Ogan Güner’le söyleşi:
Çöküş ve enkaz edebiyatı çağı mı?
1990’ların ilk yarısından beri müzik, edebiyat ve bilim-kültür incelemeleriyle Türkiye’nin pek çok dergisine katkı veren Ogan Güner’in yeni romanı Ramak, ilk romanı Hercümerç’ten beş yıl sonra, Ağustos 2023’te Beyoğlu Kitabevi tarafından yayımlandı. Nalân Mahsereci, Ogan Güner’le Ramak’ı öne çıkarmakla beraber onunla yetinmeyen, geniş kapsamlı bir söyleşi yaptı…

Ogan Güner. Fotoğraf: B. Espahbod
Her iki romanın da çökmekte olan şehirlerde geçiyor; Hercümerç I. Dünya Savaşı sonrası işgal edilmiş İstanbul’da, Ramak ise canlı bir liman şehriyken çevresindeki ülkelerin savaşa tutuşmasıyla terk edilmeye yüz tutmuş, kurgusal şehir Urba’da. Bu hallere, yani çöküşe, bütünlüğünü, düzenini ve geleceğini kaybetmiş olmaya ilgi duyduğun belli: Bu halde seni çeken nedir?
Galiba çöküşteki ihtimaller beni çekiyor. Yükseliş dönemleri iktidarın kudretli olduğu zamanlardır. Çöküş ise iktidarın çözüldüğü, lime lime olduğu... Ortaya başka tür ihtimaller saçılıyor, bu açıdan çöküş daha bereketli. Hercümerç’i yazarken aklımın köşesinde hep Abdülhamit zamanında sokakta yaygın kullanılan bir söz vardı: “Padişahın fermanı üç gün sürer.” Belki de bu yüzden, inşa ettiğim iki evreni de distopik diye tarif edemiyorum. Distopyalarda genelde kudretli bir iktidar ve onun karşısında bir muhalefet vardır. İyi ile kötünün çarpışması. Benimkilerde ise iktidarın yerinde yeller esiyor. Hayatta kalma dürtüsüyle baş başa kalmış, hayatta kalabilmek için başka karakterlere çarpan, onlarla ittifaklar kuran, onlara ihanet eden, istikrarlı bireyler olmaktan çıkmış karakterleri ve onların hikâyeleri çekiyor beni.
Belki bu noktada Ramak’ın atmosferinden kısaca bahsetmek lazım. Bakalım becerebilecek miyim? Dediğin gibi, çevresini saran savaş yüzünden önemini kaybetmiş, sakinlerinin çoğunun terk ettiği bir şehir Urba. Ama onu terk etmeyenler de var. Viraneye dönüşen ve otoritesizliğe teslim olan Urba’ya birbirinden farklı suretler, ucubeler de doluşmuştur. Dünyanın otoritesinden saklanmaya gelen bir muhbir, Tamara ve onun ifşa ettiği gizemli bir dosya etrafında dolaşan bir av ve avcı hikâyesi diyebiliriz. Herkes bu dosyanın ve muhbirin peşindedir. Karakterler tuhaf karşılaşmalarla bu kovalamacanın içine girer. İttifaklar kurarlar, birbirlerine ihanet ederler. Herkesin planı, herkesin hayatta kalma şekli farklıdır. Av ile avcının birbirine dolandığı bir hikâye…
Ve bir derin dondurucu içinde uyumakta olan, ne olduğunu bilmediğimiz bir yaratık da var?
Evet, o da var. Sadece biz değil, onu korumakla görevli göçebe çete bile bilmiyor neyi koruduklarını. Ucubeler geçidi adeta. Hikâyenin ana ekseni, bir yaratıklar ailesi gibi görünen Pavle, Dix ve Shiloh karakterleri etrafında geçiyor… gibi görünebilir ilk başta. Pavle’nin davetsiz bir misafir olarak eve dönüşüyle açılıyor. Ama daha sonra başkaları da hikâyeye katıldıkça bize gergin, rahatsız edici sahneler sunup kendi geçmişlerini ve neyin mücadelesini verdiklerini de göstermeye başlıyor. Muhbir karakter Tamara, şehrin simyacısı Guanin, İlva ve diğerleri. Fazlaca karakter var, hepsini saymayalım şimdi. Şehrin kendi alacakaranlığı içinde devam eden yaşamın öbür yüzü bu karanlık karakterlerle ve onların karanlık işleriyle dolu…
İki romanının da ismi tek kelimelik. Gündelik Türkçede pek duymadığımız kelimeler. Hercümerç Farsça kökenli ve sözlüğe göre “karmakarışık, darmadağınık, allak bullak” demekmiş, ilk romanınla öğrenmiştim. “Neredeyse olacak olan, bir şeyin olmasına çok az kalan” anlamındaki “ramak kala” benim de kullandığım bir deyimdir, ama “ramak”ın başlı başına bir anlamı varmış, bunu da yeni romanın vesilesiyle öğrendim. Arapça kökenli kelime, “ölümden önceki son yaşam belirtisi, son bakış” anlamına geliyormuş. Bir tür Araf ya da Ramak’tan esinle söyleyeyim; kriptobiyoz hali. Başlıklarından romanlarına açılım yapmanı istesem…
Eski kuşak olarak sözlük karıştırmayı seviyorum. (gülüyor) Kitap ismi bir yere kadar önemli. Nihayetinde iki kapak arasındaki hikâyeye dair bir koku hissi uyandırmak için konmuş bir veya birkaç kelimeden ibaret. Hercümerç’in ismi daha baştan belliydi ve değişmedi. Yaratmak istediğim atmosfer hercümerçti. Ramak ismi ise sonradan bulundu, üzerinde çalışırken başka bir adı vardı. Bulundu diyorum, çünkü bulan ben değilim. Kapak resmini yapan KulakKurdu’nun bir başka resminin ismiydi. Öneri ondan geldi. İlk nüshadan itibaren metnin editörlüğünü üstlenen Ayhan Kurt onayladı. Oybirliğiyle, uyar dedik. Bir yandan vücudunda ancak nefes alacak kadar kalmış hayat belirtisiyle Urba’yı işaret ediyor, diğer yandan bir şeylerin olmak üzere olduğu bir anda geçen hikâyeyi... İki anlamı arasında salınıp duruyor.
