Gökçe İrten:
“Çocuğunuza kitap alıyorsanız bilin ki: Size de bir şeyler var.”
“Multi-disiplinerlik bir tarafın bir şey yapması, bir tarafın durması anlamına gelmiyor. Kafam zaten bir şey yaparken bir taraftan başka bir şey de yapıyor muhakkak ya da şöyle oluyor: Mesela bir kitap yazmış oluyorum. Diyorum ki tamam, şimdi kitabı durduruyorum. Çünkü o taraftan besinimi aldım, proteinimi aldım. Şimdi sebze tüketmem gerekiyor. O zaman da sanat tarafına gidiyorum...”

Gökçe İrten
Uzun bir giriş yapmayacağım, çünkü çizer-yazar Gökçe İrten ile sohbetimiz dolu doluydu ve o anlatması gereken her şeyi anlattı üretimleri hakkında zaten. Eskiler on parmağında on marifet derdi, şimdi multidisipliner diyoruz. Kendisi kelimenin tam hakkını veriyor. Buyrun Gökçe İrten ile tanışın – hâlâ tanışmadıysanız…
Resim, yazı, seramik, dijital işler, tasarım… Nereden başlayalım?
Aslına bakarsanız zaten hepsi birbiriyle bağlantılı. Yani multi-disiplinerlik bir tarafın bir şey yapması, bir tarafın durması anlamına gelmiyor. Kafam zaten bir şey yaparken bir taraftan başka bir şey de yapıyor muhakkak ya da şöyle oluyor: Mesela bir kitap yazmış oluyorum. Diyorum ki tamam, şimdi kitabı durduruyorum. Çünkü o taraftan besinimi aldım, proteinimi aldım. Şimdi sebze tüketmem gerekiyor. O zaman da sanat tarafına gidiyorum. Yani aslında o kafamın yönlülüğü ona ihtiyaç duyuyor.
Peki, büyük ihtimal önce çizim geliyor, ama yine de soracağım tabii. Kelimeler mi, resimler mi beliriyor ilk önce?
Fikir geliyor aslında. Görsel bir kurgu oluşturmuş oluyorum. Bazen mesela diyorum ki, bir fil üzerine gideyim. Bazen bir tema buluyorum; işte büyük küçük ilişkisi ya da en son Kendin Gibi’de ya da Hepimiz’de olduğu gibi biraz daha kişisel gelişim tarafları. Kendimi iyileştirmeye çalışırken ortaya çıktı ve orada kendimle ilgili bir sorunu çözerken, bu sadece benim sorunum değil, yetişkinlerin de sorunu. Yetişkinlerin sorunu da aslında daha küçükten başlıyor. Aslında çocukların da sorunu diye düşünürken çıktı. Mesela Beni Görebiliyor musun? diye bir kitabım var, onun fikri çok acayip. Doktora yapmaya karar vermiştim. O sırada bir İngilizce sınavına girmem gerekiyordu. Girdim sınava. Kompozisyon, kompozisyon, kompozisyon. 70 sayfa kompozisyon okuyup iki soru cevaplıyorsun. Sonra orada bir tane kompozisyon okumaya başladım. İşte fillerin ayaklarını bastıkları yere dolan suyun içinde müthiş mikroorganizmalar ve biraz daha büyük bitler, pireler gibi organizmalar yaşamaya başlıyormuş. Ve içinde yaklaşık 60 bin tane organizma yaşayabiliyormuş belli bir süre sonra. Sadece filin ayağını bastığı yerden! Bir şey yazmak yasak normalde sınavda, ama bu bilgi beni öyle büyüledi ki, peçetenin üzerine not aldım hemen. Sonra koşa koşa eve “evreka, evreka” diye gittiğimi hatırlıyorum.
Sık aralıklarla kitap çıkartıyorsun, aynı yıl yayımlanan kitaplar dahi var. Türkiye’de kitap basımı ve satışının epey zorlaştığı son yıllarda maliyeti yüksek resimli kitaplar için önemli bir başarı bu. Nasıl gelişiyor bu yoğun üretim süreci?
