Kalbin dağlarında Tenha: Cem Yavuz
Şair-ressam Vural Bahadır Bayrıl (W. B. Bayrıl), Solukdönüm adlı kitabıyla 2023 Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü’ne layık görülen şair ve çevirmen Cem Yavuz’la söyleşti…

Cem Yavuz (solda) ile W.B. Bayrıl (sağda).
30 yılı bulan şiir-çeviri uğraşının sonunda şimdi ve ilk defa bir şiir kitabınla Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü’nü aldın. İlk günden beri “az görün, çok görürler” düsturuyla emek odaklı bir yazma biçimi/biçemi benimsediğine tanığım. Önce Celan ve Celan-Heidegger, ardından Eliot çevirileri, sonra Solukdönüm’de toplanan yeni şiirlerin ve yakında da Rilke. Gitgide daha görünür olmanın etkilerini hissediyor musun?
Cevdet Kudret ismiyle ilk kez sanıyorum 12-13 yaşımda Tire Necip Paşa Kütüphanesi’nde karşılaşmıştım. O aralar taşrada, dünyayla “oyuncak” arasındaki gedikte dikilirken hayal perdesinde Karagöz’le söyleşiyor; mukavva üzerine Karagöz, Hacivat, Tuzsuz Deli Bekir figürleri çiziyor; terzi annemin patron kâğıtlarından yaptığım bir hayal perdesinde akşam temaşaları kuruyordum. Eh, takdir edersin ki, o yaşta bir çocuk için Karagöz hikâyesi uydurmanın bir sınırı vardır; muhayyilemin tıkandığı yerde Cevdet Kudret’in Karagöz külliyatı imdadıma yetişivermişti işte. Edebiyatın bu yorulmak bilmez karıncasının emeğiyle sonraki yıllarda yatılı okuduğum Bahriye Mektebi kütüphanesinde ve hafta sonu izinlerimde uğradığım sahaflarda da karşılaştım. Belleğimde ilk belirenler, Yedi Meşale dönemine ait olan “On Ölüm Şarkısı” ve “Çocukluğum” gibi şiirlerin de içerisinde yer aldığı Birinci Perde isimli şiir kitabı, Havada Bulut Yok, Karıncayı Tanırsınız isimli romanları ve Gök Mahkemesi başlıklı traji-komik öyküsü... Başka başka karşılaşmalarla süregelen engin okuma-yazma seyri bende bir tek şeyi “mukaddem” kıldı: Emek. Vard’oluş (Dasein) emek üzerine temellenince de görünür olmakla yahut ödüllerle pek ilgilenemiyor insan doğal olarak. Fakat nihayet, kendisini “edebiyatın proleteri” olarak tanımlayıp ömrünü cehaletle mücadeleye adamış Cevdet Kudret gibi kurucu isimlerden birinin onuruna verilen saygın bir ödülle buluşmuş olmak, 30 yıllık “tenha emek seyri”min boş ufuklarda yitip gitmediğini doğrulaması açısından da mutluluk verici.
Zeitgeist’ı anlamıyor değilim; insanlar daha çok görünmek, görülmek, dolayısıyla onaylanmak istiyor. Sosyal medya vb. platformlar da bu ihtiyacı hem besliyor hem körüklüyor. 20 Ölümsüz Şarkı’da yer alan “etüd abyssus” başlıklı şiirin dizeleriyle söylersem,
beni görürsün
başını çevirdiğinde olurum yüzünü
çevirdiğinde yok bakışını
çevirdiğinde bilmem olup
olmadığımı sende
sen de bilemezsin başkasınca
olmadığında kendini
görülmedikçe olunamayan
bir dünya gözünde
olmamız ne ki
duygun bir hayâl artığı
adım iğiren atlarla
bulutların seğirmesi
bir değim baktığında var
bir değim
bakışımlı hiçlik belki
Herkesler (das Man), Rilke’nin “kör eğlence çemberi” diye andığı “kendi nihayetine doğru başıboş, amaçsızca dönüp dönüp duran” Atlıkarıncaya binmişken yazıyla, şiirle, çeviriyle daha derin bir bağ kurduğunu iddia eden insanlar bile, söz konusu bakışımlı hiçliğin itkisiyle bu işleri bir tür “performans” olarak görme yanılgısına kapılmış haldeler. Oysa “to make/machen” başka, “to do/tun” başka bir şeydir. Birisi “produce” ile, üretmekle, yaratmakla, emekle bağlı; diğeri ise “perform”la, yani icra/ifa etmekle. Fakat “illa” söylemek öyle revaçta ki, kimsenin bestelemeye (compose) cehdi de, kabiliyeti de kalmamış artık.