Geçtiğimiz günlerde Ender Helvacıoğlu’nun Ramak’tan esinlenerek yazdığı “Çıplak gerçekliğin gerçek-üstü romanı” adlı denemesinde Urba’nın bütün zaman ve tarih dışılığına, gerçeküstülüğüne rağmen, günümüz dünyasında gerçekliği olabilecek bir yer olduğunu söylemesi beni düşündürdü: Sence Urba günümüz dünyasında var olabilecek bir şehir mi?
Bunu başkasından duymak beni de şaşırttı açıkçası. Urba’nın hayali değil de çıplak bir gerçekliğe denk düştüğünü söyleyen başka yorumlar da dinledim. Bunu yaratmak için ayrıntılı bir plan yapmadım aslında ama nihayetinde Urba bir metafor, çoklu çağrışıma açık. Bu hissi planlamak, adım adım hikâyenin tek ve değişmez etkisi haline getirmek zorlama, suni ve tek boyutlu olurdu, metafordan alegoriye dönerdi iş. Ama bazı okurlarda Urba’nın çıplak gerçekliğin kırık bir aynası olduğu hissinin uyanması benim açımdan tatmin edici. Ama o zaman şu geliyor aklıma… Ben de sana sorayım: Çıplak gerçeklik dediğimiz şey ne?
“ÇIPLAK GERÇEKLİĞİ ELEKTRİK KULELERİNDE DEĞİL DE ONLARIN ARASINDAKİ GERİLİM HATLARINDA ARAMALIYIZ SANKİ.”
Hımm, benim ifadem değil bu; Ender’in denemesinde kurduğu bağlamdan kendi çıkarımımı söyleyebilirim; tarih, sosyoloji ve siyaset bilimi gibi disiplinlerin yöntemleriyle doğasını analiz ettiğimiz, belirli bir an ve mekândaki, farklı yönleri olan bütüne gerçek dersem, “çıplak” sıfatı belki bu bütünün, analizin özüne yapılan bir gönderme olabilir.
Çıplak gerçeklik gündelik hayatı saran olaylar, tartışmalar ve analizlerse, bunları merkeze koymak, bunlar için bir hikâye anlatma külfetine girmek beni çekmiyor. Kısır ve sınırlı geliyor bana. Hikâyeye sızan şey olsa olsa bu çıplak gerçekliğin derininde yatan elektrik akımı olabilir. Öz derken kastın buydu sanırım. Kurgulanan evren tek şekilde yorumlanacak kadar sınırlı olmamalı, yoksa sıkıcı olur. Farklı okumalarda farklı çağrışımlara açık tek cümlede tarif edilemeyecek bir evren olmalı. Çıplak gerçekliği elektrik kulelerinde değil de onların arasındaki gerilim hatlarında aramalıyız sanki. Gerçeklik ekranları saran haber programlarında yatmıyor. Belki de bu yüzden okuyanlara bu kadar çıplak geliyor. Okuyanda bu tedirginliği yaratabildiysem, aferin bana.
İki romanın kıyası üzerinden düşünmeye devam ediyorum; Hercümerç’teki 1918 Dersaadet’i bütün hercümercine rağmen modernleşme sürecine girmiş bir dönemin, bireyleriyle birlikte dönüşümlerini, yönelimlerini içerirken, Urba sanki modernliğin çöktüğü, merkezî olanın, otoritenin dağıldığı, toplumu bir arada tutan sözleşmelerin geçersizleştiği bir atmosfer yaratıyor. Dönemselliklerini sen nasıl değerlendirirsin?