Burada anne olmadan önce ve anne olmadan sonra olarak milat belirlemek istiyorum. Anne olmadan önce yılda belki üç taneyi bile zorlayabilirdim. Ama şimdi bir tane yapsam alıp böyle bağrıma basıp ah bebeğim diye seveceğim noktadayım. Bunu bir rahatsızlık olarak söylemiyorum. Çok mutluyum. Ama kafamın içinde belki 10 tane kitap fikri dönüyor. Tabii zamanı değerlendirmek o kadar kolay olmuyor. Yoksa bir şey çıkıyor, not alıyorum, o kaçıyor, diğerini alıyorum. Sürekli kafamın içinde bir şeyler oluyor. Ama gerçeğe dönüşebilecek olanlar yumurtayı bulan sperm gibi, yani bir tanesini bulması gerekiyor. Hangisini bulacağını da bilmiyorsun. Ortaya çıkacak olanını da… Bir noktada okurla buluşuyorsun, çocukla buluşuyorsun. Çocuğa geçiyor, geçmiyor. Şimdi ben de bir oğlum olduğu için onun yakın zamanda avantajlarından faydalanacağım. Büyümesiyle, gelişmesiyle beraber bana yeni fikirler verecek. O yüzden yılda ikiye geri döneceğimi düşünüyorum.
Önce fikir gelişiyor dedin ya, çocuğa da, yetişkine de yönelik olabilir bu fikir aslında. Hedef kitlen yazarken hep çocuk mu? Çünkü bazı kitaplarında bir yaşsızlık hissettim ben. O yüzden bu soruyu soruyorum.
Hep benim söylediğim bir şey var; picturebook’lar çocuklar için değil sadece aslında. Yani belki çocuk romanları için onu söyleyebiliriz ama picturebook’larda yetişkinler de bir şey buluyor muhakkak. Geçmişe gidiyor, kendi çocukluğundan bir şey hatırlıyor… Çünkü çok zaman geçiriyor o kitapla çocuğuna okurken. O ebeveyn de onun içine girip kendi anılarına geri dönmeye başlıyor.
Ebeveynin algısıyla, daha doğrusu şöyle diyelim, yetişkinin kitabı görme, algılama, hazmetme haliyle çocuğunki de çok farklı oluyor.
Çok çok başka. Bir de aslında şöyle bir dezavantaj var; bazen ben onu avantaja çevirmeye çalışıyorum kitaplarımda. Kitapları aslında ebeveynler alıyor. Dolayısıyla bunu şöyle avantaja çevirmeye çalışıyorum: “Size de bir şeyler var.” Çünkü bana da bir şeyler var. Bologna’ya her gittiğimde şimdi hangisini alacağım diye düşünüyorum, seçemiyorum. Hepsi ayrı. Hepsinin bana bir şey verebileceğinden de eminim. O yüzden yetişkinlere de muhakkak bir şey oluyor. Mesela Siz Hiç Bir Kitaba Sarıldınız mı?’da ölüm var. Başarısızlık var. Bunların hepsi çocuklarda gerçek olduğu kadar yetişkinlerde de gerçek kavramlar.
O zaman dil meselesine geleceğim. Sonuçta bunlar çocuk kitapları olarak piyasaya sürülüyor. Özellikle de okul öncesi kitapları olarak. Ama bazı kitaplarında kavramlar okul öncesinden çok ileride. Okul öncesi çocuğu belki onu hiç senin anlattığın şekilde anlamayacak. Ama okul çağı çocuğu ya da bir yetişkin kavrayabilecek. O hitap dilini nasıl belirliyorsun?
Metin bir şey anlatıyor. Kuvvetli olarak mesajı metin veriyor. Ama resimler her çocuğu yakalıyor. Küçük ayrıntılar oluyor. Bakınca fark edebileceği bir kuş mesela. Metinde de arkadan dönüş var. Aslında duygu regülasyonu için bu önemli. Mesela Siz Hiç Bir Kitaba Sarıldınız mı?’ya çok mesaj aldım. Kurabiyeli öyküde anneanne kurabiyelerini artık annesi yapmaya başlıyor. Çünkü aslında anneanneyi kaybetmişler. Ağlaya ağlaya bana mesaj gönderenler oldu, böyle şey yapılır mı diye pozitif anlamda. Çok etkilendik diye. Ama bir yandan bunları da konuşmak gerekecek. Gerektiğinde de ben kendimi hep kitaplarda iyi hissederim. Dolayısıyla duygu regülasyonu olarak bir kitabın tercih edilmesi çok güvenli geliyor bana.
