Filistinli yazar Adania Shibli:
“Edebiyatın şaşırtıcı tehlikesi, yapabileceklerindedir!”
Shibli'nin Küçük Bir Ayrıntı’sı 2023 LiBeraturpreis ödülüne değer görülmüştü ancak ödülü veren kurum Litprom e. V., töreni “Hamas tarafından başlatılan savaş” nedeniyle iptal etti. Frankfurt Kitap Fuarı’nda Shibli’ye ve eserine reva görülen muamelenin sadece büyük bir hata değil, fiilen bir sansür ve yayıncılık âlemi için bir utanç kaynağı olduğunu düşünerek, Shibli ile Kıraathane'de yapılmış olan uzun söyleşinin yayınını öne alıyoruz.

Adania Shibli
Ekim ayının yedisinde, sivillerin kadın-erkek, ihtiyar-bebek demeden katledildiği hunhar saldırının hemen sonrasında, işgalci devlet, sorunun temeli olan ve yetmiş küsur yıldır kullanmaktan imtina etmediği kör şiddeti yine “tek çare” olarak sundu. Dünyanın geri kalanı da, varlığı başlı başına bir insanlık ayıbı olan Gazze’de, yani dünyanın en büyük gettosunda, ilan edilen hedefleri ve hemen alınmaya başlayan sonuçlarıyla “soykırım”dan başka kelimeyle isimlendirilmesi zor bir savaşı seyretmeye koyuldu. O ilk günlerde, Adania Shibli’yle yazışıyorduk.
Adania Shibli’nin Küçük Bir Ayrıntı romanını ilk kez üç yıl önce okudum; sonra Türkçesi 2021’de Can Yayınları tarafından, Mehmet Hakkı Suçin’in çevirisiyle yayımlandığında kitabı tekrar okuyup, üzerine K24’te bir yazı yazdım. Romanın karakterleri, mekânları, sessizliği, zulme ve insanlığa dair usulca söyledikleri bugün de zihnimde canlı. Küçük Bir Ayrıntı’nın, ilk çeyreğinin sonuna yaklaştığımız, artık pek yeni bir tarafı kalmamış olan bu yüzyılda yazılmış en iyi romanlardan biri olarak geleceğe kalacağını düşünüyorum.
Adania Shibli 1974 doğumlu, işgal altındaki Filistin topraklarında büyümüş. Bir süredir oğluyla birlikte —“şimdilik” kaydıyla— Berlin’de yaşıyor. Ailesi, arkadaşları Filistin’de. Kendisi de sık sık memleketine gidiyor, Batı Şeria ile, Gazze ile bağları güçlü. Adania’yla iki yıl önce yazışarak başlamış, ardından –kendisini 2022 sonbaharında Kıraathane’de konuk ettiğimiz günlerde– İstanbul’da yüz yüze sohbetlerle, yürüyüşlerle, yemeklerle, tartışarak, gülerek olgunlaşan bir dostluğumuz var. Gazze’nin topyekûn saldırı altında kalacağı anlaşıldığında, altı aylık bir konuk yazar programı için bulunduğu Zürih’ten birkaç günlüğüne Almanya’ya dönmüştü. Hamas’ın saldırısından hemen sonra ona Gazze’deki arkadaşlarının durumunu sordum, bana verdiği cevabın bir yerinde, meselenin sadece insanın yakınları olmadığını söylüyordu: “her bir hayatın kendisi mesele, tek bir ağacın hayatı bile…”

Sonraki günlerde, hayatları birbirine eşit görmeyen bir aklın yarattığı cehennem ateşi başladı. Ateşe, eşitsizliğe, şiddet sarmalına karşı sesler, peşinden de bu sesleri susturma çabası yükseldi. Adania ile yazışıyorduk ama Küçük Bir Ayrıntı’nın 2023 LiBeraturpreis ödülüne değer görüldüğünden hiç söz etmemişti. Ödülü veren kurum Litprom e. V., töreni “Hamas tarafından başlatılan savaş” nedeniyle iptal ettiğinde, Adania’nın bana gönderdiği mesajdan, orta yerdeki gerçek acının yanında kendisine yapılanı pek de önemli saymadığı anlaşılıyordu. Fakat ödülü veren kurumun, iptal kararının yazarın da isteğiyle alındığı açıklaması düpedüz yalandı. Tam tersine, zulme karşı hayatı ve edebiyatı savunmak için bir fırsat olabilirdi Filistinli yazarın ödül konuşması. Frankfurt Kitap Fuarı’nın bu fırsatı tepmesi, Shibli’ye ve Küçük Bir Ayrıntı’ya reva görülen muamele, sadece büyük bir hata değil, fiilen bir sansür ve yayıncılık âlemi için bir utanç. İptal kararının benzerine bugüne dek pek rastlanmamış bir tepki yaratması boşuna değil. Arapça eserlerin çevirilerine odaklanan ArabLit Quarterly dergisinin öncülüğünde, başta Küçük Bir Ayrıntı’nın Arapça ve İngilizce yayıncılarının desteğiyle, yanlışa yanlış diyen, edebiyata ve yayıncılığa sahip çıkan bir protesto metni dünyanın dört yanından yayıncıların, edebiyatçıların imzasıyla yayınlandı. İlk başta 350 imzayla duyurulan metin, birkaç gün içinde, Annie Ernaux, Abdulrazak Gurnah, Olga Tokarczuk gibi Nobelli yazarların da desteğiyle 1200 imzaya ulaştı.
Adania Shibli ile neredeyse bir yıl önce, 2 Kasım 2022 akşamı, Kıraathane İstanbul Edebiyat Evi’nde konukların önünde yaptığımız geniş sohbeti burada ilk kez yayımlıyoruz. Okurlarının Shibli’yi daha iyi tanımasına yardımcı olacağını umduğum bu ikili konuşmaya, bir aşamada Mehmet Hakkı Suçin de katılmış, ardından Shibli Küçük Bir Ayrıntı’nın Arapçasından, Suçin de Türkçesinden birkaç sayfa okumuşlar ve sohbet konukların sorularıyla genişlemişti. Shibli, görüntülerinin siber uzayda dolaşmasını sevmeyen bir yazar. Sohbetin videosunu bu nedenle Kıraathane arşivinde tutup yayına açmadık, metnini ise K24’te hazırladığımız “Arapça Edebiyat” dosyasında değerlendirmeyi planlamıştık. Savaş ve sansür nedeniyle sohbetin yayınını öne aldık.
Hayatınızla başlayalım: Bize doğduğunuz evi, ortamı, çevreyi anlatır mısınız? Hatırladığınız en eski şeyler, ilk anılarınız neler?
Yazmaya başladığıma göre, içine doğduğum ortamın olabilecek en sıkıcı ortam olduğunu tahmin edebilirsiniz. Tatminkâr bir hayatınız olmayınca hayal gücünüze daha fazla sığınıyorsunuz. Filistin her zaman hayal gücünü tetikleyen bir yer olmuştur; size fantezilere özgü bir âlem sunduğu için değil, orada olmayan şeyler yüzünden, noksanlıklar yüzünden böyledir bu. Sürekli hissettiğiniz bir yokluk vardır, durmadan yarım-hikâyelerle karşılaşırsınız. Ben Nekbe’yi tecrübe etmiş, Filistinliler tarafından “Nekbe” yani “felaket” olarak algılanan 1948 savaşını yaşamış bir anne-babanın çocuğuyum. O sırada on altı ve on sekiz yaşındalarmış.
