Şirvan Erciyes:
“Yalnızca kendimizden ibaret değiliz;
bir akışın parçasıyız...”
“Benimle aynı dili konuşan, ancak çığlığımı duymayan, duymazdan gelen insanların arasında yaşadım. Aynı dili konuşmak yetmedi. Ben de dilsiz kaldım... Hâlâ umuttan söz etmek mümkün mü, emin değilim. Ancak direnmek için umutlu olmaya gerek olmadığının da farkındayım.”
Şirvan Erciyes
Şirvan Erciyes üretken bir yazar. Çalışkan desem belki daha yerinde. Eleştiri, inceleme ve denemelerine şiiri de ekledi Post Mortem’le. Çünkü şiir onun ilk sevdası ve hep elinden tuttuğu. Sesi bir itirazdan besleniyor ve anlama dair. Şiir de bu anlamı besleyen en büyük başkaldırı dili. Sevgili Şirvan ile hem şiiri hem de içinde biriken itirazları, hüznü ve aşkın dilini konuştuk.
Biz seni hep inceleme, eleştiri yazılarıyla biliriz. Birkaç şiirini de dergilerde görmüştüm. Şiir sanki hep seninle, ancak çekingen bir ortak gibi duruyor. Kim kimi cesaretlendirdi?
Sevgili Başak, evet, uzun zamandır kitaplar hakkında yazılar yazıyorum; doğal olarak beni bilenlerin aklında bu yanımla yer edindim. Post Mortem yayımlanınca bazı arkadaşlarım çok şaşırdı, yadırgayanlar da oldu. Esasen yazmaya şiirle başladım. Lise ve üniversite yıllarında yazdıklarım hâlâ defterlerde durur. Post Mortem’de yer alan şiirlerse son on beş sene içinde yazdıklarım. Yıllar boyu gizli gizli yazdığım şiirleri birkaç sene önce değerli yazar/şair arkadaşım Altay Ömer Erdoğan’a gönderdim. O beğendi ve bu dosyanın kitaplaşmasına önayak oldu.
Post Mortem
Kayıp kitaplar Yayınları
Temmuz 2025
66 s.
Çaresizliğe düştüğümde, bedenime sığamadığımda şiire koştum. Ya sevdiğim şairleri okudum ya da şiirler yazdım. Bazı sabahlar ağzımda bir dizeyle uyandım. Hayatımda kapladığı bu yere rağmen yayımlamak için bir gayret göstermedim. Nedeni tam olarak neydi, bilemiyorum açıkçası. Belki de şiirle aramdaki ilişkiyi mahrem kabul ediyordum. Kayıp Kitaplar Yayınları’nın değerli editörleri Altay Ömer Erdoğan ve Ahmet Tahta şiirlerimi kitaplaştırmak istemese, büyük ihtimalle çekinik kalmaya devam edecektim.
“Medet Ağacı” ve “Post Mortem’”deki anne ve kızla devam edelim. Biraz lanetlenmiş şiir. Şeytan tarafından rahme üflenen sözcükler. Hem bir şairin doğumu hem de şiirin, şairin “devletten kovuluşu” ve Şu’ara suresi gibi. Ancak bir Alevilik terminolojisi de var. Şirvan Erciyes şiiri kadın isyanı gibi duruyor hepsinin ortasında. Senden dinlemek isterim.
Şiir de, şair de lanetli. Lanetli olmasa, yazdıkları nedeniyle ömrünü zindanlarda geçiren ya da canından edilen şairler olmazdı. Şair kovulmuştur, sürgün edilmiştir, yersiz yurtsuzdur. Çünkü duyulmak istenmeyeni söyler, unutulsun isteneni hatırlatır. Kendimi bildim bileli gadre uğrayanın yanında yer almak istedim. Haksızlığa, ayrımcılığa karşı duyduğum tepki hayattaki yerimi, duruşumu belirledi. Güçlünün yanında konumlanmak bana göre değil. Dolayısıyla yazdıklarım bu doğrultuda şekillendi. Kişisel olanın aynı zamanda toplumsal olduğuna inanırım. O nedenle şiirlerimde kişisel izleğin toplumsal izlekle iç içe olduğunu düşünüyorum. Kişisel kırılmalar ve travmalarımız, içinde yaşadığımız toplumla doğrudan ilişkili. Yanı sıra acının ve ateşin hiç eksilmediği bir coğrafyada, çağdayız. Gerçi ne zaman acı ve ateş yoktu? Tarih insanın insana ettiklerinin korkunç örnekleriyle dolu. Ne yapacağız peki, susacak mıyız?