Çağları belirleyen olup bitenler değil, ayaklarımızın altında hissettiğimiz sismik titreşimler olmasın. Ramak’taki ve Hercümerç’teki ramak kala ânı, tarihteki her kırılma ânında şahit olduğumuz, çöken ile henüz doğmayan arasındaki gerilim. Meta-modernite tarifi, dolaşımdaki kavramlardan en yakını belki de. Modernite ve post-modernite arasında salınıp duran bir çağ olarak tarif ediliyor genelde ama “salınmak” benzetmesine itirazım var. Bir an biri, bir an diğeri olmaktan çok, iki durumun iç içe geçmesi, her an her ikisi de (hafif kuantum kokuyor, değil mi?) olma halindeyiz sanki. Dolanıklık mı desek acaba? Kıvılcımlar sıçrıyor ama bir türlü tutamıyoruz onları. Her iki romanda da kaygım bu haletiruhiyeyi verebilmekti. Hercümerç, okuyana iyi kötü aşina olduğu geçmiş bir dönemdeki hikâye gibi görünüyordu belki ama Ramak’ta bu aşinalığı tamamen ortadan kaldırmak istedim. Mekânı ve karakterleri mümkün olduğunca hayalî ve zamansız kıldım. Bu açıdan bakarsan, iddialı olma pahasına Ramak için “meta-modernite hikâyesi” denebilir.
“Hercümerç, okuyana İyİ kötü Âşİna olduğu geçmİş bİr dönemdekİ hİkâye gİBİ görünüyordu belkİ ama Ramak’ta bu Âşİnalığı tamamen ortadan kaldırmak İstedİm.”
“Savaş” her iki romanda da hikâye atmosferinin belirleyici olgularından biri. Hercümerç mütareke İstanbulu’nda geçiyor: Şehrin eski ileri gelenleri, yeni sahipleriyle çıkarlarını kollayabilecekleri anlaşmalar yapmanın peşinde. Urba ise deniz/nehir ticaretinde önemli bir limanken, çevresindeki ülkelerin savaşa tutuşmasıyla önemini yitirmeye başlıyor ve savaşın göbeğine çekilmekle yüz yüze. Her olasılık var; isyan, kalkışma ve hatta “devrim”. “Savaş”ların tarihin aktığı yatağı değiştirdiğini, bir anlamda motoru olduğunu mu düşünüyorsun?
Savaş tarihin ana motoru ise, niyetlenenden çok farklı sonuçlar doğurduğu içindir ancak. Savaştaki irrasyonellik, tarihin planlanabilir olduğuna dair saplantı, savaşlar üzerinden dönemsellikler kurmaya zorluyor bizi. Belki de bu yüzden tarihi dönemselleştirirken irrasyonel bakıyoruz. Veya ortaya çıkan irrasyonelliği anlamaya çalıştığımız için savaşları önemsiyoruz. Hiçbir savaş planlanan sonucu doğurmadı. Buna Ukrayna Savaşı’nı da şimdiden ekleyebiliriz. Temelde mağara insanıyız ama medeniyetle vaftiz edildiğimizi sanıyoruz. Ben de gözden ırak Ramak’ta her tür iti, uğursuzu, ucubeyi birbirinin üstüne saldım. Hepsi yıkımdan besleniyor, çünkü yıkım ihtimallerin fışkırdığı bir yaşam alanı oluşturuyor. Çernobil kasabasının fotoğraflarına bakın; çığrından çıkmış, canlı bir vahşi hayat sürüyor orada. Olmayan tek şey insan. Ramak’taki karakterler de insanı andırmakla beraber insan değiller. Ucubeler. Ayakta kalma dürtüleri her tür rasyonelliğin önüne geçiyor. Savaş az ötelerindeki bir gerçek ama Urba’nın bu gerçekten muaf olduğuna inanmak istiyor herkes. Gözler sıkı sıkıya kapalı. Tamara’nın ve dosyanın sırrının peşine düşenlerin sebepleri birbirinden farklı. Tamara’yı koruyanların da kendilerine göre muğlak sebepleri var. Tamara bile dosyanın sırrını çözme peşinde. Hiç kimse bir şeyin doğruluğundan ve değişmezliğinden emin değil. Bu yüzden birbirlerini parçalayabilir veya bu yüzden yan yana durabilirler.

Geleceğe dair hayalleri olanlar, tarihi dönüştürmek için savaşı fırsat olarak görenler dışında, her iki romanda da, bu süreçten güçlenerek çıkmanın peşinde olan karakterler var. Hercümerç’te bu Parvus’tu büyük oranda. Ramak’ta da nehirde süren savaş ticaretiyle Urba’yı kontrolü altına almaya çalışan Guanin karakteri var. Yenen ya da yenilen hangi tarafta olursa olsun, savaşlardan kazanarak, güç ve zenginlik elde ederek çıkanları işaret etmeyi seviyorsun…
Savaş, fırsatlar dünyası. Herkese ihtiyaç var, herkese yer var. Tüm ucubelerin bir araya yığıldığı yer. Yine de Parvus veya Guanin sadece güç hırslarıyla var olmuyorlar. Guanin aynı zamanda Urba sakinlerinin müptelası olduğu iksirlerin de yaratıcısı. Demin dediğim gibi, Urba’nın simyacısı. Tam olarak nerede durduklarını onlar da bilmiyor, kendi kaderlerini tayin edecek, her şeyi belirleyecek gücü yok hiçbir karakterin. Fırtınanın içinde savruluyorlar.