Benim açımdan değişen bir durum yok: Şiir, çeviri, yazma eylemi, tüm bu işler bir tür kürek mahkûmluğudur; ömrünüzü verirsiniz, Hiç alırsınız! Bu “boş” işlere niyetlenen genç arkadaşlarıma da beklenti âlemlerini Celan’ın ifadesiyle “Hiçyeri civarına” inşa etmelerini öneririm. Primordial sorumuz şu: Bir kelimeyle pürtefekkür bir dalınç yaşayabilir veya o kelimenin ayan ettiği “Oluş”a (sein) kulak kesilmişken “varolanlar”ı (seiende) unutabilir misiniz? Zira bir şeye kulak kesilmek (hören), ona ait olmak (gehören) yani onun varlık alanına dahil olmak demektir. Düşünelim!
Çocukluğun küçük ve güzel bir Ege kasabasında geçti. Benim çocukluğum ve ergenliğim de aynı coğrafyada bir taşra kentinde. Sonra kader ve keder bizi bu mega-kentte buluşturdu. Fakat görüyorum ki, benim yazdığım şiirin aksine, sendeki taşra ve çocukluk, şiirinin içine daha derin katmanlara gömülü. Burayı kazsak mı biraz? Taşra, çocukluk ve şiir nerde duruyor sende? Yoksa Edip Cansever haklı mı: “gökyüzü gibi bir şey şu çocukluk, hiçbir yere gitmiyor…” mu?

Solukdönüm
Everest Yayınları
Şubat 2023
56 s.
Vegakentler de sahici karşılaşmalara vesile olabiliyormuş demek ki! Hayat dediğimiz şey, üstadımız Spinoza’nın ifadesiyle iyi-kötü karşılaşmalardan ibaret bir “Solukdönümü” aslına bakarsan. Biçimlerin ardında salt geçmişten daha fazlasının yattığı ve önümüzde geleceğin olmadığı o çocukluk saatleri”nde yoksunluğu ve yoksulluğu aşacak bir patika yaratırız daima. Belki bugün “yüzlerini zamana doğru tutan” insanlar için anlaşılması güç ama o vakitlerde tenhalıkla ahbap olmanın yolları, hayal gücünüzle koşuttu; temsiller, timsaller, çizgi romanlar, kitaplar, şiir…
Evet, ‘70’li yıllarda Tire’de ve daha sonra da askerî lise ve harp okulu olmak üzere Heybeliada Bahriye Mektebi’nde, aileden uzakta, parasız yatılı geçti benim çocukluğum. Yedinci Duino ağıtında Rilke, “Çocukluğun yoğunluğundan öte bir şey olduğunu sanmayın kaderin…” diyor ya, Cansever de elbet haklı: Çocukluk hem göğengin yayılır ömrümüze, hem bir kayadır bağlı boynumuza. Kalbin dağlarında Aspen ağaçları gibi çoğalan tenhalığın yegâne kökü de çocukluğa uzanıyor bende. Şiirlerimde yekpare bir katman olarak kıvraşan kaygı ve keder, taşra kasabalarının nefti süs havuzlarında yaban parmaklar arasında sıkıldıkça suyu koyultaniribaşlardan kalmış olabilir, bilemem. Halbuki keder henüz içerde karangu bir kıvam almamışken, yani sanıyorum on yedi yaşımdayken falan, şiir “herkese ait/dair bir hüzün” kisvesiyle de belirmiş bende. Ama ne diyor Celan: “Söz Sanatı akşam eğleşmesi misali bir şey olabilir. Şiir ise başka bir şeydir; kâlp ve gök grisi, an içre soluğa nüfuz eden Dil.” İşte şu, taa o zamanlardan kalma ve şiir kitaplarıma alamadığım bir uzak masumiyet tınısı:
Ben küçükken dışarda bir kar fırtınası
Ben büyükken bir elma kurdu içerde
Küçükken bir çiçek falı çook yapraklı
Büyüyünce ıssız bir dal yaprakları yok
Ben küçükken pencerede bir canbaz
Kırık dökük bir kukla ben büyükken
Ah küçükken
yüzdüğüm açık deniz masalı
Büyüdüm hayata
hangi kıyısından başlamalı
Bildiğim ve tanıdığım kadarıyla bizim edebiyatımızda Türkçe şiir çevirisi yapan ilk ve tek polyglot sensin. İngilizce, Almanca, Macarca ve Fransızcadan bakışımlı ve karşılaştırmalı yapıyorsun şiir çevirilerini. (Aile içinde aşina olduğun Tatarca kelimeler ve anadilin Türkçeyi de eklemek gerekir mi buna, emin değilim.) Bu diller içre yaşantının Türkçeye sunduğu imkânlardan bahseder misin biraz?