Erciyes
Şiirlerinde anne ve kız çocuğu imgesi iç içe. “kız doğduğuna üzülmeyecekti”, “kız o gölgeyi annesi sanırdı”, “ya annemin mezarına koyarlarsa”, “anneler bir başına yatmalı mezarda”. Böyle çok dize var, annenin çocukla, çocuğun anneyle derdi olan. Bir isyan dili, bazen serzeniş. Şair hangisine daha yakın, hangisiyle hesaplaşır?
Kız doğduğum için annem üzülüp utanmış, çünkü aileye doğan ikinci kız çocuğuymuşum. Annem de erkek kardeşleri olmadığı için boynu bükülen altı kız kardeşin en küçüğüymüş. Bu hikâyeyi dinleye dinleye büyüdüm. “Rüyada kız bebek görürsen kızgın haber alırsın” derlerdi bir de. Kadın olmayı –tüm zorluklarına rağmen– çok sevdim; dünyaya yeniden gelme şansım olsa yine kadın olmak isterim. Hal böyle olunca, kadınlık ve annelik meselesi ister istemez beni çok meşgul etti. Kavram olarak anneliğin doğru anlaşılmadığını düşünüyorum. Anneliğe yüklenen misyon, annelerin geleneği taşımada üstlendiği rol, toplumun annelere biçtiği giysi, hepsi tartışılmalı; kutsallık aylasından sıyrılmalı ilkin. Bunu hem bir evlat hem de bir anne olarak söylüyorum.
Ataerkiyle hesaplaşmak dururken anneyle hesaplaşmayı saçma bulanlar var. Ancak anne ya da babayla hesaplaşmak ataerkinin farkına varma ve karşı durma yolunda atılan ilk önemli adım kanımca.
Şiirlerde çok rastlanan bir sözcük ölüm. Senin şiirlerinde de var. Hatta halk dilinde kullanılan “ölü ölmüş” sözünü eksen almışsın. Şairlerin ölümle ilgili dertleri nedir?
Ölümlü olduğunu, her şeyin sonlu olduğunu bilerek yaşayan bir türüz. Ölümün farkındalığı ontolojik kaygılarımızın ilk nedeni. Zaten toplum olarak ölümle, yasla, ağıtla, mezar ziyaretiyle iç içeyiz. Ölümü unutmamıza izin vermeyen bir kültürde yaşıyoruz, ancak ölüm karşısında sanıldığı kadar da korku içinde değiliz. Bir yanıyla ölüm kabullenilmiş ve esasen çok da umursanmayan bir gerçekliktir. Herkes –neyse ki– bir gün ölecektir. Ölümsüz olma ya da geleceğe kalma gibi bir gayeyle yazmıyorum. Tamamen kişisel bir nedenle yazıyorum; varlığımı bir arada tutabilmek için daha iyi bir yol bilseydim okuyup yazmazdım muhtemelen. Hayatta kalabilmek için, maruz kaldığımız bu hayata tahammül edebilmek için bildiğim/bulduğum en iyi yol bu.
Kitabın adından yola çıkarak şunları da söylemek isterim; hayatta olmamız sağ olduğumuz anlamına gelmiyor bana göre. Dirim hayatı dönüştürebilecek iradeyi koyabilme becerisinde. Yakındığımız onca şeyi kabullenip oturuyorsak, kendi hayatımızı ya da toplumu daha ileriye doğru dönüştüremiyorsak, devrim yapamıyorsak bizler zaten ölüyüz. Söylediğimiz her söz de ölüm sonrasına ait. Thomas Bernhard’ın söyleşi, konuşma, mektup ve edebiyat yazılarının toplandığı Hakikatin İzinde adında bir kitabı var. Bernhard o kitabında 20. yüzyılda yaşayanlar için “Zaten artık sadece varolmayı sürdürüyoruz; yaşamıyoruz artık” der. Hayatta olmak yaşadığımız anlamına gelmiyor kısacası.
Şiirlerinde bir hesaplaşma var. Hem de derin ve toplumsal bir ret içeriyor. Öğrenilmeyen bir dilin sancısı ve isyanın Yusuf sabrı. Ancak direncin aşk halinden beslenen dizeler de bir o kadar fazla. Aşka yüklediğin anlam fotoğraflarda mı gizli?