“GEÇMİŞ VE GELECEĞİN BUGÜNDE ÜST ÜSTE BİNDİĞİ, GEÇMİŞİN SONA ERMEDİĞİ, GELECEĞİN İSE ÇOKTAN BAŞLADIĞI AMORF ANLAR YARATMAYI SEVİYORUM.”
Her iki romanda da kentin gece ve eğlence mekânları ağırlıklı bir fon oluşturuyor ve karakterlerin zihinlerini narkotiklerle besliyorlar. Hercümerç’te 1918 İstanbulu’nun izbehanelerinde, meyhanelerinde, afyonevlerinde, salonlarında ve 1933’ün barlarında alkol dışında eroin, morfin, kokain, esrar gibi maddeler kullanılırken; Ramak’ta kulüplerde, eğlence mekânlarında Guanin’in atölyesinde ürettiği her derde deva renkli iksirlerle her şey unutuluyor ya da bastırılmış şeyler hatırlanıyor… Algıları renklenmiş zihinler de ilgini çekiyor diye düşünüyorum…
“Algıları renklenmiş zihinler”le ilgili bilimsel bir iddia da var, biliyorsun. İnsan beyninin evriminde keyif verici maddelerin çok büyük etkisi olduğunu söyleyen bir grup bilimci var. Farklı, deforme algı tecrübelerinin beyindeki nöronlarda patlamalara yol açtığını söylüyorlar. Benzeri düşkünlük başka hayvanlarda da var. Gündelik rasyonel algısından memnun olan, onunla yetinen bir tür değiliz. Daha da genişletirsek, eğlence dediğimiz şey… eğlence hafif kaçtı, belki sefahat demek lazım, algımızı bile isteye deforme ettiğimiz yeraltımız. Sefahatin olmadığı bir evren hayal etmek istemezdik, öyle değil mi? Her şey asıl o zaman distopik olurdu. Ne 1918 İstanbulu ne de Urba sundukları sefahatten ayrı düşünülebilir.
Ramak’ta savaşın Urbalılar tarafından bir gösteri gibi algılanmasını metaforik buldum. Tepelerin ardında patlayan bombaların gökyüzünde yarattığı şenliği seyredebilmek için tasarlanmış bir mekân var. Ultra-yabancılaşma, bir tür pornografi hazzı. Kamuoyunu duygusuz birer “seyirci olmaya” kilitlemek, Körfez Savaşı’nda atılan bombaları ekranlardan izlememizle başlamıştı…
Körfez Savaşı’nda başlamadı, hep vardı. Amerikan İç Savaşı sırasındaki meydan muharebelerinde hanımlar muharebeyi seyredebilecekleri tepelerin üzerinde çay partisi veriyorlar. Veya sıradan halk savaşı seyretmek üzere piknik yapıyor. Bunların resimleri de var. Ortaçağ savaşlarında aynı seyirlik durum var. II. Dünya Savaşı’nın radyoları, propaganda filmleri de seyirlik. Sokakta durup kavga seyretmemizin de ardında da aynı güdü var. Savaşın seyircisi olmaktan savaşın nesnesi olmaya geçmek ise çok kolay.

Savaş ortak parantezinden çıkmadan Ramak’taki karakterlere yoğunlaşmak istiyorum. Piç etmek (spoiler vermek) pahasına soracağım bir şey var: Urba’nın geçici sakinlerinden üç ana karaktere, bir nevi vampir-yamyam kırması diyebiliriz. Bu hallerine üç ayrı nitelikteki savaşta dönüşmüşler. Biri II. Dünya Savaşı’nı izleyen Soğuk Savaş’ta, biri Amerikan İç Savaşı’nda, diğeri ise Patrona Halil İsyanı sırasında. Meşreplerinde, ölümsüz birer yaratığa dönüşteki anların rengi baskın… Sanki “savaş” olgusunu, sağ çıkabilenin kişiliğine damgasını vurmasıyla da analiz etmeye devam ediyor gibisin bu karakterlerinle…
Ben de piç etme pahasına şöyle anlatmaya çalışayım. Bahsettiğin tarihsel dönemler kitapta aslında üç farklı bölüme denk düşüyor. Üç farklı dinamiği hikâyeye katmaktı amacım: İç savaş, soğuk savaş (yani kontrollü, sınırlı çatışma) ve isyan. Üç karakteri, sırasıyla Shiloh, Dix ve Pavle’yi, senin deyiminle “vampir-yamyama” dönüştükleri güne gönderdim. Başlarına gelenle yaşamak zorunda bıraktım onları ve neye evrileceklerini merak ettim. İçlerinden sadece biri intikam duygusuyla çıktı oradan.
Shiloh mu?
Evet, Shiloh. Başına geleni kabullenmiş görünse de, hikâyede “nemesis”in taşıyıcısıydı benim için. Elbette Nemesis bir kadın karaktere yakışırdı.
Bazen sadece isimleriyle de olsa, gerçek tarihsel kişilikleri ve gerçek tarihî olayları kurgunun bir parçası kılmayı seviyorsun… Kurmacanın gerçeklik parçaları; yazarlığının alametifarikalarından biri gibi. Ne dersin?
