Sofya Kurban’ın göç öyküleri:
Ardışık göçler, iç içe geçmiş yaşantılar
“Sofya Kurban’ın göç öykülerinde önceki kuşakların göçlerini sonraki kuşaklara anlatmalarını andıran bir yan var. Söylem düzeyinde ortak bir dünya inşa etme –gökyüzünü genişletme– çabası olarak tanımlamak mümkün bunu.”
![](/images/posts/sofya-kurbanin-goc-oykuleri-ardisik-gocler-ic-ice-gecmis-yasantilar-490181593.jpg)
Sofya Kurban
Geçen ay K24’te yayınlanan yazımda göç ve göçmenlik anlatılarının son on-on beş yılda daha çok ilgi gördüğünden söz etmiş, Güney Amerika’dan Kuzey Amerika’ya yapılan göçlerin artması ve ABD’de bu konunun siyasi iklimi, ayrışmayı belirleyen başat konulardan biri halini almasıyla edebiyat ve yayın dünyasının ilgisinin de arttığına dikkat çekmiştim. Dünyanın en çok göçmen kabul eden ülkelerinden biri de Türkiye ve burada da göçmenler konusu ülke siyasetinde giderek daha etkili bir hal alıyor. Buna rağmen Türkçe yazılmış edebi eserlerde bu konunun bu denli ilgi görmediği de ortada. Aslında bu durum pek şaşırtıcı değil. Genel eğilim göçmenlerin bir sonraki kuşağından, çift dilli edebiyatçıların bu temayla daha çok ilgilendikleri yönünde. Bu nedenle son on-yirmi yılda ebeveyniyle beraber Türkiye’ye göç etmiş çocukların ya da ebeveyni göçmen olmakla beraber Türkiye’de doğmuş olanların yetişkinlik yıllarında göçmenlik, mültecilik gibi konular üzerine eserler yazmaları beklenebilir.
Nitekim, geçtiğimiz yılın sonlarında göç ve göçmenlik halleri üzerine yazılmış öykülerden oluşan Sessizlik Çağı[1] adlı kitabı yayımlanan Sofya Kurban da Türkiye’ye 1980’de göç etmiş bir aileden geliyor. Sessizlik Çağı, Kurban’ın bu temadaki öykülerini bir araya getirdiği ikinci kitabı; 2012’de yayımlanan Göç’te[2] de göç ve göçmenlik öyküleri yer alıyordu. Sofya Kurban’ın ailesinin çok farklı ve özel bir durumu var: 1980’deki Türkiye göçü ailenin ilk göçü değil. Aile Türkiye’ye Çin’in Ching Chan (Sincan) eyaletinden gelmiş, Kurban da orada doğmuş, ama ailesi Çin’e de Rusya’daki 1917 devriminden sonra sürgün gitmiş.
Kurban’ın ailesinin yarım yüzyıl arayla yaşadığı bu iki göçün Sessizlik Çağı’nda ayrı bir önemi var. Kitapta anlatıcıların hem yaşadıkları hem de aile büyüklerinden dinledikleri göç halleri öyküleştirilmiş. Kitabın ilk öyküsünde bu çifte göç anlatılarının üzerine üçüncü bir katman daha çekildiği söylenebilir. Bu öyküde, ikinci kuşağın, ilk kuşağın kendilerine anlattığı göç hikâyelerini üçüncü kuşağa anlatması ve torunların dinledikleri bu hikâyelerdeki yaşantılara verdikleri tepkiler de işin içine giriyor. Ebeveyninden yaşadıkları göçlere ilişkin hikâyeler dinleyerek büyümüş, kendisi de çocuk yaşta göç etmek zorunda kalmış öykü anlatıcısının “Anne ile konuşmalar” başlıklı öyküdeki şu cümlesi sanırım meselenin özünü açık seçik ortaya koyuyor.