Evet, şimdi ben de hatırlıyorum. Oğlum çok küçüktü, anaokuluna gidiyordu. Çok yakın bir arkadaşımızı kaybetmiştik. Bizim için çok acı bir şeydi. Ama ona da aktarmak lazım, bir anda varken yok oldu çünkü arkadaşımız ve biz çok üzgünüz. O üzüntüyü de çocuktan saklayamıyorsunuz. Çok rahat emiyorlar o duygu halini. Orada da benim yardımıma kitaplar koşmuştu. Bir Kumkurdu’nda Zakarina’nın kuşunu gömdüğü hikâye, bir de Ördek, Ölüm ve Lale kitabı benim için çok ayrıdır. Çok faydası olmuştu gerçekten. Sonraki süreçlerde hep arkadaşlarıma da önermiştim. Çünkü ebeveyn bilemiyor çocuğa nasıl aktaracağını bazen. Burada bu tarz örneklerin artması da o yüzden değerli bence.
Benji Davis’in Dedemin Adası kitabı da iyi bir örnektir. Dedeyle beraber adaya gidiyorlar, çocuk tek dönüyor. Dede papağanların olduğu, çok güzel bir adada kalıyor.
Güzelmiş, onu bilmiyordum. Bizim edebiyatımızda çocuk deyince galiba hep güzel şeylerden bahsetmeli diye düşünülüyor. Oysa biraz daha evrensel baktığımız zaman çocuk edebiyatına, hiç öyle değil. Çünkü hayat her zaman tatlı tatlı değil. Bizim de çocuğu yetiştirirken bunu göz ardı etmememiz gerekiyor.
Çocuğun da bir birey olduğunu hatırlamak gerekiyor. Bazen resimlerde ya da metinde daha önce çalıştığım bazı editörlerden ya da çalışmayı tercih etmediğim bazı editörlerden öyle revizyonlar geldi ki… Çocuğu böyle bir cam kafese koyuyorsun. İşte kızlara sürekli prensesler, erkeklere arabalar var, başka hiçbir şey yok! Öyle bir dünya değil yaşadığımız. O kadar hızlı bir dünya ki, çocuk sokağa çıktığında bile zaten belki 20 çeşit duyguya şahit oluyor. Bunlara hazırlamamak asıl çocuğu rahatsız ediyor bence. Çok haksızlık. Yani onu güvensiz bir şekilde sokağa atıyorsun aslında. Şimdi biz kitaplarla bunları vererek çocuğu daha sarmalıyoruz en azından. Hazırlıyoruz.
Evet. Bunu çok değerli buluyorum. Haliyle senin verdiğin mesajları da öyle. İlk kitaplarda biraz daha masalsı bir yapı varken, sonrakilerde bir hikâye anlatmaktan çok çarpıcı örneklerle bir mesaj vermek ya da yaşamın küçük detaylarını göstermek, üstüne düşündürmek derdin var okuyucuya. Hepimiz, birbirimizden bir farkımız yok, Kendin Gibi, adı üstünde kendin gibi ol diyor özetle. Metnin, içeriğin bu evrilişi nasıl oldu?
Buna non-fiction picturebook deniyor son zamanlarda. Mesela Beni Görebiliyor musun? öyle. Hepimiz ve Kendin Gibi için de benzer bir şey söyleyebilirim, daha çok picturebook olarak algılansa da. İçindeki duygu yoğunluğu, vermek istediğim duygular çok olduğu için onlara da bence non-fiction diyebiliriz bir noktada. Eski non-fiction’lık da yok aslında. Beni Görebiliyor musun?’da işte bir filin örneğini veriyorum, Eyfel Kulesi’nin merdivenlerinin sayısını veriyorum. Yani biraz daha matematiksel olaylar da dönüyor. Ama artık yeni non-fiction’lar öyle bir şey değil. Duygu da non-fiction olabiliyor. Şuraya dönüyorum. Nasıl evrildi? Benim kendime terapi yapmaya başladığım bir noktada sanırım, kendi geçmişimle ya da günümüzdeki halimle bir barışma evresinde belki de. Özellikle Kendin Gibi. Sürekli, sürekli başarısız mıyım? Yapamadım, yetişemedim, gidemedim, orada olamadım, bulunamadım... Çağımızın vebası diyebilir miyiz?
Sosyal medya etkisi de var orada.