Bunları üst üste bindirmekten keyif alıyorum sanırım. Geçmiş ve geleceğin bugünde üst üste bindiği, geçmişin sona ermediği, geleceğin ise çoktan başladığı amorf anlar yaratmayı seviyorum. Hikâye anlatırken özgürlük alanları açıyor. Zorlayabileceğin ihtimaller çıkıyor. Hele elinde ölümden azade karakterler varsa, istediğin kadar geri gitme, geri gelme imkânı veriyor.

Kurgularında mekân anlatıları başat bir yerde. Hatta vardığı nokta, şehirlerin romanlarında adeta birer karaktere dönüşmesi. Ramak’ta “Hikâyeden önce mekân vardı” diyorsun adeta. Canlılık varolmadan önce dünyanın var olması gibi... 0. bölümde, şehirlerin kaderlerinden söz ederek başlıyorsun romana, sonra Urba’ya getiriyorsun sözü ve sözcüklerden bir şehir haritası çizip koyuyorsun önümüze… Hercümerç’te de vardı bu. Mekân ne ifade ediyor?
“Sözcüklerden bir şehir haritası” güzelmiş, teşekkür ederim. Hikâyenin geçtiği evreni zihninizde kurmanız lazım önce. Benim için mekân görsel bir tarif aslında, o yüzden görsel olarak, rengiyle, yağmuruyla, sokaklarındaki ışık tonlarıyla, binalarıyla, caddeleriyle… Referans olabilecek fotoğraflar, mesela iflas eden Detroit kentinin fotoğrafları veya 1945 yılı Berlin fotoğrafları… Bunları kesip biçerek oluşturuyorum şehri. Çünkü karakterler içine bırakıldıkları mekânlarla birlikte varlar. Herhalde en çok mekânlarla ilgili ev ödevi yapıyorumdur.

Ramak’ın 0. bölümünden dikkate değer bulduğum bir kısmı alıntılamak isterim: “Şehirlerin damarlarında prokaryot ve ökaryot bulamacı dolaşır. Bir bardağa kapatılmış sinek kadar seyirlik bir sahnedir 1’ler. Evrimin çamuruna bulanmış türler, üst üste yığılmış, envai çeşit yaratık. Tabaklardaki bakteriler, iki nefes arasındaki virüsler, kendine saldıran hücreler, arızi genler… Her yaratık kendi katmanında yaşar ve kendi kanunlarını evrenin kanunu sanır. Katmanlarının sınırlarında dolaşırken nadiren birbirlerine değdiklerinde ise göz kamaştırıcı kıvılcımlar saçarlar.” Bir mikrobun yayılımının, gündelik ve siyasi yaşamda bu kadar belirleyici olabileceği, pandemiden önce bu netlikte kazınmış bir bilgi değildi diye düşünüyorum. Artık dünya tarihini, ekonomi, sosyoloji, siyaset gibi alanlarla düşünürken, evrim özelinde biyolojiyi de o kadar dışarıda tutamayacağız galiba. Sen ne dersin?
Bu bölüm pandemiden önce yazılmış olabilir, emin değilim, ama birkaç kere yazıldığı için pandemi döneminde de eklenmiş şeyler mutlaka vardır. Eğer pandemiye dair bir hissiyat barındırıyorlarsa yazarken farkında değildim. Yine de içeri sızmış olması doğal. Alıntıladığın bölümde daha çok Richard Lewontin’in Üçlü Sarmal’da anlattıkları üzerinden serbest Rap yapıyordum. (gülüyor) 0. bölüm, zihnimde oluşan Urba denen mekânın tarifi. Hikâye henüz başlamadan önce mekânı tanıyalım istedim.
“EDEBİYATIN EDEBİYATTAN İLHAM ALMASI GEREKTİĞİNE DAİR SAÇMA BİR ALGI VAR. HAYATIN KENDİSİNİ BAŞKÖŞEYE KOYMAKLA BİRLİKTE, BİLİM KUVVETLİ BİR ESİN KAYNAĞI BENİM İÇİN. EDEBİYATTAN ÇOK DAHA GÜÇLÜ.”
Madem Lewontin’e getirdin konuyu, Ramak’ta hikâyene yedirilmiş bilimsel terminolojilerden ve bilgilerden bahsedelim. Bakteriler, virüsler, mutantlar, genetik kodlar, türler arası üreyebilme, kriptobiyoz gibi biyolojiden gelen terimler ve bilgiler çıkıyor karşımıza. Proteus sendromu, albinoluk gibi genetik, hipertimezi gibi nöropsikolojik bozukluklardan söz ediyorsun. Karakterlerini anlatırken, periyodik cetvelin sağındaki gazlar ya da solundaki metaller gibi element gruplarıyla da betimliyorsun. Bu bilimsel arkaplanın kaynaklarını sorsam?