Nekbe, yani 800 bin Filistinli’nin yurdundan edildiği, köylerinin yakıldığı, Filistinlilerin kendi topraklarında mülteci durumuna düşürüldüğü felaket…
Evet ve bu bir ulus-devletin kurulma sürecinin, İsrail’in ulus-devlet olarak kuruluşunun bir parçası. Dolayısıyla, inşa edilen bir anlatı söz konusu. Ve tabii, bu anlatı bir yerde, bir mekânda inşa ediliyor. İsrail yerleşimlerinin inşa edildiğini gözlerinizle görüyorsunuz.
1970’lerde, çocukluğunuz nerede geçti? Soyadınız Shibli, sanırım ailenizin köyünün de adı… Siz de o köyde miydiniz?
1970’leri o kadar hatırlamıyorum, daha ziyade 1980’ler… Ve köy işi biraz karışık, çünkü aslında orası bize ait değildi. Ama şimdi bunun ayrıntısına girersem çıkamayız, çocukluğumun hikâyesini anlatabilmem için 500 yıl öncesinden başlamam gerekir! Sizi buna maruz bırakmayacağım… (Gülüyor.) Ama şunu anlatayım: Bizim köyün arka tarafından bir İsrail yerleşimi görülürdü ve biz oraya “Meshe” derdik, köyün İbranice adı ise “Kfar Tavor”du. En baştan itibaren benim için böyle nerdeyse bir çift-dil durumu söz konusuydu. Bizim köyden o köye bir yol uzanırdı, insanlar iki köy arasındaki tarlalara gidip gelirlerdi. Tabii iki köy arasında bir benzemezlik de vardı. Eskiden adı “Meshe” olan bu köy şimdi ne olmuştu ve biz niye oradan İbranice adıyla söz etmiyorduk? Bu soru orta yerde duruyordu.

Bir yerleşim var, o yerleşimin İbranice bir adı var, o köyün eski Arapça adının hikâyesini ise kimse size anlatmıyor. Size de çocuk aklınızda birtakım fanteziler kurmak kalıyor. Anne babanızı bu konuda soru yağmuruna tutsanız da, onlar sessiz kalmayı tercih ediyorlar, sanki konuştukları anda o köyü terk etmeye zorlananların kaderinin sizin de kaderiniz olmasından korkuyorlarmış gibi. Bu, Şehrazad’ın hikâyesinin tam tersi bir bakıma. Şehrazad malum, hayatta kalabilmek için sürekli konuşur. Orada ise insanlar, yaşamaya devam etmelerinin ilk şartı buymuşçasına sessizliğe gömülüyorlardı. Siz de bu sessizliğin içine, anlatıların olmadığı bir ortama doğuyordunuz. Bunun benim üzerimde çok belirleyici bir etkisi olduğunu düşünüyorum.
Dilin olmadığı, ya da en azından dilin ayrıntılı anlatımlar için kullanılmadığı bir yerdesiniz, o zaman size ne kalıyor? Ben de hayal etmeye, anlatılar kurgulamaya başladım okuma-yazmayı öğrenir öğrenmez. Aslında yazı yazmayı öğrenen herkes yazar olur sanıyordum. Ahşabı kesmeyi öğrenince marangoz olmakla aynı şey gibi geliyordu bana yazmayı öğrenen birinin yazar olması. Bir bakıma, oradaki yokluğu, noksanlıkları yazarak doldurmaya çalışıyordum. Üstelik ben en küçük çocuktum, ablalarım da çok kötüydüler, benimle oynamayı hep reddediyorlardı.
Büyük bir aile miydiniz?
Çok kalabalıktık ama ailenin bir arada yaşayan kısmı olarak biz dört çocuktuk, en gençleri de benden dört yaş büyüktü. “Sen kimsin ki bizimle oynayacaksın” gibi bir tavırla karşılaştığım için, bana sadece kitaplar kalıyordu. Dilin yokluğuyla, kelimelerin yokluğuyla birlikte… Mesela annemle babam bizi köylere yollarlardı, gidip birtakım otlar ve meyveler toplamamızı isterlerdi. Bunlar yıkılmış, boşaltılmış köylerdi ama oralarda hâlâ bazı bitkilerle ağaçlar yaşıyordu. Adeta o köylere gitmemiz ve o ağaçlara bakmamız, ihtimam göstermemiz gerekiyordu; sahipsiz kalmış zeytin ağaçları, üzüm bağları, incir ağaçları vardı. Ve şunu bilirdik: “Mültecilerin bağları bunlar…” Ama mülteci olmanın ne demek olduğunu bilmiyor, anlamıyorduk.
“FİLİSTİN HER ZAMAN HAYAL GÜCÜNÜ TETİKLEYEN BİR YER OLMUŞTUR; SİZE FANTEZİLERE ÖZGÜ BİR ÂLEM SUNDUĞU İÇİN DEĞİL, ORADA OLMAYAN ŞEYLER YÜZÜNDEN, NOKSANLIKLAR YÜZÜNDEN BÖYLEDİR BU.”
Gittiğimiz bu köylerin adları El-Şecere, Lubya ve Beisan’dı. Oysa yoldaki tabelalarda bu isimleri hiç görmezdik, köylerin girişinde başka kelimeler yazardı. Tam bir kayıp olgusu söz konusuydu. Dolayısıyla, dille aramızda ters bir ilişki kuruluyordu. Bize dilin işlevi, malum imleyenle imlenenin ilişkisi üzerinden öğretilir, fakat o zamanlar karşılaştığımız bu yeni isimlerin neyi imlediğini anlamak mümkün değildi. Neden bu isimlerin değiştirildiği de anlatılmıyordu çocukken. Bu boşluğu hayal gücümüzle doldurmak kalıyordu bize.
Sessizlikten ve kayıptan söz ettiniz, her iki olgu da edebiyatınızda belirleyici. Küçük Bir Ayrıntı romanı üzerine konuşurken buna değineceğiz. Şimdi bana daha önce anlattığınız bir anıya getirmek istiyorum sözü: Çocukken iyi bir okur olduğunuz, Rus klasiklerini okuduğunuz o günlerde bir anda elektrikler kesilince ne oluyordu?
Evet, bu harika bir andı. Sovyet döneminde çok önemli bir Arap yayınevi vardı, birçok Rus klasiğinin çevirisini basmışlardı. Biz de “bu olabileceklerin en iyisi” diye düşünüp, sefil çocukluğumuzu Dostoyevski ve Tolstoy okuyarak geçiriyorduk. “Dünyadaki en iyi şey bu” diyorduk. Annem okuma-yazma bilmiyordu, bizim bu müthiş zevkimizden mahrumdu. Evimize girince büyük bir sessizlikle karşılaşırdınız, sadece bir-iki dakikada bir sayfa çevrildiğince çıkan kâğıt hışırtısını duyardınız. Fakat elektrik kesintileri oluyordu ve ışıklar sönüp de okuyamadığımızda ne yapacağımızı şaşırıyorduk. İşte o zaman annem devreye girerdi, hikâyeler uydurup anlatırdı. Böylece edebiyatın yazılı bir şey olmasının şart olmadığını sezmeye başladım; annemin olağanüstü bir hikâye anlatıcısı olduğunu keşfettim; ayrıca ne berbat bir anlatıcı olduğumu da kavradım; anlatıda süreklilik kuramaz, hep bir şeyleri unutup en başa dönerdim. Oysa annem mükemmel bir akışla, bizim yaramazlıklarımızı, onu kızdıran huylarımızı da işin içine katarak uydurduğu hikâyeleri hiç kesintisiz anlatabiliyordu. Yaramazlığınızın hikâyesini dinlediğinizde, “Bir daha asla yapmam” diyordunuz.