Sizin geçmişiniz nerede bitip bizimki nerede başlamıştı? (s. 10)
Anlatılan (haliyle aynı zamanda dinlenen) ve yaşanmış sürgünlük/göç hallerinin nasıl iç içe geçtiğinin aktarıldığı paragrafı biraz daha uzunca alıntılamak iyi olacak. Anlatıcı ve kardeşleri, annelerinden dinledikleri göç hikâyelerinden parçaları birbirlerine ve çocuklarına anlatmaktadırlar.
O yılları, o yolları bir araya gelip didikledikçe, her birimizde saklı kalanı birleştirdikçe çocukluğumuzun altından sizinki çıktı. Anılarınızı, o çok özlediğiniz insanlarınızı hikâyeleştirip anlatmışsınız. Gidenler, geride kalışınız, bir zamanlar sizin olanlar bize aktarıldıkça gökyüzünüz genişlemiş ve bir noktada hepimizi içine alıvermiş. Sizin geçmişiniz nerede bitip bizimki nerede başlamıştı? Nılkı’dan geçerken eşeğimizin nalı mı düşmüştü, yoksa babamın atının nalı mı? Bergeyti’nin kıyısında kim kaybolmuştu, ben mi, yoksa Sovyet’e ilk kaçış dalgasında giden kardeşin mi? (s. 10 – vurgu eklenmiştir.)
Göçmenlerin ve onların çocuklarının göç hikâyeleri anlatmaya düşkünlükleri demek ki bundandır – gökyüzünün genişlemesi, ailenin farklı ülkelerde büyümüş bireylerinin ortak ülkelerinin inşası. Evet, göç anlatıları söylem düzeyinde de olsa kuşakları ortak bir ülkede buluşturuyor. Sofya Kurban’ın Göç kitabının girişinde öykü kitaplarında alışık olmadığımız kısacık bir “Giriş” yazısı var. Göç meselesine ilişkin şu noktalara dikkat çekiliyor bu yazıda.
Göçmen kendini ait hissettiği ne varsa hepsini geride bırakıp yola çıkmış, toprağına kökleri ile sımsıkı sarılı kocaman bir ağaçken, birdenbire savrulup duran bir yaprağa dönüşmüştür artık. Geldiği bu yeni toprağa yerleşebilmek için tırnaklarıyla kazıyarak yaşam savaşı vermek zorundadır. Gelecek kaygısı o derece büyüktür ki, sadece çalışır azla yetinir. Ancak göçmenin geldiği bu yeni yere uyum sağlamak gibi bir derdi de yoktur. Kendini tanımladığı, varlığını üstüne kurduğu geçmişine, geride bıraktığı kültürüne sımsıkı yapışır kalır. Çocuklarını büyütürken de, onların içine geçmişini, dahası toprağına duyduğu özlemi, ince ince işleyerek, süsleyerek, olduğundan daha da renklendirerek yerleştirir. Böylece yaşadığı andan kopuk, melankolik bir ikinci nesil çıkıp gelir. İkinci nesil için işler zordur. Ebeveynlerine, kaybolmakta olan kültüre karşı kendini sorumlu hisseder. Geçmişten geleni yaşatmak için çabalar, bir yandan da yaşadığı yere kök salmak için didinip durur. Üçüncü nesil, o farklıdır. Buralıdır. (s. 9-10 –vurgu eklenmiştir.)
![](/images/content/Sofya Kurban-03-396291438.jpg)
Sofya Kurban’ın aktardığı bu mekanizmanın benzerini ülke içerisinde göç etmiş ailelerde de görmek mümkündür; onlarda da eski hayatlarını, memleketlerini anlatmak bir tutku halini almıştır çoğu zaman. Gelgelelim bazen de göç ağır bir suskunluk olarak durur kuşaklar arasında; aile büyükleri her şeyi anlatmazlar, sanırım anlattıklarını –Kurban’ın ifadesiyle– sonraki kuşağın içine yerleştirdiklerini sezmişlerdir; bazı yaşantılardan onları uzak, yalıtık tutmak isterler. Beri yandan kendilerine önceki kuşak tarafından ne çok “memleket” hikâyesi anlatılmış olursa olsun, sonraki kuşak için bazı boşluklar kalması da kaçınılmazdır; bunları merak ederler, ne ki sorup öğrenme imkânları kalmamıştır artık.