Sıradan ama meraklı bir bilim okuruyum. Özellikle de evrimsel biyoloji. Oysa neredeyse sıfır biyoloji altyapım var. Ama bilim çoğu zaman edebiyattan daha ilham verici benim için. Bilgiye derinlikli bir şekilde vâkıf olmam mümkün değil, böyle bir donanımım yok, ama okuduklarım beni sürekli hayrete düşürüyor – ki bizi hayrete düşürecek çok az şey kaldı galiba. Mesela senin de bahsettiğin kriptobiyoz durumu. Bazı canlıların kendilerini uyutabilme yeteneği çok ilgimi çekmişti. Su ayısı denen canlıların uzay yörüngesinde sağ kalabilmeleri ve 120 yıl kriptobiyoz halinde bulunabilmeleri ilham verici değil mi? Kriptobiyozun keşfi felsefi bir tartışmayı da beraberinde getirmiş. Canlı ve ölü dışında yeni bir durum çıkıyor ortaya: kriptobiyoz. Ne o, ne bu. Aynı gezegende birbirine eşlik eden canlılar arasında henüz keşfedilmemiş arazilere sürükleniyorsun. Mutasyon da bunlardan biri. Doğuştan getirdiğimiz ya da zamanla edindiğimiz mutasyonlarımız var genetik yapımızda; temelde hepimiz bir mutantız. Bunu kurguda biraz zorladığımda Ramak’taki karakterler çıkıveriyor karşıma. Kimya desen apayrı bir dünya. Moleküller çarpışıyor, ortaya bambaşka şeyler çıkıyor.
Edebiyatın edebiyattan ilham alması gerektiğine dair saçma bir algı var. Hayatın kendisini başköşeye koymakla birlikte, bilim kuvvetli bir esin kaynağı benim için. Edebiyattan çok daha güçlü. Zaten kötü bir edebiyat okuruyum.
Hiç mi edebiyattan esinlenmiyorsun? Öyle görünmüyor.
Yazarlardan ya da kitaplardan esinlenerek hikâye kurmuyorum, demek istediğim bu. Hikâye bir kere kendini gösterdikten sonra gelirse gelir.
Mesela Ramak’ta hangi edebiyat esinlenmeleri var?
Karanlığın Yüreği ve onunla birlikte Apocalypse Now belirgin bence. Conrad diye bir karakter bile var. Ya da doğrudan alıntıladığım Yeats’in İkinci Geliş şiiri. Şahinin şahinciyi duyamadığı o ramak hali.
Hercümerç’te ise daha fazla açık edebiyat ve sanat referansı vardı ama.
Vardı ama onlar yazarın değil, karakterlerin kendi dünyalarındaki referanslardı. Baudelaire’den Tolstoy’a kadar…

Ramak’ta dünyayı karıştırabilecek çapta çok gizli iki dosyayı sızdıran bilgisayar nörd’ü muhbir bir karakterden bahsettik: Tamara. Hikâyenin örgüsü bu dosyaların etrafında şekilleniyor. Bu da kurgunun “gerçek-esinli” parçalarından biri. Yakın tarihte sansasyon yaratmış sızdırmalar, muhbirlikler var… Dünyada artık soğuk savaşlar ve çatışmalar, sızdırılan, ifşa edilen belgelerle de yürütülüyor. Kurgunun buradaki kaynakları hakkında da konuşalım mı?
Tamara’nın ilham kaynakları benim için çok net: NSA belgelerini sızdıran Edward Snowden ve özellikle Citizen Four belgeselindeki şaşkın, naif, tedirgin hali. İkincisi ise Wikileaks belgelerini sızdıran Chelsea Manning, eski adıyla Bradley Edward Manning. Türkçede tam karşılığı olmamakla birlikte “whistleblower”lara karşı bir ilgim var. Hepsini iyi kötü takip ederim. Snowden veya Manning gibi karakterlerin kendilerine has ahlaki bir dürtüleri var bunu yaparken. Zorunluluktan değil, ahlaki bir seçimle kellelerini koyuyorlar ortaya. Bizdeki ifşaatçı mafya liderleri birer whistleblower değil mesela. Chelsea Manning bugün dahi bireysel olarak çok sıkı bir muhalif. 2019 yılında Assange aleyhine sorgulanmayı reddettiği için hapiste tutuldu ve ancak intihar girişiminde bulunarak oradan çıkabildi. Alabildiğine kırılgan görünüp de bu kadar “kırılmaz” olan bu gerçek karakterler var Tamara’nın temelinde. Daha fazla whistleblower’a ihtiyacı var dünyanın.

“Dokunulmak için değil, seyredilmek için” kadın kılığında dolaşan Tamara, kendini sürekli zihnindeki ve gönlündeki filmlerin kadın karakterleri gibi tasarlıyor. Hem kafasında hem de hayatta. Artık çoğumuzun göstermek için yaşadığını, sürekli vitrindeki imajını tasarladığını, bu arada yedinci sanata altın dönemini yaşatacak şekilde filmlerle/dizilerle iç içe olduğunu düşünürsek… Günümüz popüler kültürüne bir gönderme içeriyor mu karakterin bu yanı?
Tamara bir travesti. Cinsel bir kimlikten ziyade, farklı persona’lara, maskelere bürünme hali, dünyaya bir başkası olarak görünme haliydi ilgimi çeken. Her aynaya bakışında kendisini filmlerdeki karakterlerle özdeşleştirmesi de bunun parçası aslında. Selfie kültürüne gönderme yapmak yoktu aklımda.