Küçük yaşta anlatı sanatının inceliğine sahip olmadığımı anlamak beni yazmaya yöneltti belki de. Yazar olmak istediğimi de, bugün yazar olduğumu da söyleyemem; sadece yazıyorum, şu anda yaptığım şey yazmak, sonra ne olur bilmem. Fakat anlatının imkânsızlığı ve sessizliğin nasıl başlı başına bir anlatı oluşturabildiği önemli hale gelmişti benim için. Dilin olmamasından ve bir anlamda bunun güvenli bir alan yaratmasından söz ediyorum, çünkü büyürken nerdeyse bir dil keşmekeşinin içindeydim, bu dil vardı, bir de şu dil vardı, ve belli bir dilin birçok yerde yasaklanması da söz konusuydu, velhasıl dil çok dikenli bir şeydi. Dili öyle gelişigüzel kullanıyor değildik, dile büyük bir ihtiyatla yaklaşır olmuştuk. Belki de beni bu romanı yazmaya götüren şey buydu, bu koşullardan nasıl bir anlatı çıkabileceğini araştırmaktı.
Sizden dinlediğim başka bir anekdota da değinmek istiyorum. Zira kişiliğinizi, duruşunuzu tanımaya yardımcı bence. Bir İsrail kurumunda sinema eğitimi alırken üzerinde çalıştığınız film projesini, neler olduğunu anlatır mısınız?
Evet, yazar olmadığımı söylemiştim ya demin, gençken yazmamak, yazar olmamak, yazmaya odaklanmamak gayretim sürerken, sinema yapmaya merak sarmıştım. Filistin’de sinema eğitimi almanın tek yolu vardı; Kudüs’teki Sam Spiegel adlı o çok ünlü okula gitmek. Bu, Sam Spiegel adının da ima ettiği üzere gayet Hollywood yönelimli bir yerdi. Ben yine de orada deneysel sinema yapmanın bir yolunu bulacağımı düşünüyordum. Aslında illaki deneysel sinema yapma derdim de yoktu, benim için mesele yine anlatıydı, kendi ait olduğum ortama uygun bir anlatı biçimi aramaktı. Bir başlangıcı, bir gelişimi ve bir sonu olan anlatı yapısını, kendime, varolduğum yere çok yabancı buluyordum. Ben parçalanmış, kırılmış, dili yaralı bereli bir yerde varoluyordum. O pek düzenli anlatıların üstesinden annem gelebiliyordu belki, ama ben bunu yapamıyordum.
“ASLINDA YAZI YAZMAYI ÖĞRENEN HERKES YAZAR OLUR SANIYORDUM. AHŞABI KESMEYİ ÖĞRENİNCE MARANGOZ OLMAKLA AYNI ŞEY GİBİ GELİYORDU BANA YAZMAYI ÖĞRENEN BİRİNİN YAZAR OLMASI.”
Sinema okuluna girdiğimde sadece sinema üslubundan kaynaklı bir yabancılaşma değil, dilden kaynaklı bir yabancılaşma da yaşadım, çünkü eğitim dili İbraniceydi. Öte yandan, başkaları sizin dilinizi konuşmadığında canınız ne isterse yapabiliyorsunuz, nasıl olsa ne dediğinizi anlamıyorlar! Sıra bitirme projeme gelmişti, beni yapmaya zorladıkları şeyden nefret ediyordum. Ben de intikamımı almaya karar verdim, fakat bu dilsel bir intikam olacaktı. 16 mm filmle çekim yapıyorduk ve sesle görüntünün ayrı ayrı kaydedildiği zamanlardı. Ben de senkronu bozuk bir film yaptım. İsrail’in önemli sinemacılarından, senaristlerinden oluşan bir komiteye sunuluyordu projelerimiz. Sıra bana geldiğinde, kurul üyeleri “nihayet bir Filistinli’nin filmi izlenecek, bu sayede sinema adına nihayet doğru bir şey yapılmış olacak” havasındaydılar. Filmimi gösterdim, senkronize değildi, insanların önce dudakları oynuyor, sesleri birkaç saniye sonra duyuluyordu. Beni uyardılar, “Bir hata var burada, senkron bozuk” dediler. Ben de “Boşverin, izleyin gitsin, nasıl olsa Arapça anlamıyorsunuz” dedim. Tabii birdenbire “Sen ne diyorsun”a, “Bu ne kabalık”a geldi iş. Film okulundan atıldım. Sinema kariyerim böylece bitti! (Gülüyor…)
“Senkron sorunu”, dile yabancılaşma, her yerin iki ismi olması… Bunlar Küçük Bir Ayrıntı romanınızın da yapıtaşları. Bu kitabı yazmak on iki yılınızı almış. Uzun bir süre. Yanlış hesaplamadıysam otuz yaşında yazmaya başlamışsınız. Otuzunuzdan kırk iki yaşınıza uzanan yazma sürecinde siz nasıl değiştiniz, onu merak ediyorum. Bu metin sizi nasıl değiştirdi?

Küçük Bir Ayrıntı
çev. Mehmet Hakkı Suçin
Can Yayınları
Eylül 2021-Şubat 2022
3. baskı
104 s.
Aslında gerçekten de çok değiştirdi. Bütün bu konuştuklarımızdan sonra yazmaya nasıl karar verdiğimi de belki anlatmalıyım. Zira yazmak bir şekilde bana yaşamayı öğretiyor, nasıl yaşayacağımı bana gösteriyor. Bir metin yazmak, o metinle birlikte yaşamak anlamına geliyor benim için. Bu kitapta da ben mi metni değiştiriyordum, metin mi beni değiştiriyordu tam bilmiyorum, fakat anlatı zaman içinde farklılaştı. Süreç sadece yazmaktan değil, aynı zamanda silmekten oluşan bir süreçti. Romanın ikinci bölümü çok sonra yazıldı, çünkü ilk bölümle çok uzun süre boğuştum. İlk bölümde başlangıç, gelişme, sonuç diye devam eden lineer bir anlatım söz konusu ki, bu benim ustalaşamadığım bir şey.
Pek sevmediğiniz bir şey…
Evet, bu yapıyı sevmiyorum. Aslında roman bir fıkra sayesinde başladı. Çünkü herkes, katliamla ilgili bir haberi okudum ve romanı yazmaya öyle karar verdim sanıyor. Öyle değil. Bir masadan da, bir sandalyeden de, bir katliamdan da bir anlatı çıkarabilirsiniz. Oysa her şey bir fıkrayla başladı benim için. O fıkrayı anlatmamı ister misiniz?
Elbette, lütfen anlatın.