“Terk etmektir benim sadakatim.” Deniz Harp Okulu’nu da terk ettikten sonra, 1988 yılında sinema-televizyon, yayıncılık eğitimi almaya başladım. Fakat okuldan çok Beyazıt Kütüphanesi’nde geçirirdim vaktimi; ara sıra Çınaraltı’nda, sen de iyi tanırsın, şair-nümizmat Hüseyin Avni Dede’ye uğrardım da susardık birlikte. Bahriyede iki dille geçen yedi yoğun yıldan sonra basın-yayın eğitiminin ilk haftadan itibaren esefle fark ettiğim beyhudeliğine yabancı diller yüksek okulunda teselli aradım bir süre. Hariçten Fransızca derslerine giriyor, Jacques Prévert’in Déjeuner du matin şiirini çeviriyordum. Köken bağlarımdan ötürü aşina olduğum Tatarcanın ve Kıpçak grubu içerisinde yer alan bazı Türki dillerin ilk edebi ürünleriyle de yine Beyazıt Kütüphanesi’nde okuduğum Saadet Çağatay’ın Türk Lehçe Örnekleri’nde ve Codex Cumanicus’ta karşılaşmıştım. Cengiz Aytmatov’un daha sonra Öğretmen Duşen adıyla Türkçeye çevrilecek olan Birinçi Mugallim kitabını kendi kendime söktüğüm Kiril alfabeli Kırgızcadan ağır ağır okuyuşum ve mühim Tatar şairi Gabdulla Tukay’ın Sak Suk Kuşları’nın bir bölümünü çevirmeye girişmem de yine aynı dönemdedir. Üniversitede geçinebilmek için genellikle öğretim elemanlarının tezlerini çevirirdim. Kim bilir, Türkoloji bölümünden bir hocanın doktora tezinde kullanmak üzere çevirttiği İngilizce-Moğolca etimoloji sözlüğünün hayalimde yankıladığı Morin Khuur sesidir, belki de beni yıllar sonra Ulaanbaatar’a ve Orhun Yazıtları’na kadar sürükleyen. Günü geldi, bilginin sağlayamayacağı görgü donanımını tahkim etmek üzere yurt dışlarında da hayli zaman geçirdim. İlk gençliğimde izlediğim Zoltán Fábri filmi Macarlar’ın ve o filmde okunan aynı adlı József Attila şiirinin beni 2009’dan beri Macarca sularında seyrettirdiğine hiç şüphe yok ama.
Adını anmışken müjde vermiş olayım: Akranım József Attila’dan Tuna boylu 75 şiir, Güzellik Dilencisi, basıma hazır. İşte o sularda Tudod, hogy nincs bocsánat namıyla boy veren şiiri huzurunda, Biliyorsun özür yok diyerek Türkçeye armağan ediyorum:
Biliyorsun özür yok,
pişmanlık da nafile.
Erkek mi olacaksın, ol öyleyse.
Er geç otlar bitecek üstünde.
Daha kolay olmayacak günah,
akıtma gözyaşını boşuna.
Şükran duy en azından
buna tanık olduğuna.
Ne suçla, ne vaat et,
ne de kendini kına,
ne teslim ol ne fethet,
ne de katıl güruha.
Kal öyle boş beyhude,
sırları da hiç eşme.
Madem insansın sen de,
insanlığı hor görme.
Hatırla, nasıl da hırıldadın
ve yalvarıp yakardın boş yere.
