiye’si yahut iktidarın tahayyül ettiği ve kurgulamayı sürdürdüğü “Yeni Türkiye”dir. İktidarın 2014 itibariyle sık kullanmaya başladığı “yeni Türkiye” tabirine karşılık, altmışlı ve yetmişli yıllarda yetişmiş ve 12 Eylül uygulamalarına tanık olmuş görüşmecilerin sık kullandığı “eski Türkiye” anlatısı toplumsal ve siyasal bir nostaljinin de ne denli yoğun hissedildiğini gösteriyor. Yine bununla ilişkili olarak bugünün siyasal düzenine yönelik öfke ve bıkkınlık eşlik eden diğer duygulardı. Görüşmeleri 2017-2018 yıllarında yapmıştık ki, son derece çalkantılı zamanlardı, şimdilerde yapsak daha da yoğun duygularla bezeli görüşmeler olur şüphesiz. Ne de olsa bellek her zaman şimdiki zamanın koşullarına göre geçmişi yorumlar. Son olarak bu kuşağın bilhassa politik üyelerinin geçmişte ve bugünde her daim geleceğe dair umudu diri tutmayı başarmalarının beni her zaman çok etkilediğini belirtmeliyim. Bu, benim kuşağımın pek başaramadığı bir şey.

Çalışmanızı çok değerli buldum, fakat kitapta okurken bana başka bir kapı açtığını hissettiğim bir bölüm vardı, o da “toplumsal sınıflar ve cinsiyet” bölümü. Burada unutulanlar üzerinden yapılan değerlendirmeler benim çok ilgimi çekti: Görüşmecilerin anlatılarındaki annenin eksikliği vs. Bu kullandığınız yöntemle ilgili belki de; nasıl hatırlandığı değil de nelerin hatırlandığına odaklandığınızdan görüşmeciyi belli bir şeye güdülememiş oluyorsunuz sanırım. Neler söylersiniz bu konuda?
Görüşmelerde tuttuğum temel yol mülakatın kendi akışında yolunu bulmasını sağlamaktı. Birkaç deneme yanılmadan sonra bunu başardığımı sanıyorum. Genellikle görüşmelerde, sırasıyla çocukluk yılları ile altmışlı ve yetmişli yıllara dair neler hatırladıklarını soruyordum. Bu tercih, görüşmecilerin belirli olaylara odaklanmak yerine, geçmişi hatırlarken daha serbest, daha çağrışımsal hareket edebilmelerine, tıpkı bir örümceğin ağını örmesi gibi bir anıdan diğerine atlayarak anlatılarını örmelerine yaradı gibi duruyor. Esasında çocukluk dönemlerini sormamdaki amaç hem görüşmecilerin demografik verilerini elde etmek hem de onları görüşmeye ısındırmaktı. Fakat sonra, daha önce aklımda olmayan analiz kategorilerine evrilebileceği ortaya çıktı. Bahsettiğiniz toplumsal sınıflar ve cinsiyet bölümü böyle ortaya çıktı. Ayrıca yine bu bölümü ve görüşmelerin tümünü etkileyen bir diğer yaklaşım, 1980 öncesinde dinlemekten zevk aldıkları şarkıları, görüşmenin bir ânında birlikte dinlemeyi teklif etmem oldu. Şarkılar ciddi bir anımsatıcı etki yarattı ve görüşmeleri daha doğal bir havaya büründürdü. Her ne kadar 1968’de yayına başlamış olsa da televizyonun hayatı henüz kuşatmadığı, radyonun ve plakçalarların gündelik hayata bu denli eşlik ettiği bir dönemi hatırlamada bu yöntemsel tercih, bireysel ve kolektif anıları bugüne çağırırken yeri doldurulamaz bir enstrüman gibi işlev gördü.
Önceki Yazı

İnsanlığın krizi, teknolojinin geleceği
“Meryem Koray'ın kitabı, aşırı uzmanlaşmanın teknikçi diliyle sarmalanmış yapay zekâ alanına dair disiplinler arası bir bağlam oluşturma çabası olarak okunabilir. Bir yandan yapay zekânın insanlığa sunacağı kusursuz gelecek imgeleri üzerine tartışılırken, diğer yandan Filistin’de, çok uzak geçmişte kaldığı iddia edilen, etnik temizlik ve katliamlara tanık olduğumuz bugünlerde, bu bağlam kurma çabalarına çok daha fazla ihtiyacımız var sanırım.”
Sonraki Yazı

Concrete Utopia: Neo-apartman devleti
“Günümüzün modern insanı için ev, ömrünün önemli bölümünü geçirdiği, şehrin vahşi doğasından korunmak amacıyla sığınak olarak kullandığı bir 'mağara' ve korunmak/saldırmak amacıyla kullandığı bir 'kaledir'. İşte Concrete Utopia, 'mağaraların' nasıl birer “kaleye” dönüştüğünü anlatıyor.”