Sessizlik Çağı’nda, aile hikâyelerindeki böylesi kimi boşlukların farkına varılmasına dair öyküler de yer alıyor. Artık yanıt bulma şansları, imkânları kalmadığı için daha önce anlatılanlardan yola çıkarak yahut kendi deneyimlerinden eklemeler yaparak boşlukları doldurma çabalarına tanık oluyoruz; bazı öykülerde de mevcut boşlukların yeni sorularla derinleştirildiğine. Göç’ün girişindeki yazısında Kurban’ın “melankoli” derken kastettiği biraz da bu hal sanırım. Kitabın adının Sessizlik Çağı olması da bundan; önceki kuşağın gidişinin ardından artık dinleyecek hikâyeler kalmaması; sadece bu da değil, artık bir şeylerin konuşulmasının da –neredeyse– imkânsızlaşması, dillerin tutulması.
“Dışarıda annemin öldüğü gün bitiyor” mu diyecekti? Bu söz sesli olarak söylenebilir mi ki… Bir başkasına hiç söylememişti ki! Denedi, yok! Üç-beş tanıdığın yüzü daha göründü, ahizeyi bırakıp gerisingeri kanepeye döndü. (s. 19)
Sofya Kurban’ın Sessizlik Çağı’nda yer alan öykülerinde gittikleri ülkede kalamayıp yeniden yollara düşen göçmenler de az değil. Belki bu ikinci göçler zorunluluktan değil, sürgüne gitmiyorlar, ama geldikleri yerde de kalamadıkları, buraya yerleşemedikleri de ortada. Bir yerden kopup gitmek belli ki de onlar için kuşaklardır yerleşik olanlara göre daha kolaydır. Beri yandan yerleşememiş de olsalar, göç ederek geldikleri, çocuklukların geçtiği ülke yine de özlenen, dönülmek istenen bir yerdir onlar için. Öykü anlatıcılarının annelerinin, babalarının hayatlarındaki boşlukları sorguladığı öykülerdeki gibi bu öykülerde de boşluklar var, ama bu kez kişiler kendi hayatlarından, kendi çocukluklarından boşlukları doldurma çabasındalar. “Krasni Maskiva” öyküsündeki kadının sorduğu “Bu üç yıl nereye gitmişti?” sorusu durumu açıkça ortaya seriyor. Bu kadın da ailesiyle beraber çocukluğunda Çin’den Türkiye’ye, Ankara’ya gelmiştir, burada üç yıl geçirmişse de çok az şey hatırlamaktadır. Öyküde onu önce çocukluğunun geçtiği evi bulmuşken tanırız, öykünün devamındaysa bu evi aramasının hikâyesini öğreniriz. Çocukken üç yıl geçirdiği Ankara’ya bir yıl önce döndüğü halde çocukluğunun geçtiği mahalleyi arama isteğini ilk kez öykünün anlatı zamanında duymuştur. Kuşaktan kuşağa miras kalan göçmenlik hallerinin nasıl iç içe geçtiğine ilişkin bir örnek de bu öyküde karşımıza çıkıyor. Çocukluğundan hatırladığı görüntü büyükannesine aittir. Kadının Sibirya’da sürgünde olan oğlunun (anlatıcının babasının) ölüm haberini aldığı andır hatırladığı.