Yalancı tanık oldun
kendi hak davanda bile.
Çağırdın sürçüp düşünce,
tanrı yoksa da insanı.
Ve psikanaliz sırasında
gördün bitmiş çocukları.
İnandın basit sözlere,
ve maaşlı şakşakçılara,
ama bak asla hiç kimse
iyisin demedi sana.
Kandırıp öyle sevdiler seni,
sen kandırıp öyle sevemezsin.
Şimdi dolu bir silahı
boş kalbine sık gitsin.
Ya da boşver kural ilke
sadık aşkın yolunu gözle,
madem inanacaksın köpek gibi
sana kim güvendiyse.
(1937)
Şu sıralarda ise pek muhterem Rilke yüzünden Almanca ve İngilizce ile sövüşüyoruz!
Hülasa 13-14 yaşımdan beri, varlığın evi bellediğim “dil” ve çeviri ile uğraşıyorum; 40 küsur yıl olmuş demek ki… Senin de gayet iyi bildiğin üzere, edebiyat ve şiir üzerine düşünmek, esasen dilin doğası üzerine düşünmek demektir; yani bir aracı olarak dili kullanmaktan ziyade dilin kendisini düşünmek. Seyrengiz’e devam…
Eliot ve Celan kitaplarına baktığımda sadece bir “çeviri başarısı”ndan öte bir “bağlamsallaştırma” başarısı da görüyorum ben orada. Bunu çok önemsiyorum. Zira biz bu şairleri ve metinlerini Türkçede büyük ölçüde bağlamsal çerçeveleri olmadan okuduk, alımlamaya çalıştık. Yeni yaptığın ve yakında yayınlanacak Rilke çevirilerini de işin içine katarak bu bağlamsallaştırma ve yöntem meselesine dair düşündüklerini anlatır mısın?
Çeviri bir bilim değilse de bir metodoloji, bir “bili” alanı diyebiliriz; daha çok da sanat. Özellikle şiirden söz edecek olursak; o, sıradan yazı ve konuşma dilinin içinde açılmış özerk bir alan, bir “soluk kabarcığı”dır. Ve varlığı da biricikliğiyle kaimdir. Dolayısıyla şiir çevirirken uğraşacağınız şey, erek dilde eserin üslubuna akraba bir “replika” yaratmaktır; bu da son derece meşakkatli, sonu gelmez kürek darbeleriyle bir yükü bir kayıkla, bir yakadan öte yakaya aktarma (über-setzen) faaliyetidir. Aslında, gönül rahatlığıyla “bitirdim, tamam” dediğinizde bile şiir çevirisi yeni söyleyişlere açık potansiyel bir alan olarak durduğu yerde işlemeye devam eder. Hasılı kelam, edebi ve felsefi çeviri, şiir çevirisi her babayiğidin ve hiçbir kelime işlemci uygulamasının harcı değildir. Çünkü bilgi ve veri dışında, yoğun bir birikim, biçem bilgisi ve hayat görgüsüyle var edilebilir ancak bu alan.
Diyelim kaynak metinde kafiye var; o vakit elden geldiğince, Türkçenin imkânları dahilinde buna sadık kalmaya çalışıyorum. Yani işte bir sone çeviriyoruz, sonenin de belli bir kafiye düzeni ve vezni var; bir ritmi, bir titremi, bir iç sesi var. Ama tabii ki bunları esas almakla birlikte erek dilde bu yapının birebir karşılanması mümkün değil. Yani kaynak metinde kafiye düzeni “a-b-a-b” ise bazen bunu tutturamıyor ve çeviride “a-a-b-b” yapabiliyorsunuz. Ama başka imkânlarınız var; kaynak dildeki ses bütünlüğü, işitsel hayal, vb. öğeleri layıkıyla kavrarsanız Türkçenin sularında benzer bir yankı oluşturabilirsiniz. Örneğin Eliot’un Çorak Ülke’si; bu eseri yayımlanışının 100. yılı dolayısıyla Türkçeye söyledim. Türkçe söyledim demiyorum, bilhassa “Türkçeye söyledim” diyorum, zira benim felsefi kavrayışıma göre dil, çevirmenle iletişim halindedir, yani ona hitap eder (Zuspruch der Sprache). Çevirmenin işi de varlığın kendisini dil yoluyla açığa vuruşuna kulak kesilmek, yani dilin hitabına mazhar olup kendisine dikte edileni, meskeni olan dilde “var”a getirmektir; dolayısıyla öteki dil bana söylüyor, ben Türkçeye söylüyorum. Bu sayede de Çorak Ülke’nin What the Thunder said başlıklı beşinci bölümü, Türkçede düzayak bir çeviriyle ve herkesin ilk söyleyeceği biçimde Gökgürültüsünün Söylediği olarak değil, epik bağlam ve eşdeğerlik uyarınca Aldı Gökgürültüsü diye varageliyor.