Kekeme bir adam bir gün otobüse binerken şoföre sormuş: “Bi-bi-bi-le-le-let ka-ka-kaç pa-pa-pa-ra?” Otobüs şoförü de cevap vermiş: “İ-i-i-ki-ki-ki av-av-av-ro-ro-ro.” Adam parayı ödemiş, biletini almış, gidip bir yere oturmuş. Sonra başka biri otobüse binmiş, “Merhaba, bilet ne kadar?” demiş. Otobüs şoförü de cevap vermiş: “İki avro.” Bunu duyan kekeme yolcu öfkeyle ön tarafa gelip, şoföre çıkışmış: “Si-siz be-be-nim-le-le da-dal--ga mı-mı ge-ge-çi-yo-yor-du-du-dunuz? Şoförün cevabı: “Ha-ha-ha-yı-yır be-ben o-o-o-nu-nun-la da-dal-ga ge-ge-çi-yo-yordum.”
Bu fıkra bir yandan çok komik, bir yandan da ilk duyduğumda, “Vay be!” diye düşünmüştüm, “Kekeme biri, mükemmel konuşan biriyle dalga geçebilir mi?”
Şöyle bir fikir oluştu: Madem ben metnimde bunca kırık, bunca yaralı, bunca noksan bir dille uğraşıyorum, o zaman acaba muktedirin anlatısal yapısını da taklit edebilir miyim? Yani kekeme biri olarak, mükemmel konuşan birinin taklidini yapabilir miyim? Romanı yazmaya başlarken benim için bir saplantıya dönüşmüştü bu. Hiçbir zaman ustası olamayacağım bir şeyde ustalaşmak istiyordum. Mücadelesini verdiğim şey buydu, bu yüzden de bunca uzun zaman aldı yazmak. Kekelememek için özel bir eğitimden geçmek gibiydi. Fakat sonra kekemeler gelip kendi haklarını talep ettiler… Ve ikinci bölüm böyle doğdu.
Lineer, geleneksel anlatım tarzını fazla sınırlayıcı mı buluyorsunuz?
Evet, adeta dışarda durmayı tercih ediyormuşsunuz gibi oluyor, anlatıcı hikâyenin içinde olsa bile bir dışsallık iddiası oluyor, bir muktedir pozisyonu oluyor. Bense tam tersine, mümkün olduğunca diğer ihtimalleri keşfetmeye, muktedir bir konumdan anlatmamaya çalışıyorum. Bu yüzden de o ilk bölümü yazmak benim için bir meydan okumaydı.
Eksikliğiyle bana bu romanı çok sevdiren bir şey de, bir müellif sesin, bir otoriter sesin olmamasıydı. Siz neredeyse yoksunuz… Yani elbette yazarı olarak kitabın her şeyisiniz ama yoksunuz da.
Evet, bu konuda sizinle hemfikirim.
Metinlerinde bize kendisini sürekli hissettiren yazarlardan farklı olarak siz geridesiniz, sessizsiniz sanki. Söylenmeyen çok şey var kitapta. Bu da bana, okurlarınızın duygusal zekâsına, bağlantı kurma yeteneğine güvendiğinizi düşündürüyor. Yazmak kadar silmenin de sürecin parçası olduğunu söylediniz. Süzerek, eksilterek, yoğunlaştırarak, bir yandan minimalist olmayan, ayrıntılarla dolu, fakat lafazanlık da etmeyen, iktisatlı bir metin yaratmışsınız. İki farklı dilin yanı sıra bakış açıları, baş karakterleri çok farklı iki bölüm yazmanızın nedenini biraz daha açar mısınız? İlk bölümde öyle korkunç bir karakterle niçin bu kadar yakınlaştırdınız bizi?
Ama benim karakterimden “korkunç” diye söz etmemelisiniz ! (Gülüyor.)
Haklısınız, faili olduğu suç “korkunç” demeliyim.
Ablalarımla ilgili bir şey anlatarak cevap vereyim. Çocukken ablalarımdan biri bana çok kızmıştı, bağırdı ve vurdu bana. Ben de ona vurmak için kovalamaya başladım. O ise annemin yanına koşuyordu. Ne olduğunu anlamamıştım. Annem ikimizi de kenara çekti, “Ne oluyor?” dedi. Ablam hikâyeyi anlatmakta benden erken davrandı. Tamamen uydurma şeyler anlatıp yalan söyledi. Ben ona saldırmıştım, kurban kendisiydi. Bundan çok etkilenmiştim, “Vay be, dil bunu yapabiliyor demek ki, insanlar olup bitenle ilgili hikâye uydurabiliyor” diye hayrete düşmüştüm. Adeta dilim tutulmuştu. Ablam da, beni gösterip, “Bak, anlattıklarımın doğru olduğunu o da biliyor, cevap veremiyor” diyordu. Annem ona inandı, beni cezalandırdı. Şunu da anlamış oldum ki, olup bitenin hikâyesini anlatamamak kaybedenler arasında olmak demek her zaman. O gün haksız yere cezalandırılmak birçok başka şeyi de kavramama yardımcı oldu. Odaya kapatılıp bir başına bırakılınca çok şey keşfediyorsun.
“KEKEME BİRİ OLARAK, MÜKEMMEL KONUŞAN BİRİNİN TAKLİDİNİ YAPABİLİR MİYİM? ROMANI YAZMAYA BAŞLARKEN BENİM İÇİN BİR SAPLANTIYA DÖNÜŞMÜŞTÜ BU.”
Romanın ilk bölümündeki karakter, evet, bir İsrailli savaş komutanı ama o da nihayetinde bana gelen kelimelerle yaratılmış biri. Sorduğunuz mesele de kelimelerle ilgili, kelimelerin kurabildiği yakınlıkla ilgili, bizlerin de böyle bir suçu neredeyse işleyebileceğimizle ilgili. Bu suç bizim dışımızda işlenmiyor. Belki biz de suç işleyebiliriz, başkalarının suç saydığı ama kendimizin “suç” olarak görmediği bir edimin faili olabiliriz. Bu değişim, bizim kendi içimizde yaşadığımız bir değişim. Benliğin içinde barındırdığı iki ihtimali, muktedir olmakla güçsüz olma ihtimallerini dilin içinden araştırmak istedim. Aynı zamanda okurlara da çok güveniyorum. İkinci bölümdeki karakteri de bunun için seçtim.
İkinci bölümün baş karakteri bir kekeme…
Elbette, kekeme olmak zorundaydı! (Gülüyor.) İlk bölümün baş karakteri ise elbette kekelemiyor, onun konuşması mükemmel. Bu metne ulaşana kadar, büyülenmiş gibi kafamın içinde gezdirdiğim malzeme buydu işte. Öncesindeki hiçbir aşamada ne yazacağımı, hangi olayları anlatacağımı bilmiyordum, bu tam bir gizemdi benim için. Yazmaya başlama ânınız en zor, en riskli ama aynı zamanda insana en çekici gelen andır.