Sofya Kurban’ın ilk öykü kitabı Göç, aynı ailenin farklı zamanlarda başlarından geçen, aşağı yukarı kronolojik olarak sıralanmış öykülerden oluşuyor. Anlatıcının çocukluğunun geçtiği Çin yıllarından öykülerle başlıyor kitap, Mao’nun ölümünün ardından ülkeden çıkmanın mümkün olması ve Türkiye’den vize alınmasıyla düşülen yolda ailenin bir önceki sürgün yeri olan Moskova’yı ve oradaki akrabalarını ziyaretleri sırasında başlarından geçenlerle sürüyor; daha sonrasında da Türkiye yılları var. “Aşağı yukarı kronolojik olarak sıralanmış” dememse şundan; kitaptaki ilk öyküde anlatıcının yetişkinlik yıllarında Kazan’a yaptığı bir seyahat anlatılıyor, daha doğrusu o seyahatten birkaç sahne. “Kazan” başlıklı bu öykünün “Tekrar sustuk” diye başlamasını ve “Rusça konuşan bu insanlarla benim aramdaki bu biricik bağ suskunluktu” diye sona ermesini yıllar sonra yayımlanacak olan Sessizlik Çağı’nın habercisi olarak da düşünebiliriz. Anlatıcı Sovyetler Birliği’nin yıkılışından birkaç yıl sonra İstanbul’dan Kazan’a gitme imkânı bulmuş ve orada ailesiyle aynı soyadını taşıyan biriyle tanışmıştır. Ne var ki suskunluğun nedeni anlatıcının Rusçayı, adamın da Tatarcayı az bilmesi değildir; adamın sessizliği anlatıcının annesindeki suskunluğu andırmaktadır. Bu suskunluk salt aileye özgü bir hal değildir yine de, ailenin kuşaklar boyu sürgüne gönderilmiş bireylerinin artlarından kalan boşlukların, yanıtlanamamış soruların –“sessizlik zamanlarının”– sesi olsa gerektir.
Sofya Kurban’ın öykülerinde göçmenliğin farklı hallerine ilişkin yaşantılar anlatılıyor. Elbette onları göçe zorlayan nedenler de göç hikâyelerine dahil. Siyasi baskılar ve ayrımcılık ailenin bireylerini SSCB’de de, Çin’de de takip etmiştir. Göç’te bu siyasi baskılara ilişkin trajik hikâyeler de var. Bunların birinde mesela bütün ailesiyle “diğer tarafa” göç ettikten sonra “unuttuğu [bir] eşyasını almak” için geri dönen, ama tam döndüğü sırada SSCB ile Çin arasındaki sınırın kapanması nedeniyle çocuklarından on altı yıl uzak kalan Tursunay’ın hikâyesi anlatılıyor. Öykü sadece bu trajik halin anlatılmasından ibaret değil; kendisi de göçmen olan çocuğun öbür çocuklar gibi olmak, onlara benzemek arzusuyla Tursunay’la alay etmesine de tanık oluyoruz. Siyasi baskılardan söz etmekle beraber, Kurban’ın esas olarak odaklandığı mesele sürgünlüğün, göçmenliğin gündelik hayattaki bu gibi tezahürleri zaten.
Göç’teki bir başka öyküde, “Bir Sebep Söyle”deyse bir başka göçmenlik hali çıkıyor karşımıza. Anlatıcının kendisi gibi bir göçmen ailesinin ikinci kuşağından olan bir arkadaşı intihar etmiştir. Anlatıcıyla arkadaşının “ilk gençliklerinin bir parçası olan yaşlı kadınlar ve erkekler” (ilk kuşak göçmenler) toplanmış, üzgün şekilde intiharın nedenine dair ihtimallerden söz ediyorlardır. Söylenenler anlatıcıya anlamsız görünürse de bu yaşlı insanları yargılamaz. “Bu göçmen kuşların, ruhun nasıl kanadığından haberi” yoktur çünkü, “Sadece bedenin değil, ruhun da göçtüğünden, hem de insanın kendi isteğiyle bu dünyayı geride bırakabileceğinden […] bihaberdirler.”