Tamamen öyle aslına bakarsanız. Yani şimdi mesela ‘instamom’ denen bir kavram var… Instagram mesajlarına baktığımda bu kadar farkında olmama rağmen bazen kendimi o kadar kötü hissediyorum ki! Çünkü çocuğuma işte karabuğdayla siyezi karıştırıp içine bebek zeytinyağını koymadığım için, işte bilmem ne şekerinden faydalandırmadığım için, işte onun rendesini bunun rendesini şununla kaynatıp koymadığım için kendimi kötü hissedebiliyorum bazen. Halbuki çok da güzel, ben nasıl besleniyorsam çocuğum da öyle besleniyor. Sonra diyorum ki, hayır, akışına bırak, sen hissettiğinle zaten doğru şeyi yapıyorsun. Çevremde de görüyorum. İşte bu bir vücut olumlaması da olabilir. Kendin Gibi’de mesela hipopotam koşuyor, çok da güzel koşuyor. Çok da güzel koşar zaten. Kilosu benden daha fazla olan bir insan çok güzel koşabilir, beni geçebilir de. Bence bunların algılarının geri gelmesi gerekiyor. Birinin illa bizim tanımladığımız vücut algılarına uyması gerekmiyor bir şeyde başarılı olabilmesi için. Mesela kangurunun zıpladığı bir sayfa var orada. Kanguru çok yükseğe zıplıyor, insan o kadar zıplamıyor. Çekirge de o kadar zıplamıyor, ama hepsi zıplıyor işte. Önemli olan bu. Zıplayabiliyorsun. Yapabiliyor musun? Yapabiliyorsun.
Peki, çeviri sürecine gelelim. Kitapların Yunanistan, Çin, Kore, Meksika, Kanada ve ABD’de yayınlandı. Bu güzel gelişimden de söz eder misin?
Tabii. Yurtdışında beni temsil eden bir ajansım var. Aslında onun da şöyle bir çıkışı oldu: İsmini veremeyeceğim bir yayıneviyle çalışacaktık What’s Out There? kitabım için.
Çince ve Korece yayınlanan, ama Türkçesi henüz olmayan, değil mi?
Evet. Onu burada bir yayınevine veriyordum işte. Sert kapak basacaklar, şöyle böyle, anlaştık, sözleşmeye geldik. Ben kendi el yazımla metinleri yazmıştım onda ve öyle basılmasını istedim. Editör bana bunu böyle yayınlamayalım, normal bir fonta çevirelim dedi. Ben de kıymetli olan budur aslında, bunu yurtdışında yapan da var, böyle yapalım mümkünse, çünkü font değil benim bu kitapta görmek istediğim, bu resmin bir parçası dedim. Ama işte editoryal olarak çok fazla şey değiştireceğiz dedi. Dedim değiştirelim, üşenmem, benim için sorun değil. Sonra yok dedi. Ben nasıl yaptım, hiçbir fikrim yok ama, peki ben de yokum o zaman dedim. Çok da iyi bir yayıneviydi.

Bazen yapmak gerekiyor.
Evet, gerekiyor. Sonra dostlarımın yardımlarıyla, işte şöyle biri var, istersen bir e-mail at teşvikleriyle tamam dedim ya, atayım, ne olur ki? Bana üç gün sonra geri döndü ajans, ben bunu hemen Frankfurt’ta temsil etmek istiyorum diye. Tam Frankfurt öncesi atmışım, o zaman Frankfurt tarihlerini de bilmiyordum. Öyle beni temsil etmeye başladı. Ne kadar uzun anlattım temsil edişini değil mi?
Hayır hayır. Bunlar çok yaralı konular Türkiye’de. Tam tersi, bunları konuşmamız gerektiğini düşünüyorum. Ne kadar çok konuşursak belki o kadar daha gündeme gelir.
Ben hep büyük hayalleri olan bir çocuktum, hâlâ daha öyleyim. Çok gülüyoruz şuna; ilk Bologna Fuarı’na gidiyoruz. Bologna’da da illüstrasyon ödülleri veriliyor. İşte arabayı park edeceğiz, ya dedim, bu Bologna yarışmasında tamam birinci seçildin de peki bir kere mi birincilik ödülü alabiliyorsun? Güldüler, güldüler, güldüler ve dediler ki, önce bir birincilik al, ondan sonra ikinciyi hedeflersin. İlk sorun bu olmamalı. Evet, hep böyleydi. Her zaman kendimden daha büyük bir şeyi hedefliyorum. Aslında iyi de oluyor. O beni iyi yapıyor, onunla güç alıyorum.
Demek ki senin üretme motivasyonun böyle.