Dille aramdaki, Arap diliyle aramdaki aşktaydı bütün mesele. Bu açıdan, kitaptan gerçekten de çok memnunum. Yoksa genel olarak, belki orta beden, küçük beden, en küçük beden bir memnuniyetten söz edebiliriz. (Gülüyor.) Fakat Arap dili söz konusu olduğu için, bu dilin bu metinde yaşadığını, hatalarımın, belki yazmayı beceremediğim yerlerin içinde de yaşadığını bilmek çok önemliydi. Belki bu kadar uzun sürmesinin bir nedeni de buydu. Arap dilini çok seviyorum, ama bu dil bana o kadar da kolay vermiyor kendini. Kelimelerin bana görünmesi için saatlerce oturuyorum. Geldiklerinde de zaten birer çete üyesi gibi oluyorlar, arkadaşlarını da yanlarında getiriyorlar, kendi düzenlerini kuruyorlar. Bu tamamen bilinçdışı gerçekleşen bir süreç sanki… Yazarken hiçbir şey düşünemiyorum, öğle yemeğinde ne yiyeceğimi de düşünemiyorum. Bir işleyişe teslim oluyorum. Kelimeleri beklemekten sıkılıp süreci hızlandırmaya kalkarsam, bir yazar olarak o sürecin dışına çıkarsam, başarısızlığın başladığı an oluyor o. Bütün o sonradan sildiğim yerler hile yaptığım o anları kapsıyor, metnin ritmine saygı göstermediğim yerleri sildim.
Her sevgi ilişkisinde olduğu gibi aslında: Sevdiğiniz insanı kullanmazsınız, sevdiğim insanı 'şöyle kullanıyorum' demezsiniz, bu bir suçtur. Benim dille böyle bir ilişkim yok, dili araçsallaştıran bir ilişkim yok, Arap dilini bir şeyin aracı olarak kullanmıyorum, hayır; başlı başına bir varlık olarak geliyor bana ve içinde benim eksiklerimi, başarısızlıklarımı da barındırıyor.
Bazen masa başında oturuyorum ve bir kelimeyi hissedebiliyorum, orada olduğunu gerçekten biliyorum ama bana görünmüyor. Bu insanı delirtebilir. Tabii bir gün uyandığımda Arap dilini tamamen kaybettiğimi anlama korkusuyla da yaşıyorum. Bu korkuyu içimde taşıyorum. Bu korkunun sürekli benimle birlikte olduğunu hissediyorum. Bir insanı, çok sevdiğiniz bir şeyi ya da bir kişiyi kaybetme korkusu gibi.
Dil demişken, birkaç dil konuşuyorsunuz, Fransızca, Korece, şu andaki gibi İngilizce… Başka?
Birçok dilde kekeliyorum!
Geçen gün biri size oğlunuza Arapça öğretip öğretmediğinizi sorarken, “Anadilini biliyor mu?” dedi. Siz de, “No, not the mother tongue, the tongue” diyerek, yani Arapça “Anadili değil, bizatihi dil, esas dil” anlamına gelen bir cevap verdiniz. Sonra sizinle İstanbul sokaklarında dolaşırken sürekli, “Aaa Fasça konuşuyorlar, aa Tunusça konuşuyorlar, bunlar Ürdünlü, şunlar Saudi…” diye farklı lehçeleri işaret ettiniz bana, oysa ben o esnada hep aynı dili işittiğimi sanıyordum.
Dil konusuna hemen döneceğim ama bir parantez açıp, demin söylediğiniz şeyle ilgili okurluk deneyimimi aktarmak suretiyle romanla ilgili kısacık bir özet vereyim: Bizi faille özdeşleşmenin kıyısına getirmeniz, okuru failin bu kadar yakınında tutarak kendisinin de potansiyel bir suçlu olabileceğini hissettirmeniz çok etkili. Birinci bölümün sonunda, kendimi birine tecavüz etmiş kadar kötü hissediyordum. Failin yatak odasındasınız, günbegün onun temizlik rutinini, yatağını, bedenindeki yarayı, fiziksel acısını bilerek, hissederek okuyorsunuz ve sonuçta onunla birlikte genç bir Bedevî kadına tecavüz ediyor, kadını katlediyorsunuz. İkinci bölüm ise bu korkunç suçtan tam elli yıl sonra, günümüze çok yakın bir dönemde, genç bir Filistinli kadının o suçu araştırmasının hikâyesi…

Şimdi, Küçük Bir Ayrıntı’yı Arapçadan Türkçeye çeviren Mehmet Hakkı Suçin bu çevirisi için kendisine verilen bir ödülün töreninden çıkıp bize katılmışken, hem ona “hoş geldin” diyelim hem de sizin Arap diliyle, özellikle klasik Arapçayla olan güçlü bağınıza dönelim.
İlkokul üçüncü sınıfta, bize Arap dilini gerçek anlamda öğretmeye en klasik şiirleri okutarak başlamışlardı. Sürekli bu şiirleri ezberlememiz isteniyordu. Okul bahçesindeki oyunumuz bu ezberlerdi. Oynayacak fazla bir şeyiniz olmadığında, bu sizi büyüleyebiliyor. Bu şiirleri birbirimize tekrarlamak, son mısralarına ulaşabilmekti oyunumuz. Anlamına neredeyse hiç aldırmaksızın, değerini bilmeye başladığımız bir şeye dönüştü şiir dili. Bence bu da edebiyattı. Edebiyatla doğrudan bağ kuran, sessiz olanla, söylenmeyenle bağ kuran bir deneyimdi.
Yazarken Arapça konuşma dilimi kullanmak zorunda değilim, konuşurken de klasik Arapçayla konuşamam. İki ayrı varoluş bu. Aralarında bir ilişki var elbette. Önemli bir bağ var. Ancak bu dillerden biri sessizliğin içinde, edebiyatta var olmayı seçer, diğeri hayatın içinde yer alır. Ben sokaktaki lehçeleri yazarken taklit etmekle ilgilenmiyorum ama lehçelerin, farklı ağızların, klasik Arapçayı nasıl kırıp açabildiğiyle, klasik Arapçanın da konuşulan lehçeleri nasıl etkilediğiyle ilgiliyim.
Sözcük dizimiyle de ilgili bir yanı var bunun. İsim nerede, yüklem nerede devreye giriyor? Sorduğunuz yabancı diller konusu da buna bağlanıyor; başka diller bilmek sizin Arapçaya başka bir kapıdan girebilmenizi sağlıyor. Dün sizinle Türkçe-Arapça ilişkisi üzerine sohbet ederken, Türkçede fiilin nasıl çoğunlukla cümlenin sonunda, Arapçada ise daima başında olduğunu konuşuyorduk. İki ayrı dilin bir aradalığı söz konusu olduğunda kelimeler adeta dans etmeye başlıyorlar. Bu sayede de, dilin anlamın ötesine geçen ihtimallerini, potansiyellerini anlamaya başlıyorsunuz.
Bize öğretilen klasik Arap şiirinin dili ölü bir dil değil, bazıları klasik Arapçaya o muameleyi yapsa da, söz konusu olan Latince değil. Bazıları ise Arap dilini dinsel bir bağlamın içine oturtmaya zorluyorlar, ki bu şarkiyatçı bir bakış açısını ele veriyor. İslam diniyle Arap dilini örtüştürmek çok sorunlu bir yaklaşım. İkisi apayrı şeyler.
Küçükken okuldaki din dersinde, öğretmenimiz bize Yahudiliği, Hıristiyanlığı, Müslümanlığı anlatırken, sözünü kesip, “Hocam, İslam çok sıkıcı” demiştik. “Yahudilikte Musa kalkıp denizi yararak geçiyor, değil mi? İsa da kalkıp ölüleri diriltiyor, ekmeği balığa dönüştürüyor vesaire. Ya İslam ne yapıyor? Hiçbir şey.” Ama öğretmen bizi durdurdu, “Çocuklar,” dedi, “en büyük sihir, en büyük mucize İslam’dadır.” Mucizenin ne olduğunu sorduk. “Kur’an,” dedi öğretmen, “mucize Kur’an’ın Arapça yazılmış olmasıdır.” Biz de suratımızı ekşittik; ne yani, mucize bir kitaptan mı ibaretti? Din öğretmeni ısrarla bunun üzerinde durdu ve bir süre sonra esas mucizenin dilde olduğunu, dilin kendisinin başlı başına bir mucize olduğunu anlatmaya başladı. Düşündükçe, her ne kadar İslam, Arap dilini kendisine mal etmeye çalıştıysa da –ki Muhammed’in şiirden çok etkilenmiş biri olduğu kesin, yanında bir şairi de varmış– dilin öncelikli önemini kavrıyorsunuz.