Bir insanın ışıktan gölgeye nasıl geçtiğini sizler bilmezsiniz! Göçüp geldiğiniz bu ülkede sadece çalıştınız. Bildiğiniz tek şey çalışmak. Oysa insan ruhunun karanlık bir yüzü de vardır. (s. 103)
Başlarda alıntıladığım “melankoli” birinci kuşak için pek söz konusu değildir demek ki, mümkün de değildir, onlar için var kalmak ön plandadır, var kalıp becerebildikleri ölçüde hikâyelerini anlatmak bir de.
Kuşaktan kuşağa geçişlerin son durağınaysa Sessizlik Çağı’ndaki “Londra’da Bir Yabancı” öyküsünde rastlıyoruz. Bu öykünün anlatıcısı Londra’da yeğeniyle buluşmuştur. Anlatıcı, tipik bir Sofya Kurban öyküsü anlatıcısıdır, ikinci kuşak göçmendir, Çin’den Türkiye’ye gelmiş bir Tatar kadındır. Anlatıcının ablasıysa Türkiye’de kalmayıp bir kez daha göç edenlerdendir. Bir Özbek’le evlenip ABD’ye yerleşmiştir. Anlatıcının ablasının oğluysa, “Özbek bir baba ile Tatar bir anneden New York’ta doğ[muş, ama] kendini Türk hissetmek[tedir.]” Aynı zamanda “kendini İslâm kimliğiyle” tanımlamaktadır. Birlikte zaman geçirdikçe teyze-yeğen birbirlerini daha yakından tanırlar.
Ne o söylediği kadar tek kimlikliydi ne de ben her şeyi hoş görebiliyordum. Dünya değişmişti ve dışarıda çatışan kültürlerin izleri yatıyordu, ben ise olup biteni kavrayamıyordum. Yeğenime baktıkça avucumdan bir şeyler kayıyordu. Okuduğum 20. yüzyıl romanları bu yeni yaşam hakkında bir fikir vermiyordu. (s. 80)
Anlatıcı, yeğeninin tutum ve sözlerine tepki vermekle beraber, ondan etkilenir de. Etin helal olup olmadığını bilemeyecekleri için yeğeninin ısrarıyla sürekli Türk lokantalarına gitmekten sıkılan anlatıcı bu kez tek başına bir İtalyan lokantasına gitmiştir. Burada yeğeninin her tarafta her an var olduğuna inandığı ayrımcılıktan izler gördüğünü zannetmeye başlar. Kafası karışır; kendisine sahiden sert ve aksi mi davranıyorlardır, yoksa olağan haller midir bunlar, emin olamaz. Neyse ki lokantadan çıktığında karşılaşacağı insan, kimlik ve renk çeşitliliği onu bir parça kendine getirecektir. Bununla beraber öykü, “Keyfim biraz yerine geldi ama içim kocaman bir denizdi” cümlesiyle sonlanıyor. “Kocaman deniz” ifadesini çalkantının süreceği şeklinde yorumlama yanlısıyım, ama denizin kocaman olduğunu da gözden kaçırmamak gerek. Dünya kocaman, insanlar sürekli hareket halindeler, bir yerlerden bir yerlere göçmekteler – çalkantı bundan ötürü, ama çözüm de bir gün mümkün olacaksa buradan çıkacak, hareket halinde olmaktan, “bulanmadan donmadan akmak[tan].”[3]
Sessizlik Çağı’nın son öyküsündeyse birkaç kuşağı göç etmiş bir ailenin en genç üyelerinden birinin yurtdışından aldığı yüksek lisans kabulünü aile büyüklerine haber verememesi anlatılıyor. Aile büyükleri “gitme konusunda öylesine kırılgan[dır]lar ki… […] Onlara göre bir çıktın mı yara almadan dönmenin yolu yoktu[r], belki de dönülmezdi[r].” “Moğollar” başlıklı bu öykü de salt bu kaygıdan ibaret değil, bu kaygıyı besleyen önemli bir etmeni de kurguya dahil etmiş Sofya Kurban. Göçmenlerin yabancı olarak algılanmaları, benimsenmemeleri, yadırganmaları... Bu öyküdeki aile de Tatar, ancak bulundukları köy halkı içinse onlar “Moğol”dur ve “hak[ların]da gırla laf dolanıyor[dur].” Su yüzüne ilk anda çıkmasa da gizli, örtük ayrımcılıklar, dışlamalar, kabul etmemeler göçmenleri kuşaklar boyunca takip etmektedir.