Evet. Sonra yurtdışında temsil edilmeye başladım. Sağ olsun, temsilcimin kontakları, benim de iyi giden kitaplarım oldu. Ben de beklemiyordum doğrusu. Maddi tarafından değil ama manevi olarak o kadar gurur verici bir şey ki… Başka bir ülkenin çocukları da benim kitabımı okuyorlar ve bunu birbirleriyle paylaşıp güzel şeyler yazıyorlar. Bu da işte sosyal medyanın gücü. Artıları da var. Gerçi 50 yıl önce de birilerinin kitapları çevriliyordu ama o yorumu duymuyordu belki. Ben o yorumu duyuyorum ve o beni motive ediyor. Amerika’da basılması çok zor aslında kitapların, ama önce Kanada’ya açıldı, sonra Kuzey Amerika’da da basıldı iki ayrı yayınevi tarafından. Önce Kanada’da Can You See Me? / Beni Görebiliyor musun?, sonra Amerika’da All of Us / Hepimiz basıldı. Amerika’ya girmek çok zor. %2’lik yurtdışından aldığı bir pay var, yani %98 kendi içinde basıyor, %2 dünyaya açıyor. Süper küçük bir pay ve ben oradan girmiş oldum. Benim için çok motive edici bir şey oldu bu. Sonra All of Us, MoMa'da (Museum of Modern Art) satılmaya başladı. Brooklyn Müzesi’ne girdi, –o yayınevi çünkü sanat tarafı ağır basan bir yayınevi– o da benim için ayrı bir motivasyon kaynağı oldu. MoMa’da kitabınız satılıyor diye paylaştılar, dedim MoMA mı? Benim?.. Bunu başkalarıyla paylaşırken bile gerçek mi diye düşündüm. İnsan bazen yazarak inandırır ya kendini, benimki de öyle oldu.
Çok güzel gerçekten! Aynı ajansla çalışmaya devam ediyorsun o halde?
Kitap yapabilirsem evet.
Yaparsın yaparsın… Gelelim illüstrasyonlarına… Instagram’da kendini kolaj sanatçısı olarak tanımlamışsın. Sana göre arada bir fark var ki öyle yazmışsın. Oradan başlayalım mı?
Ben aslında multi-disipliner bir sanatçıyım. Çok yönlü, çok farklı alanlarla ilgilenen sanatçılara deniyor. Ben ne yapıyorum; resimli kitap yazıyorum, çiziyorum, işte burada zaten iki disiplin girdi. Heykel yapıyorum. Sonra bir markam var, orada seramik üretimlerim var. Kâğıt işlerim oluyor. İki tane kişisel sergim oldu. Mesela eskiden Leonardo (da Vinci) varmış, bir oraya bir oraya bir oraya iş yaparmış, şimdi artık herkesin her şeyi yapası da geliyor. Biraz ben en iyisini yaparım durumu da var bunda tabii. O yüzden şu an daha çok multi-disipliner insan var. Sadece sanatçı olarak da değil, mesela birisi kafede çalışırken sonra gidip akşam taksicilik yapıyor, oradan gidip tiyatroda oynuyor. Aynı anda farklı sektörlerde iş üreten çok insan var. Yine zamanımızın bize verdiği o hızdan kaynaklı aslında. Ne bileyim, bir açlık belki. Eskiden 10 bin saat kuralı mı, öyle bir şey vardı. Bir şeyde 10 bin saat geçirdiğinde gerçekten başarılı olabilirsin denirdi. Kaç yıla tekabül ediyor bilmiyorum şimdi. Ben resim yapıyorum, bir yandan da kitap yapıyorum. Aslında sadece kitap yapsam daha fazla üretirim, kendimi daha geliştiririm, sadece yapı olarak onu görmeye başlarım. Mesela bir ağaca bakınca ben bunu heykel de görebilirim, kitap da görebilirim, bundan güzel bir kolaj da yaparım diye de düşünürüm tek bir alana odaklanmaktansa. Aslında kendi dikkatimi dağıtıyorum bir yandan…
Ben de öyleyim. Çok garip gelmiyor o yüzden bu anlattığın şey. Tabii konsantre olup tek bir konuda uzmanlaşan insanlar da var, ama sanıyorum günümüzde azalıyorlar senin de dediğin gibi. Bence bu bir beslenme hali ve beslenme kanallarının zengin olmasında bir problem yok, ama evet üretimin miktarını biraz kısıtladığını kabul ediyorum.
Sanki var olan bir akıştaki damarı beşe bölüyoruz.