Eliot, Çorak Ülke’yi Shakespeare’in de yoğun olarak kullandığı iambik ölçüyle örmüş. Böyle bir ölçü bizim vezin kalıplarımız içinde yer almasa da, divan edebiyatımızdan veya halk edebiyatımızdan aşina olduğumuz, kulağımızda yer etmiş birtakım kalıplar mevcut. Bu verilerden, seziş ve duyuşlardan hareketle Çorak Ülke’yi Türkçenin sesiyle yeniden yaratıyorsunuz işte. Kafiye düzeni içermeyen serbest şiirlerde de iç sesi duymaya, yani görsel ve işitsel hayali bu yakada yeniden var etmeye gayret ediyorum; asla şiiri “paraphrase” etme ya da mensur biçimde çevirmek gibi bir yönteme başvurmuyorum. Bilhassa Çorak Ülke gibi hem serbest hem de klasik usulü bir arada kullanan “operatic” yapılarda, dili bir tür orkestral yapı olarak işletmek zorundasınız. Bunun için de matematik, müzik, edebiyat tarihi, retorik, vb. pek çok alanda donanım sahibi olmanız gerek. Yani yazarın niyeti, metnin niyeti, bütün bunları derinliğine kavrayıp eserin ruhuna uygun bir biçimde erek dilde yeniden inşa etmek şart. Bir de tabii çevirmek istediğim şairle/yazarla bir tür ruhsal akrabalık kurmuş olmayı önemsiyorum. Bu yüzden de her önüme geleni çevirmek gibi bir yaklaşımım yok. Kendi edebi tercihlerimi vurgulayabileceğim eserleri/isimleri tercih ediyor ve çeviriyorum.
Siyahkalem, Erol Akyavaş üzerine yazılar yazdın; keza Pirosmani gibi başka ressamlara da atıflar var şiirlerinde. Yine yer yer Bach’ın aşkın esriyişini, Schönberg’in anti-tonal çağrışımlarını anıştıran dizelerin… Görsel imge ile sessel imgeler arasındaki gelgitler, temas noktaları açısından ne düşünürsün?
Doğrudur; şiirlerimde Muhammed Siyahkalem’den Pirosmani’ye, Schönberg’den Bach’a, trubadur şarkılarından dinî müziğe, Tuva gırtlak şarkılarından Led Zeppelin’e, hatta Hisarlı Ahmet’ten Emerson Lake and Palmer’a uzanan bir göndermeler ağı var. Senin altını çizdiğin isimler ise, benim vizyoner diye nitelediğim sanatçılar; vizyonu görsel ve işitsel hayal marifetiyle deneyimleyenler yani. Vizyon, şiirin aslına dair bir deneyimleme imkânı olarak şairin kelimelerinde (ressamın renklerinde), imgeleminde ve seslerde kendini sergiler. Bu tecrübede gözleyen gözlenenle birleşir; şair “varolanlar”la (seiende) bir tür anımsayış vecdi (la Madeleine de Proust) yaşar. Gözleyen~gözlenen ilişkisindeki birlik, Rilke’nin Cezanne’ın resimleri ile Rodin’in çalışma tarzından hareketle geliştirdiği Dinggedicht (Oluşşiir/Vücutşiir) kavramında da karşılığını bulur. Yeri gelmişken Türkçe literatürde isabetsiz bir biçimde “şeyşiir” olarak dolaşıma girmiş bu kavramın ciddi bir tashihe muhtaç olduğunu belirteyim. Zira köke doğru seyredince görürüz ki, Ding’e karşılık seçilen şey (mevcut) kelimesi “[olmasını] dilemek” anlamındaki Arapça şae (ayrıca bkz. icat»vücuda getirmek/var etmek) fiilinden türemiştir ve nesneden ziyade oluşu imler. Dolayısıyla “şeyşiir” terimindeki nesneye yönelik vurgu, kavramın oluş/vücuda geliş boyutunu ihmal eder görünmektedir. Esasen bu Dinggedichte yani Oluşşiirleri’nin sadece birkaçı nesnelere dairdir, ancak hepsi maddi bir niteliğe sahiptir ve Rodin’den mülhem bir hacim ve kontur duygusu yaratır. Yer yer durağan bir nesneyi betimleyen şiirlerde bile görsel hayal, handiyse bir arp misali titreşen dizenin ve sentaksın desteklediği işitsel hayalle birleşerek nesnenin hayal âleminde varagelmesini sağlar.