Yer yer yazarının daha çok işlemeyerek bir tür haksızlık yaptığını, yeterince yaşama olanağı tanımadığını düşündüğüm karakterler de var her iki romanda: Hercümerç’te en çok girip çıktığımız, envai karakterle tanıştığımız meyhanenin sahibi Hristo’ydu bu. Ramak’ta ise, “ana-babasının tek seferde vücuduna iki kusuru birden sokmayı becerdiği”, zekâsına değil kaslarına güvenen, cesaretinde pervasız ama inanmaya hazır avcısı Barba.
Barba biraz tesadüfen ortaya çıkan, kendine yer açan bir karakter oldu. “Politically incorrect” olmasını sevdim. Yıkıcılığındaki fütursuzluğu… Hikâyeye de ihtiyacım olan dinamizmi getirdi. Barba’yı alıp bir başka hikâyenin protagonist’i yapabilirsin. Kumaş var. Ama kumaşı gösterip orada bırakmak bazen daha keyifli. Bu tür karakterler okura emanet. Dilerlerse onları kendi hikâyelerinin ana karakteri yapabilirler. Tesadüfen ortaya çıkan bu karakterlerin alıp başlarını gitmeleri yazarken keyif veriyor. Ama karakterlerin doyasıya analiz edilmesi, katman katman sunulması gerekmiyor. Bazen kumaş yetiyor.
“İYİ EDEBİYAT OKURLARINDAN ZİYADE CETVELSİZ OKURLAR İÇİN YAZMAYA ÇALIŞIYORUM.”
Her iki romanın da çok karakterli. Bir ana karakter saptamak imkânsız. Hikâyeni anlatmak için neden bu kadar çok karaktere başvurma gereği duyuyorsun? Dahası, net bir “son” da yok. Bunlar bilinçli tercihler mi?
Edebiyatın belli kalıpları olduğunu biliyoruz, bunların tabii ki farkındayım. Joseph Campbell’ın formüle döktüğü “kahramanın yolculuğu” kalıbını da biliyoruz. Bu kalıplara sadık birçok başyapıt var ama bu kalıpların dışında anlatım yöntemleri de hep vardı, hep olacak. Klasik bir örnek: Ofelya günümüzde bile ilham kaynağı. Ama Hamlet’te Ofelya diye bir karakter görmeyiz. Onun varlığını diğer karakterlerin ağzından duyarız ancak. Birkaç cümleden ibaret, görünmeyen bir karakterdir. Bir karakterin karakter olması için derinlemesine didiklenmesi gerekmiyor. Barba gibi. Her hikâye bir protagonist ve bir antagonist etrafında dönmek zorunda değil. Hele Ramak söz konusu olduğunda bu karakterlerin birer “birey” olup olmadığı bile sorulabilir. “Birey iktidarın ürünüdür” denir ya, iktidarın çöktüğü yerde elimizde bu ucubeler kalıyor.
Aynı şey “son” için de geçerli. Hikâye ortada bir noktadan başlar, karakterleri o andan itibaren alırsınız ve takip edersiniz, bir noktada da onları salarsınız. Bu hikâyenin mutlak sonu değildir. Hikâye okurun zihninde isterse devam eder; anlatılan kadar anlatılmayanlar da hikâyenin organik parçasıdır. Yazar olarak veya sıradan bir okur olarak dileyebileceğim tek şey, okuyanların bir kitabı ellerine aldıklarında zihinlerindeki edebiyat cetvellerini bir kenara bırakması. İyi edebiyat okurlarından ziyade cetvelsiz okurlar için yazmaya çalışıyorum.

Ramak’taki tüm karakterlerin Urba’daki varlıklarının geçici olması da dikkate değer geldi bana. Belki bu da herkesin bir gün göçebe olabileceğini hissettiği günümüz dünyasındaki, güvende olmama/yersizlik/yurtsuzluk hissiyatına bir göndermedir…
Homo sapiens sapiens olarak ayağa kalktığımızdan beri yürüyoruz. Konuyoruz, göçüyoruz. Dış bir etken olsun olmasın bunu yapıyoruz. Bugün göçün dış etkenlerini konuşuyoruz, yaşıyoruz. Göçün trajedileri kaplıyor haberleri. Ama yersizlik, yurtsuzluk bizim bir parçamız. Güvende olma hissi ancak geçici bir durum. Ramak’taki ana damarlardan biri tekinsizlik herhalde.
Hercümerç’i okurken çok iyi bir dönem dizisi senaryosu üretilebileceğini düşünmüştüm; Ramak’tan ise aksiyon filmi senaryosu. Yazarlığını izleyiciliğin ne kadar etkiliyor, film ve dizilerden ne oranda besleniyorsun ve yazarlığında senaryo tekniği kullanıyor musun?
Filmler, müzikler, kitaplar, hepsi hayatımızın parçası. Alet çantamızın içinde hepsi karışık duruyor. Besleniyorum tabii. Belki de görsellik benim için de önemli olduğu için fazlaca besleniyor olabilirim.