Evet. Enerjiyi bölüyorsun bir kere her şeyden önce. Dolayısıyla belki yılda sen beş kitap yapabilecekken aslında burada da bir şey ürettiğin, orada da bir şey ürettiğin, öbürü de aklını çeldiği için üretimlerin biraz düşüyor ve konsantrasyonun dağılıyor olabilir. Ancak bu da bir üretim pratiği sonuçta.
Mesela pandemide video çekiyordum çocuklar için. Nasıl çizilir videoları. Şimdi onu artık çok nadir yapabilirim ya da yapamam, çünkü çok zamanımı alıyor, çok emek vermem gerekiyor. Onun yerine bir kitap yapayım, daha kalıcı olur diyorum. Aslında videolar da kalıcı oldu. 50 tane var. Dönüp dönüp izleyin çocuklar diyorum.
Dijital üretimlerin de var senin bir taraftan ister istemez. Dijital mi, analog mu?
Tabii her şey dijital mecburen, çünkü daha hızlı ama analoğun tadı hiçbir şeyde yok. Dijital üretiyoruz, ama burada mesela o zaman şeyi konuşabiliriz, fiyat-performans dediğimiz şey var. Türkiye için bu geçerli, belki yurtdışında yaşıyor olsaydım o zaman yılda bir tane kitap yapıp eğer on ülkeye satacaksam bunun karşılığını alabilirdim, ama Türkiye’ye bir iş yapacaksam ve bunu zaten benden 2-3 ayda teslim etmemi istiyorlarsa –özellikle bir yazarın kitabını çiziyorsak senden bunu 2-3 ayda çizmeni bekliyorlar çünkü– o zaman yapabileceğim hiçbir şey yok. Hızlı olmak zorundasın, çünkü sen de geçinmelisin, o yüzden dijitale gidiyorsun. İşte orada fiyat-performans giriyor devreye. Açıkçası, tamamen dijital yaptığımda kesinlikle içime sinmiyor. Dijital yapıp sonra evde oturup kesip kesip, onları tarayıp, yerleştirip belki süreci iki ay uzatıyorum ama yeter ki içime sinsin.
Peki, son olarak bu anlatım biçemini ve hitabı konuşurken atladığım bir konuyu da sormadan edemeyeceğim. Metinlerinde sıklıkla seci/kafiye kullanıyorsun. Metni daha eğlenceli kıldığı gerçek. Bu kendiliğinden mi gittiğin yer yoksa böyle daha iyi dediğin bir tarz mı?
Öyle çıkıyor. Şarkı gibi ya da daha tekerleme gibi, böyle biraz oynak. Ben de biraz enerjik bir tipim. Kafiye aslında daha eski kafalı gibi görülse de ben kafiyelerde eğlence görüyorum. Şu anda çok trend değil, artık çoktan geçti kafiye ama benden geçmedi. Kafiye seviyorum. Şöyle, ilk kitabım Kim Bu Gelen? sessiz bir kitaptır. O zaman daha sessiz kitabın çok adı sanı yok, ama etrafta böyle kitaplar var, ben de yazamam diye düşünüyordum o zaman, bunun üzerine tezimin sonunda bir sessiz kitap yaptım. Sonra bir yazmayı deneyeyim bakayım dedim ve Dev Havuç’u yazdım. Orada da kafiye var. Siz Hiç Bir Kitaba Sarıldınız mı?’da biraz var, Hepimiz’de var galiba. Dediğim gibi, bana daha enerjik, kıpır kıpır geliyor aslında. O yüzden yapmaya devam edeceğim.
Yolun açık olsun o zaman.
Teşekkür ederim.
Önceki Yazı

Concrete Utopia: Neo-apartman devleti
“Günümüzün modern insanı için ev, ömrünün önemli bölümünü geçirdiği, şehrin vahşi doğasından korunmak amacıyla sığınak olarak kullandığı bir 'mağara' ve korunmak/saldırmak amacıyla kullandığı bir 'kaledir'. İşte Concrete Utopia, 'mağaraların' nasıl birer “kaleye” dönüştüğünü anlatıyor.”
Sonraki Yazı

Cézanne, Zola ve bir mektup
“Émile Zola, Paul Cézanne ve Baptistin Baille sürekli birlikte olduklarından “ayrılmaz üçlü” olarak anıldılar. Sanat tarihinin en verimli ve muhteşem dostluğu olarak görülen bu arkadaşlık, edebiyat ve sanat dünyasında tartışmasız çocuk yaşta kurulmuş en değerli karşılaşmasıdır.”