Schönberg’e gelince; ona göre müzikal düşünce (musikalischer Gedanke) tamamen mistik bir deneyim; dile getirilemeyecek bir incelikli sezi ve seyr faaliyetidir. Bu görüşü geliştirirken Blake, Cézanne ve Rilke’nin de düşüncelerinden esinlendiği İsveç mistiği Swedenborg’dan ve Schopenhauer’den önemli oranda beslenen Schönberg’e göre müzik sayesinde sanatçı, tinsel hakikatlerin belirdiği bir başka âlemde/âlemi temaşa eder; zaman ve uzamın bir olduğu o boyutta benzersiz bir vizyon tecrübesi yaşar. Schönberg için müzik, kendisine görü bahşedilmiş sanatçının bu vizyonu sunma, bedenleme çabasından başka bir şey değildir.
Benim şiiri kavrayış biçimim de resim ve müzikle birlikte gelişen bir şey. Resim görsel hayali, müzikse işitsel hayali temsil ediyor. Görsel hayal bir zemin üzerinde gerçekleşen bir şey; işitsel hayal ise zeminden havalanan, duymamız gereken bir şey. Birinin eylemi “görmek”, diğerininki ise “duymak”. Bu iki eylem, okuyucu için de, yazdığım şiirlerin eşiğinde kalmayıp ona eşlik ve nüfuz edebilmesi açısından iki ontolojik unsur. Bir şiiri seslendirmeden okursanız onu görsel hayal alanına hapsedersiniz. O yüzden her şiirin varlığa kavuşması için işitsel hayalle birlikte var olması gerek. Yani her şiiri seskürede devindirmek lazım ki, hem görsel hem işitsel hayal belirebilsin, bütünlüğe kavuşabilsin…
Şiirlerinden yola çıkılarak bazı şairler için sözlükler, sözlük denemeleri yapıldı, biliyorsun. İlk aklıma gelenler, bizim ŞiirAtı’nda yayınladığımız Ender Erenel’in Ece Ayhan Sözlüğü, sevgili Seyhan Erözçelik’in Asaf Halet için yaptığı sözlükler. Bunlara benzer bir Cem Yavuz Sözlüğü’nün yapılma vakti geldi mi dersin? Sanırım seninkine çevirilerde kullandığın kimi “buluşsözcükler” de eklenmelidir.
Evet evet; Celan’ın Sesler’i yayımlandıktan sonra bir değerlendirme yazısında ve Solukdönüm çıktığında yaptığımız bir söyleşide Şiiristan zümresinin bir Cem Yavuz sözlüğüne ihtiyaç duyduğunu öğrenmiştim. Sevgili Baha; zannımca şiir bir öte dil ya da dil içre bir “soluğan” oluşturması gerektiği inancıyla yazılmıyor ise, yazılmasa da olur. Dili dönüştürmeden, dil üstüne düşünmeden şiir yazılamayacağının şuuruyla ömür tüketen biri olarak, ne yazık ki bugün şiir diye yazılan şeylerin yoğunlukla Hiç~iir (das Genicht) olduğunu görüyorum. Bu amorf yapı hızla okunduğunda, alelusul göz yordamıyla bakıldığında, soytarı jestleri~hisli tınılar~dijitasyon ve budala güruh eşliğinde, velhasıl kimi koşullar altında şiiri andırıyor belki; oysaki sadece hologram! Bönçukurundan mülhem kelimelerle keşf (Ent-deckung/dis-covering/ref-i hicâb) sığasının berhava edilmesi; mediocre’ın kutsanması gibi semptomlar gösteren bu Rate epidemisi, tüm virüslerini “çağ”a salıp ondan kofkoca bir çiğ çıkarırken şair yerine de müteşair, şuveyir, şarur ve hatta barur derekesinde jargonimaj şekilleri peyda ediyor!