Güner
Senaryo ise bir hikâye anlatım biçemi olarak ayrıca ilgimi çekiyor. Tıpkı basılı tiyatro oyunu gibi. Okuyucuya geniş bir hayal gücü alanı açıyor. Bir senaryoyu okuduğunuzda zihninizde kendi filminizi çekebilir veya bir tiyatro oyunu okuduğunuzda bunu zihninizde sahneleyebilirsiniz. Yazarın mümkün olduğunca az araya girdiği, ekonomik bulduğum yazım biçemleri. Hiç sahnede Ibsen piyesi seyretmedim ama okudum. O oyunları ben zihnimde sahneledim. Kusursuzlar!
Diğer yandan, senaryonun dinamikleri çok farklı. Bir romanı aylarca elinde dolaştırabilirsin. Senaryo ise hepi topu 1-1,5 saatlik yoğun bir konsantrasyon istiyor senden. Her şey bu kısa süredeki konsantrasyonu dorukta tutmak için kurgulanmak zorunda. Roman daha serseri, daha sarsak olma lüksüne sahip. Aklımda dönen ve ancak senaryo üzerinden anlatılabilecek, birbiriyle bir sahnede birleşip ayrılan iki hikâye var aslında. Senaryodaki konsantrasyon, bir başka deyimle romandaki peşrevlerden ayıklanmış anlatım biçeminin olanakları ilginç. Hatırlıyorum, Tarkovski’nin Kurban’ının önce senaryosunu okumuştum. Sonrasında filmi seyretmesem de benim için etkileyiciliğinden bir şey kaybetmezdi.
Her iki romanda da müzik var. Hercümerç’te hikâyenin akışı içinde, karakterler söylüyor, mırıldanıyor, kafalarının içinde duyuyor ya da dinliyorlar bu müzikleri. Ramak’ta ise akış dışında, hikâyenin kimi anlarına birer dipnot olarak düşmüşsün onları. Okurun bu listeye ulaşması için bir karekod da yer alıyor. Romanlarında neden bu kadar merkezî bir yerde duruyor müzik?
Her şeyden önce bu benim müzik dinlememle ilgili. Bazı sahnelerin atmosferini oluşturabilmek için kafamda müzik arıyorum. Bulduklarımı da kendime saklamayıp meraklısı için koyuyorum. Bir nevi “soundtrack”. Ama senin de dediğin gibi iki tür “soundtrack” var. Hercümerç’tekilerin çoğu karakterlerin dinledikleri ve duydukları. Ramak’takilerin çoğu ise karakterlerin duymadığı ama izleyici/okuyucunun duydukları. O sahnede benim kafamda çalan müzikler onlar ama okuyucunun bu listeyi dinlemesine gerek yok elbette. O kendisine göre başka listeler oluşturabilir. Merak edenleri uyarayım, çoğunlukla endüstriyel ve tekno parçalar var listede. Ramak’a onlar yakışıyor.
Bir eserle karşılaştığımızda kategoriler içine sokarak, zihin dünyamıza yerleştirmek gibi kötü bir eğilimimiz var. Anlamayı, analiz etmeyi kolaylaştırıyor bu tür kategoriler. Her iki romanının da edebiyat kategorilerini zorlayan, onlara sığmayacak boyutları var, sen herhangi bir türde görüyor musun romanlarını?
Kategoriler sadece metni değil okuyucuları da kategorize etmek için bir pazarlama kurgusu temelde. Ne Hercümerç’i yazarken tarihsel bir roman şablonu vardı kafamda, ne de Ramak’ı yazarken fantezi vs. şablonu. Tür romanlarının da kendi cetvelleri ve dolayısıyla tuzakları var. Bunlardan uzak durmaya çalışıyorum. Philip K. Dick’in A Scanner Darkly’si bilimkurgu romanı mıdır? Hem evet hem hayır. Clive Barker’ın Galilee’si fantezi türüne mi girer sadece? Hem evet hem hayır. Türlerin iyilerine baktığınızda türün dışına taşarlar. Aklımdaki hikâyeyi anlatmak için türler arasında serseri mayın gibi dolaşıyorum denebilir. Hikâyenin ne gerektirdiğine bakıyorum. Kafama yatanı alıp diğerlerini bırakıyorum.
Önceki Yazı

Yuval Harari’nin gelecek vizyonu
“Eskiden bu denli geniş kapsamlı tarih anlatılarına ‘Plato’dan NATO’ya’ (From Plato to NATO) denirdi, şimdi kapsam genişledi, mevzu 13,5 milyar yıl öncesinden başlıyor, ‘21. yüzyıl şafağı’na kadar geliyor. Harari’nin neo-liberal insanlık tarihi sadece fazlasıyla ideolojik değil, aynı zamanda çok sıradan ve şimdilerde demode.”
Sonraki Yazı

Trümmerliteratur & Trümmerfilm:
Enkazdan çıkan edebiyat ve sinema
“Enkaz Edebiyatı, II. Dünya Savaşı’nda Alman kentlerinin havadan bombalanmasıyla yaşanan yıkımın doğurduğu Alman edebiyat hareketidir. Daha sonra 'Savaş sonrası Edebiyat' adıyla daha genel bir kategoriye dahil edilmiştir. Doğrudan hava savaşının bir eseri olan bu yazınsal atılımın temel meselesini anlamak için 'hava savaşı' olgusunu biraz tanımak gerekir.”