Arap diline olan bu bağlılığınızın, dilin sizin için bu kadar merkezde olmasının, bu büyük saygınızın…
Ben Arapçaya âşığım…
… bu aşkınızın, Filistin topraklarındaki muktedirin, işgalcinin başka bir dil konuşmasıyla, Arapçanın “ötekileştirilmesiyle” bir ilgisi var mı? Böyle olduğundan emin değilim, ama sormak istedim.
İyi de, öteki olan kim? Aslında tam tersi, benim Arapça ile aramda kurulan yakınlıkla ilgili bir şey bu. İbranicenin bize nasıl öğretildiğiyle de ilgili bir şey, İbraniceyi bu dili de konuşabilelim diye öğrenmedik biz. Adeta Arapçayı öğrendiğimiz gibi, Eski Ahit’i okuyarak, kitaptan öğrendik. İbranicenin güzelliğini ve Arapçayla yakınlığını da keşfettik, ikisi de Sâmi diller malum ve Aramiceden geliyorlar. Benim Aramice bir sözlüğüm vardı ve iki dilin benzerliklerini merakla araştırırdım. Şimdi bu iki dili, tek bir varlığı ortadan ikiye ayırırcasına birbirinden ayrı tutuyorlar ama aradaki ilişkiyi linguistik açıdan düşünmenin önemine inanıyorum.
“BİR DİLE ÂŞIK OLDUĞUNUZDA, ONUN AKRABALARINI DA KEŞFEDİYORSUNUZ. DOLAYISIYLA, ‘ÖTEKİNİN DİLİ’ DİYE BİR ŞEY KALMIYOR. ÖTEKİLEŞTİRME MODERNLİKLE, SÖMÜRGECİLİKLE BİRLİKTE, HAYATA BELLİ BİR KONUMDAN BAKINCA ORTAYA ÇIKAN BİR ŞEY.”
Müthiş bir yazar vardır, son derece ırkçı biriydi ama gerçekten çok iyi bir yazardı. Adı Shai Agnon. Irkçıydı ve ben onun yazdığı İbranice metinlere âşıktım. Hahammış, 1930’larda Ukrayna’dan Filistin’e göç etmişti, müthiş yazıyordu. Dili olağanüstü kullanan bir ırkçı.
Bir dile âşık olduğunuzda, onun akrabalarını da keşfediyorsunuz. Dolayısıyla, “ötekinin dili” diye bir şey kalmıyor. Ötekileştirme modernlikle, sömürgecilikle birlikte, hayata belli bir konumdan bakınca ortaya çıkan bir şey.
Bunu lehçeler düzeyinde de düşünebiliriz. Mesela Suriye’ye, Lübnan’a, Filistin’e yerleşmiş olan Ermenilerin Arapçası… Ermenicede, Arapçada olduğunun aksine dilbilgisel bir cinsiyet sistemi yok sanırım. Bu yüzden, Filistin’de bir Ermeni’nin yanına oturup onun Arapça konuşmasını dinlemek olağanüstü etkileyicidir benim için. Dille oynanması ve dilin en deneysel biçimde kullanılması gibidir bu. Tabii, “Benim dilimi bozuyorlar, oysa kurallarına uyup mükemmel konuşmalılar” gibi bir şey söylemiyorum. Tam tersine, dille ne isterseniz yapabilirsiniz demek istiyorum. Bence bu yaklaşım da “öteki” kavramını, “ötekileştirmeyi” dışta bırakıyor, farklı ihtimallere kapıyı açık tutuyor.
Oyunlarınızı maalesef okumadım. Konuşma dilini orada nasıl kullandığınızı merak ettim.
Ah, oyunlarımı İngilizce yazdım aslında, çünkü diyalogları Arapça yazmayı başaramadım.
Mehmet Hakkı Suçin – Burada ben de Adania’nın Arapça kullanımıyla ilgili bir şey söylemek istiyorum. Arapça metinlerindeki dil çok güçlü ve bazen cümleleri çılgınca uzatıp dolambaçlı kılıyor.
Kusuruma bakmayın! (Gülüyor.)
Mehmet Hakkı Suçin – Fakat aynı zamanda, konuşma dilini de, aslında sokakta konuşulan kelimelerin kendisini değil ama konuşma dilinin mantığını modern standart Arapçaya katıyorsunuz. Yazdığınız metin modern standart Arapça bir metin olsa da, sayfadan konuşulan dilin kokusu geliyor. Bu da metni dinamik kılıyor. Kur’an’ın diliyle, ya da eski dille yazsanız, bu dinamizmi sağlayamazsınız.
Farklı kelimelerin birbirleriyle kurdukları ilişki etkiliyor beni. Arapça bazen “hazır halde” de gelebilir size. Fakat bu parçalanmış haliyle geldiğinde, aradaki o ilişkiler çeşitleniyor. Çeviriden söz edecek olursak… Mesela Eski ve Yeni Ahit’in en mükemmel Arapça tercümesi 19. yüzyılın sonunda yapılmıştı. Olağanüstü güzeldir. Tabii oturup okursanız kâbuslar görürsünüz ama dili mükemmel bir metindir. Çevirenler dindar değillerdi ama ikisi de şairdi, bu şiirselliği metne taşımışlardı. Bu tercüme, modern Arapça tarihinde önemli bir an’ı oluşturdu.
Mehmet Hakkı Suçin – Evet. Necip Mahfuz da bunu yapıyordu, onun standart Arapçasını okurken, metinde aynı zamanda dilin samimiyetini, mahremiyetini hissediyordunuz.
Yasemin Çongar – Arapçasını okuyamasam da, Küçük Bir Ayrıntı’nın çevirilerinde de bu mahremiyet duygusunun okura geçtiğini söyleyebilirim. Deneyselliğini yüzünüze çarpmayan akıcı bir metne kendinizi kaptırmış okurken, bir anda az öncekinden bambaşka bir karakterin zihninin içinde kendinizi bulabildiğiniz, farklı karakterlerin mahremine girdiğiniz bir roman bu. Romanın ikinci bölümünün baş karakteri olan Filistinli genç kadının kekeme olduğunu söylemiştik; ruhsal sıkıntıları, saplantıları olan, zorluk çeken biri, ilk anda hemen kendinizi özdeşleştirebileceğiniz bir tip değil. İlk bölümün baş karakteri gibi onun da nevrozlarını, hastalıklı yanlarını, zihinsel zorluklarını görüyoruz. Olabilecek en güvenilir anlatıcı değil sanki bu karakterler ve biz yine otoriter sesin eksikliğini, sessizliğe yer açıldığını hissediyoruz. Coetzee’nin kitabınızla ilgili bir övgü cümlesi var. Diyor ki, “Shibli romandaki temel olayı, Bedevî bir kadının tecavüze uğrayıp öldürülmesini, aklı tamamen kendisiyle meşgul iki anlatıcıya, İsrailli bir psikopat ile otizm spektrumundaki bir Filistinli amatör detektife emanet etmekle kumar oynamış.” Katılıyor musunuz, bu iki baş karakterin perspektifinden yazmak bir kumar mıydı?