Diyeceğim, bu zamanda emeğe emekle mukabele edecek bir babayiğit var ise, buyursun beraber sökelim Babil kulesini de tengri yeniden “anlaşılır” kılsın dilimizi!
Karşılıklı iki şiir yazdık seninle. Ben “Rosa das Rosas”, sen ise “niemandsrose” başlığıyla. İlerde, meçhul bir gelecekte, bu iki şiir sence nasıl okunacak? Bir “trubadur atışması” mı, yoksa yaşadığımız çağa ve insanlığa dair birbirini tamamlayan iki bakış olarak mı?
Çorak Ülke’nin yorumlar bölümünde çevirisine yer verdiğim El Desdichado isimli muazzam şiirinde Gérard de Nerval’in, “Kulesi yerle yeksan Aquitaine prensi” (Le Prince d’Aquitaine à la tour abolie) dizesiyle selamladığı trubadurların atası Guillaume d’Aquitaine; hiç görmediği Trablus kontesine duyduğu aşk yüzünden kendini denizlere vurup seyir esnasında hastalanan ve son nefesini, ölüm döşeğinin başına gelen muhayyel sevgilisi Melisande’nin kucağında veren Jaufré Rudel; Cercamon ve çırağı Marcabrun; Montadon Keşişi; Bernard de Ventadour; –senin gibi Arnavut olan(!)– Arnaut Daniel; Guiraut de Bornelh ve Bertrand de Born…
Hayır hayır; hakiki trubadurlar atışmaz. Onların aşkı ne Eros, ne Agape, ne de yalnızca Philia’dan ibarettir. Bilakis, hayal boylamınca seyrederken bu üç sevgi tarzını da mezcettikleri şu engin Fin amor perdesinden söyler dururlar. Ve yaşayanlar, herdem onların şarkılarıdır. Zira “güllerin gülü”, ebediyen “hiç kimsenin gülü”dür:
küle çevirmesin diye fırtına kilden evimi
gökyüzüne siper eder göğsünü nár bülbülü
değer değmez eğilince kayna yan ışığ’a
çıkarır hardan yaprağını hiç kimsenin gülü
bak a senin için çarpınır bu kızılyürek
odda çıvgın bir ağıda başlar alısarı
Ádem’in kusuruna ademin küsuruna
uzatır ışka boynunu yanar hiç kimsenin gülü
kan var alnında çağın algerdan ağladığı
çarha döner gözünde Dár-ı Mansúr budağı
kaya yankısı şarkın insan mağarasında
bir dem gele hicábını yıkar hiç kimsenin gülü
susar rosa das rosas, solar güllerin gülü
yedi tamunun güzeli bağışlar gonce-i sırrı
en yavuz yalavuz kor uçup konducağım dil
karanlığın elinde açılır hiç kimsenin gülü
(niemandsrose/Solukdönüm)
Önceki Yazı

Kurum eleştirisinden çoklu tartışmaya
Özellikle İstanbul Bienali çevresinde gelişen olaylar, kurum eleştirisini yeniden canlandırdı. Eleştiri yetisini ve –dolayısıyla– samimiyetle konuşma becerisini kaybetmiş bir toplumsallık içerisinde sessizliğe teslim olmuşken kültür sanat ortamında ortaya çıkan tartışma, demokratik ve adil bir birliktelik için çoklu konuşmanın zorunluluğuna işaret ediyor.
Sonraki Yazı

Hafta sonu bir yere gitmeden yapılan
995 km
“995 km cömertçe yazılmış, tam bir siyasi roman. Mungan’ı okurken opera ölümlerini anımsamamın birinci nedeni iyi planlanmış, üzerinde çok düşünülmüş 'opera ölümü'nü (Saim Baran cinayeti) âdeta sonrasını da içerecek şekilde 995 km’ye yaydığını düşünmem. Uzun uzun hikâyesi tüm küçük ayrıntılara yayılan bir 'opera ölümü' romanı, paldır küldür gerçekleşen performatif bir 'gerçek ölüm'le kapattı anlatısını.”