Sofya Kurban’ın göç öykülerinde önceki kuşakların göçlerini sonraki kuşaklara anlatmalarını andıran bir yan var. Söylem düzeyinde ortak bir dünya inşa etme –gökyüzünü genişletme– çabası olarak tanımlamak mümkün bunu. Günümüzde her bir göç anlatısı, sadece aynı aileden farklı kuşakların değil, sınırlarla bölünmüş farklı coğrafyalardan insanların buluşacağı ortak bir ülkenin inşasına eklenen bir tuğla. Göçmenlerin öncesiyle sonrasıyla sınırlardan geçişlerine odaklanmış edebi metinler sadece sınırların ihlali, kaldırılması değil, aynı zamanda “sessizlik zamanlarına” da bir son verme uğraşı, dileği.
Son olarak, Sofya Kurban’ın yazı boyunca söz ettiğim iki kitabı dışında bir öykü kitabı daha bulunduğunu hatırlatmak isterim. Cebimdeki Taşlar[4] başlıklı bu kitaptaki öykülerin ortak bir izleği olmamakla beraber, birkaç öyküde Sofya Kurban sakatlık bahsine odaklanmış. Bu öyküleri de bir başka sessizliğin ihlali olarak değerlendirmek mümkün. Sakatlıklar konusundaki sessizliklerin görmezden gelme, geçiştirme halleri olmanın yanı sıra, benimsememenin, yadırgamanın “sessiz” ifadeleri olduğunun altını çizen Kurban, bu sessizliklerin aslında sessizlik olmadığına, pekâlâ konuştuğuna ve hoş şeyler söylemediğine de dikkat çekiyor.
NOTLAR:
[1] Sofya Kurban, Sessizlik Çağı, İletişim Yayınları, 2023, 95 s.
[2] Sofya Kurban, Göç, Phoenix Yayınevi, 2012, 112 s.
[3] Yaptığım gönderme anlaşılmıştır, yine de A. Kadir’in çevirisiyle Mevlana’nın bu meşhur şiirinin tamamını aktaracağım. “Her gün bir yerden göçmek ne iyi./ Her gün bir yere konmak ne güzel./ Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş./ Dünle beraber gitti, cancağızım,/ Ne kadar söz varsa düne ait./ Şimdi yeni şeyler söylemek lazım.
[4] Sofya Kurban, Cebimdeki Taşlar, Ayizi Yayınları, 2017, 118 s.
Önceki Yazı
![](/images/posts/mektuplarin-arkasinda-kalan-hayaletler-1573061800.jpg)
Mektupların arkasında kalan hayaletler
“Enis Batur, Bilge Karasu ile aralarında bir usta-çırak ilişkisi olduğunu hayli sık dile getirdi. Ancak söz konusu mektuplarda iki dostun eşit ilişkisine rastlıyoruz çoklukla. Dil konusunda birkaç zarif uyarı dışında Karasu yakın bir arkadaşlık mesafesinden sesleniyor Batur’a.”
Sonraki Yazı
![](/images/posts/bir-duygu-cikini-olarak-tanpinarin-yaz-yagmuru-719283018.jpg)
Bir duygu çıkını olarak
Tanpınar’ın Yaz Yağmuru
“Yaz Yağmuru öyküsü su, deniz ve yağmur izleklerinin baskın olduğu bir öyküdür ve daha önce arketipsel ve mitolojik boyutlarıyla pek çok çalışmada ele alınmıştır. Bense bu yazıda hatıranın ve yağmurun iç içe geçtiği bir rüya haliyle örülen öyküdeki duygu kategorilerine biraz daha yakından bakmayı hedefliyorum.”