Biliyor musunuz, ben Coetzee’yi çok seviyorum, o ne derse odur. “Bu kötü bir kitap” deseydi bile haklı olurdu. Onunla tartışacak değilim. (Gülüyor.)
Sessizlikle birlikte “kayıp duygusu”ndan da söz etmiştiniz. İkinci bölümde Filistinli kadın karakter seyahat ederken bu duygu çok yoğunlaşıyor; eskiden orada olan, şimdi bazılarının izi bile kalmayan köylerin işaretlendiği eski bir Filistin haritası var kadının elinde, çevresinde ise hep yeni İbranice adları görüyor. Arapça isimli onlarca Filistin köyünün olduğu geniş bir alanda şimdi sadece “Kanada Parkı” adı verilen bir yer var. Bu tabii bize çok tanıdık gelen bir şey; Ermeni köylerinin yok edilmesini, yerleşimlerine çökülmesini, Kürt köylerine yapılanları, yok edilen Rum mirasını düşününce… Bu değişimi, bu kaybı, bize Filistin tarihinin elli yıllık bir diliminde gösteriyorsunuz, fakat bu herhangi bir yer de olabilir aslında. Okurken çölde ilerliyorsunuz, Filistin’desiniz ama ben o esnada mesela Kürdistan’da da olabileceğimi düşündüm. Siz yazarken Filistin’in kaderini, anlatısını, ulusal sınırın ötesine taşıyarak evrenselleştirme derdinde miydiniz?
Bence orada doğa da çok önemliydi, karakterlerin doğanın kendisiyle olan ilişkisi de belirleyiciydi. Karakterler oradalar, görüyorlar, nüfuz ediyorlar, olaylara etki ediyorlar. Ama ağaçlar da orada. Ve siz bir ağaca, “Ne oldu, ne gördün?” diyemiyorsunuz. Bir ağaçtan tanıklık etmesini nasıl bekleyebilirsiniz ki… Bahsettiğiniz Kanada Parkı’nın yanından geçiyorsunuz, o parktaki ağaçları görüyorsunuz ve dönüp onlara “Siz güzelim ağaçlar, nasıl olur da sizler burada bir suçun üstünü örtüyorsunuz?” demek aklınıza gelmiyor. Bunu hissediyorsunuz oysa. Peyzajın işbirlikçi olduğunu, suçlularla işbirliği yaptığını seziyorsunuz…
“İNSANLAR EDEBİYATI BİR DİRENİŞ ARACI, BAŞKALARINA ERİŞME ARACI GİBİ GÖREBİLİR, BUNA BİR ŞEY DİYEMEM AMA BEN MESELEYE BÖYLE BAKMIYORUM.”
Roman da bu bakışla yazılmıştı sanırım. Suç mekânları üzerine yazmayı istemiştim. Suç mekânları ve karakterlerin o mekânla ilişkileri üzerine… Filistinli kadın karakter sakarın teki, çevresinde suç mekânları olarak algıladığı yerler ona çok baskın görünüyor, onlarla nasıl başa çıkabileceğini bilmiyor. Aslında her şey onun zihninin içinde. İnsanlar olarak bizim doğaya bakışımızda, doğayla ilişkimizde aldığımız konum, bu yapaylık nasıl oluyor da aslında öyle olmasak bile bizi bir yere ait olduğumuz duygusunu verebiliyor?
Bu anıtsal mimari için de geçerli bir mesele. Bazen insanlar bir anıtı görmeye geliyor ve o anıtın önünde hissedişin bir performansını gerçekleştiriyorlar. İşte bu performativite, buradaki kurmaca benim merakımı celbediyor. Bence Filistinli kadın karakter de bu yapaylığı hissediyor, bu muhayyel anlatıyı deneyimliyor.
Bu muhayyel anlatıları ulus-devletin inşasında görüyoruz. Bir yerin bize neler anlatabileceği, bir ülkenin, bir mekânın anlamı konusunda bize anlatılan bir hikâye söz konusu oluyor ve birden o yerin hayatımızdaki önemi artıyor. Bir ulusun nasıl var olabileceğine ilişkin bir büyük anlatı kuruluyor.
Kitapta coğrafya doğası ve kurgusuyla mevcut. Bir yandan da bir yeri gösteren haritaların yapaylığını fark ediyoruz. Haritalar insanların sınırlar çizip, sonra o sınırlara uygun yaşamak zorunda kaldıkları, aptal belgeler. Dün Mimar Sinan Üniversitesi’nde Filistin sanatıyla ilgili bir konuşma yaptınız ve orada çağdaş sanatçıların, oyunbazlığı ve kurnazlığı işgalcinin zihin yapısıyla ve işgalin yarattığı gündelik sorunlarla başa çıkmak için nasıl devreye soktuklarından örnekler verdiniz. Slaytlarını gösterdiğiniz sanat eserlerinden bazılarını bilmiyordum ama aralarında çok ünlü bir tanesi vardı. Mona Hatoum’un Centre Pompidou’daki Harita adlı işi. Devasa bir dünya haritası bu ve bilyelerden müteşekkil. Sizin de konuşmanızda söylediğiniz üzere, “Bir bilyeye bir fiske vurursunuz ve bütün harita ânında değişir”. Kitapta bu değişimin tanıklığı var.
 -743770483.jpeg)
Evet, bu aynı zamanda kelimeler için de geçerli. Kitapta kelimeler de değişiyor. Aynı kelimeler hemen hemen aynı yerde elli yıl arayla söyleniyor, fakat anlamları tamamen değişmiş oluyor. Dolayısıyla kelimelerin de zaman içinde bir seyahati söz konusu.
Ulusal anlatıyı, coğrafyayı, kimliği aşma, onun ötesine geçme konusuna dönecek olursak, sizin önceki romanlarınızdan Touch’ı (Dokunuş) da okudum. Orada Sabra ve Şatilla çevresinde dönüyor hikâye. Konunun kendisi bu olmasa da.
Sabra ve Şatilla’yla kesişiyor anlatının yolları…
Katliamlar gerçekleşiyor. Siz bir Filistinli çocuğun dünyasındasınız, katliamları o dünyanın içinden algılıyorsunuz. Yine bunu hem bir Filistin hikâyesi hem de herhangi bir yerin hikâyesi gibi okudum ben. Böylesi bir terörü, bu dehşeti, böyle muazzam bir adaletsizliği ve ihlalleri anlatırken, hatta Filistin’de gündelik hayatın içindeki eşitsizlikleri, bir kontrol noktasından diğerine, bir bölgeden diğerine bin bir meşakkatle giderken yaşanan haksızlıkları anlatırken bile, içinizdeki öfkeyi aşarak bunu edebiyata dönüştürmek için gerekli sükûneti nasıl buluyorsunuz?