İtirazım, öfkem, sustuğum ve yenildiğim anlar dile gelmiş olabilir dizelerimde. Bir hesaplaşma, ret, evet. Bu toplumun, kültürün belirlediği sınırlar içinde yaşamayı sevmedim. Bana giydirilen rolleri, başkalarının bulduğu yolları sevmedim. Kendi yolumu bulmak istedim, kaybolmayı göze alarak. Öğrenilmeyen dil nedir dersen Başak, ben benimle aynı dili konuşan, ancak çığlığımı duymayan, anlamayan, duymazdan gelen insanların arasında yaşadım. Aynı dili konuşmak yetmedi. Ben de dilsiz kaldım. O yüzden dili yasak olanların acısını da kendime akraba bildim. Hâlâ umuttan söz etmek mümkün mü, emin değilim. Ancak direnmek için umutlu olmaya gerek olmadığının da farkındayım.
Aşka gelince; âşık olma ya da sevebilme kudretinin doğuştan içimizde var olduğunu düşünüyorum. Yaşadığımız hayat o kudreti köreltir ya da besler. Ben bu kudreti yakan ateşi besledim, sönmesin diye küle üfledim. Her şeye karşın hayata aşkla baktım. Bazen bir buluta âşık oldum, bazen denize, yağmura, bir kitaba, şiire... Aşkın sonsuz bir ırmak gibi içimde aktığını hissettim. Bu hal âşık olunan özneden çok benimle ilgiliydi. Saçlarımın, gözlerimin rengi gibi, belirleyemediğim, kendiliğime ait bir parça. İyi ya da kötü demiyorum. İçimde buldum; önce korktum, anlamadım. Sonra kabullenip damarlarımda akmasına izin verdim.
Aşka yüklediğim anlam fotoğraflara sığmaz, taşar, ancak fotoğraflarla ilgili şunu söylemek isterim. Fotoğraf çektirmek, onları albümlere yerleştirmek ve yıllar sonra da bakamamak keder verici bir süreç bana göre. Yaşanmış ve bir daha tekrarı asla mümkün olmayacak ânın sabitlendiği fotoğraflar ait oldukları kişilere bile yabancı ve uzaktır.
Şair kadınların olması güzel. Senin şiirlerinde de kadın sesi var. Eril bir ses yok. Bu önemli bence. Sen şiirde kadın sesini yeterli buluyor musun?
Gülten Akın şiir yazmanın dişil bir eylem olduğunu her fırsatta vurgulamıştır. Ben de ona katılırım. Sustuğum/susmaya mecbur bırakıldığım yerden fışkırdı benim şiirim. Kadınlar ve tüm ötekiler şiiri canıyla, kanıyla yazdı, yazıyor.
Her ne kadar edebiyat ortamında şiirin baskın sesi eril olmuşsa da, kadınlar yazmaktan geri durmadılar. İyi ki de geri durmadılar. Ben kendi adıma şanslıyım. Cesur kadınların yazdıklarıyla beslendim, büyüdüm. Geçtiğimiz günlerde değerli yazar Pınar Kür’ün ölüm haberini aldık. Konu şiir dışına taşacak ama lise yıllarımda Asılacak Kadın’ı okumasaydım, ben ben olamazdım gibi gelir bana, ya da Duygu Asena’dan Kadının Adı Yok’u.
Şiirde kadın sesi yeterli mi diye soruyorsun sevgili Başak. Yeterli değil elbette; değerli kadın şairlerimiz var, ancak şiirde kadın sesinin daha çok duyulmasını isterim. Kadınlar yazdığında tüm yazdıklarını yaşamış muamelesi gördüğü için oto-sansür uyguluyorlar ister istemez. Kadınlar her halleriyle, yaşam alanlarıyla, duygu ve sezgileriyle edebiyatın, şiirin, hayatın içinde daha çok görülmeli.
Soyumun kadınlarının seslerini, acılarını genetik hafızamda taşıdığıma dair bir sezgi içindeyim. Yalnızca kendimizden ibaret değiliz; bir akışın parçasıyız. Babaannemden dinlediğim masallar, işittiğim sözcükler de kendiliğinden sızdı şiirlerime. Bu kitaba çalışırken onun varlığını, sevgisini derinden hissettim; özlemini de. Sen de edebiyatın ve hayatın içinde güzellikler eyleyen bir kadınsın; sana ve yazan tüm kadın dostlara selam olsun. İyi ki varlar ve yazıyorlar. Sorularına hakkıyla yanıt verebildim mi, bilemiyorum. Bana bu fırsatı sunduğun için çok teşekkür ederim.