Öfkeden ziyade bir kırıklık, bir bozukluk hali içinde olduğumu düşünüyorum. Çünkü öfke bir duygudur ve burada aslında duygular değil söz konusu olan, içinde bulunduğunuz sistem bir insan olarak sizi deforme ediyor, bozuyor. Böyle durumlarda sanatın ve yazmanın çok daha elzem bir şey haline geldiğine inanıyorum. Bir sergiyi gezip ya da bir kitabı okuyup duygusal bir öfke duyup sonra rahat hayatınıza döndüğünüz bir burjuva faaliyeti olmaktan çıkıyor sanat. O denli elzem bir hal alıyor ki, ancak yazarak, yazma ediminin içinden ya da başka sanatsal ifade biçimlerini kullanarak kendinize başka bir varoluş ihtimali yatabiliyorsunuz. Bu açıdan yazmak benim için varoluşsal bir edim. Yararını, işlevini düşündüğüm bir şey değil, işlev ötesi bir yeri var. Size var olmayı öğretiyor. Benim özelimde bazen nasıl yaşayacağımı keşfetmemi de sağlıyor. Yıkılan, parçalanan bir insanlığı nasıl o enkazdan çekip çıkarabileceğimi keşfetmeme yardım ediyor.
“BEN BİR KİTABI OKURKEN KENDİMİ ONU YAZIYORMUŞ GİBİ DE HİSSEDERİM. OKUMAKLA YAZMAK BİRBİRİNDEN ÇOK NET AYRILABİLECEK SÜREÇLER DEĞİL.”
Gazze’deki duruma bakın. Gazze yazarlarla, sanatçılarla dolup taşan bir yer. Geçenlerde bir öykü yarışmasının seçici kurulundaydım; son değerlendirmeye kalan yetmiş iki öykü vardı, bunlardan diyelim ki elli beşi Gazze’dendi. Gazze’deki sanat ortamı da öyle, çok üretken. Çünkü aslında sanat yapacak sükûneti bulmak değil mesele, onlar için o ortamın içinde hayatın kendisini bulabilme, yaşayabilme meselesi sanat.
Filistin’de şu anda hâlâ yayımlanan tek edebiyat dergisi Gazze’de çıkıyor. Üç genç çıkarıyor dergiyi. Adı Yirmi Sekiz. Arapçadaki yirmi sekiz harfe atıf yapıyor. O gençler, Arap diyarının farklı bölgelerinden yazarlarla irtibat kurarak hazırlıyorlar dergiyi.
Buna “strateji” demek istemiyorum, ama edebiyat handiyse bir “hayatta kalma stratejisi” ya da daha doğru kelimeyle bir “hayatta kalma biçimi” o zaman…
Hayır, strateji kelimesini kullanamazsınız. Bu bazı insanlar için hayatta kalmanın tek yolu. Bazen Filistinlilerin çıldırmanın kıyısında olduklarını düşünmek de mümkün. 2000 yılında, basında çalışırken, bir gazeteci grubuyla birlikte arabayla Nablus’tan geçiyorduk. Nablus, şehri yıkan buldozerlerin işgali altındaydı. Gazeteciler de bunu görüntülemek için oradaydı. Bütün o yıkımın ortasında bir adam gördük, yıkılan binalara sırtını dönmüş oturmuş, bir kaldırımın kenarını elleriyle, minik hareketlerle onarmaya uğraşıyordu.
Benim için de durum bu. Yıkılmış bir dünyada kendi köşemde yazıyorum.

Bize dün slaytlarını gösterdiğiniz sanat eserleri, performans ve yerleştirmelerde mizahın kullanımıyla, oyunlarla muktedirin yaptıklarının saçmalığını göz önüne seren, yapılanlarla, iktidarın yaptıklarıyla adeta alay eden işler vardı. Sharif Waked’in Chicpoint adlı videosu mesela, İsrail’in kontrol noktalarında Filistinlilerin tabi tutulduğu aşağılamaya, çıplak aramalara atıfla, kontrol noktaları için tasarlanmış kıyafetlerden oluşan bir defile sunuyor bize. Muktedirin yaptıklarının saçmalığını gösteriyor, onu gülünç duruma düşürerek bir anlamda kendisini güçlü kılıyor. O videonun, izlediğim anda bana moral veren, güçlendirici, cesaretlendirici bir yönü var. Sizce edebiyat bunu yapabilir mi, yapmalı mı?
Bilmiyorum. Bunu yapma hevesinden uzak durmaya çalışıyorum, çünkü edebiyatı gerçekten bir araç olarak görmüyorum. Tabii insanlar edebiyatı bir direniş aracı, başkalarına erişme aracı gibi görebilir, buna bir şey diyemem ama ben meseleye böyle bakmıyorum. Bazı terimlerin manipülasyonundan da çekiniyorum doğrusu. Çünkü bunlar özünde aşktan yoksun olan yaklaşımlar. Aşk derken de, yine bu sınırlandırılmış burjuva anlamından, aile sevgisinden ya da birine âşık olmaktan söz etmiyorum. Aşktan politik ve edebi bir eylem olarak söz ediyorum. Bir metinle ilişkinizden, o metnin değişme ve değiştirme potansiyelinden söz ediyorum. Çocukken klasik Rus romanlarını okurken o karakterlerin benim için capcanlı olması gibi bir şey bu, pencereyi açsam onları görecektim sanki. Arkadaşlarım kızardı ben böyle deyince, “Bizim burada atlarımız yok ki” derlerdi. Attan bahseden mi vardı!
Ama edebiyatın şaşırtıcı tehlikesi de burada, yapabileceklerindedir. Beklenmedik, planlanmayan bir dönüşüm yaratabilmesindedir. Bence kitaplar böyle karşılaşma noktalarıdır, yazan biriyle okuyan birinin karşılaştığı yerdir. Ben bir kitabı okurken kendimi onu yazıyormuş gibi de hissederim. Okumakla yazmak birbirinden çok net ayrılabilecek süreçler değil.
Bu romanda ve diğer metinlerinizde bir tarihin, muazzam politik gelişmelerin bilgisini açığa vurarak kuruyorsunuz anlatınızı. Politik bir yazarsınız ama politik misyon üstlenmiyorsunuz. Mesela Filistin devletinin kurulmasını kendinize dava edinmiş değilsiniz. Daha ziyade, hayatın içindeki adaletsizliğe karşı yazdığınızı söyleyebilir miyiz?
Ya da dilin içindeki adaletsizliğe karşı yazıyorum diyelim.
Önceki Yazı

Haftanın kitapları – 43
K24'te haftanın vitrini... Yeni çıkan, yeni baskısı yapılan, yayınevleri tarafından bize gönderilen, dikkatimizi çeken; okumak ve üzerine yazmak için ayırdığımız bazı kitaplar: Aklımdaki Diyarlar / Ben Feride Bu Benim Sesim / Duyguların Arşivi / Güvenlik İlkesi / Hayat için Felsefe / Mermi / Mülkiyet ve Müşterekler / Romana Bakış / Sinema ve Mimarlık / Tanrı ve Memeli Hayvanlar
Sonraki Yazı

El Conde: Şili’nin vampir kapitalizmi
“El Conde'nin, kapitalizmi ve onun işleyiş mekanizmasını, bu 'kan emici' ve emek sömürücü sistemi ideolojik ve politik olarak anlatmak üzere kullandığı metafor, vampirleşme ve vampirlik... Film, bunun somut örneği olarak Şili pratiğini (Pinochet faşizmini) gösteriyor ve kapitalist sistemin sıkıştığı koşullarda, vampitalizme başvurduğunu anlatıyor.”