Kuru Otlar Üstüne:
Türk sineması neden yeşermiyor?
“Son on yılda kamerayı kuruyan topraklara çeviren sinemamızın Kurak Günler’le zirveye ulaşan bakışı, bu kez malumun ilamı cinsinden aynılığın tezahürü olarak Kuru Otlar Üstüne’yle perdeye yansımış görünüyor.”

Nuray (Merve Dizdar), Samet (Deniz Celiloğlu) ve Kenan (Musab Ekici), Kuru Otlar Üstüne, 2023.
Merkezin uzağında durma hali, maruz kalınan bir zorunluluk ya da gidilmesi gereken mecburi bir görev üzerinden kodlandı sinema tarihimiz boyunca. Yani ya oralısınızdır ya da meşhur deyimle, kente bir yabancı gelir. Dışarıdan gelenin içeridekilerin dertlerine karşı kurduğu yakınlık ya da yabancılaşma sinemamızda klasik senaryo çatışma örgüsünün dinamizmini aldığı bir refleks neredeyse. Cumhuriyet’in ilk filizlendiği yıllardan bu yana yol yapılmadığı, suyun akmadığı, okulu olmayan, kimsenin işi düşmedikçe uğramadığı bu coğrafyanın ücrasına yönelik argümanlar edebiyattan sinemaya yaklaşık 100 yıldır ilham veriyor.
Susuz Yaz’dan beri suyu arayan Türk sineması için kamerayı taşraya çevirme yöneliminin hem uluslararası arenada kendine karşılık bulmuş hem de içerideki ahalide merak yaratan en popüler ismi, kuşkusuz Nuri Bilge Ceylan. İlk hafta sonunda 70 binin üzerinde gişe yaparak kendi rekorunu kıran filmi Kuru Otlar Üstüne, Ceylan sinemasındaki tartışma başlıklarını yeniden düşünmek için veriler sunmasının yanı sıra bu kez daha gözle görülür politik unsurların sıralandığı bir yapım olması hasebiyle de dikkat çekti.
Öncelikle; Nuri Bilge Ceylan’ın kariyerinin başından beri iç pazara yönelik değil de Cannes jürisinin beğenisine film üretme yaklaşımı olduğu apaçık bir gerçek. Bir Batılının gözünden Türkiye’ye, Ortadoğu’ya ve bu coğrafyanın kültürel, dinsel, ahlaki kodlarına bir bakış vaat eden bu filmografinin son halkası olan Kuru Otlar Üstüne’yi de izledikten sonra bu durum artık o kadar kendi aynılığına hapsolmuş görünüyor ki, yönetmenin bir önceki filmine bakıp bir sonrakini hayal edebiliyorsunuz.
Aile, toplum, din ve doğrudan hedef göstermese de konunun etrafından dolanan güncel siyaset üzerine benzer diyaloglarla örülü bu kendiyle çelişmeyen yapımlar serisi, dışarıdan bakılınca nasıl bir Türkiye fotoğrafı resmedilebilir düşüncesinden kareler olduğunu ilk elden ele veriyor. Yurtdışına servis edilen turistik reklam teaser’larının karşısında tabiri caizse bir “Türkiye cehennemi” algısı veren bu kareler, içeride yaşadığımız dertlerle hemhal olma sahiciliği dışında ne yazık ki Batıdan bakılınca görülmesi talep edilen “oryantalist” fotoğraflar dizisi gibi duruyor. Kadrajı her seferinde aynı manzaraya odaklanan Nuri Bilge Ceylan’ın yeni addedilen yapıtları da kendinin tekrarı olarak hep aynı noktaya sabitleniyor.
Birbirine yakın dramatik kurgu ve karakter çatışmasının farklı projelere sinmesi benzer bir sinema dili yaratırken, dışardan bakanın sanki Türkiye popülasyonunun yüzde 70’inin taşrada yaşadığını sanacağı, kara kavruk yüzlerin arasında adaptasyon sorunu çeken kentli bir yüz iliştirip Cumhuriyet’in ilk günlerinden beri süregelen anlatılarda demode kalmış kentli-köylü, aydın-cahil çatışması kurulması, araya atılan uzun tiratlarla da yine Batıdan bakıldığında Ortadoğulu entelektüellerin tartışma “topic”lerini ele veren ve bu ülkede yemek masalarında hâlâ bunlar konuşuluyor kabilinden bir resim sunan işler, aynı fabrikadan çıkmış senaryoların versiyonları gibi. Ceylan sinemasına aşina olanların Kış Uykusu, Ahlat Ağacı ve son olarak Kuru Otlar Üstüne’de çok benzeri tartışmaları yeni baştan dinlemesi sevenleri için bile bir hayal kırıklığı değilse eğer, belki gizliden gizliye bir hayranlık olarak yorumlanabilir.
Bir sanatçının yaratıcılığının ölçütü her yapıtında yeni sinema tekniklerinin keşfi ya da yeni hikâyelerin peşinde koşmaksa eğer, bu kıstas üzerinden Ceylan filmografisinin gelişimi sorgulanabilir. “Bir yönetmen her seferinde yeni bir şey yapmak zorunda mı?” diyenler için ise hep aynı noktaya temas etmenin verdiği tattan vazgeçememenin sinemasal anlatısı çekici gelebilir; tıpkı bir elmanın düşüp yuvarlanışının büyüsüne kapılanlar gibi.
Sanat sineması susuzluk mu çekiyor?
Uluslararası arenada başarı kazanan Nuri Bilge Ceylan sinemasının, Emin Alper, Özcan Alper ve benzeri yeni kuşak bağımsız yönetmenler tarafından “Nasılsa Batı’da bu tutuyor” yaklaşımıyla benimsenmesi Türk sineması için aynı hikâyenin türevlerinin tekrar tekrar doğmasına yol açmış gibi görünüyor. Ceylan’ın kendinden sonra gelenleri, kazandığı başarılar sebebiyle de onu takip eden birden çok yönetmeni etkilemediğini düşünmek yanlış olur. Sanatsal olma iddiasındaki filmlerin giderek daralan bir hikâye kurgusuna çekilmesi anlatılacak hikâye bolluğu olan bu coğrafyada neredeyse varlık içinde yokluk çektiriyor. En basitinden, nüfusunun çoğunluğunun kentlerde yaşadığı ülkede “Kentte anlatılacak hikâye mi kalmadı?” sorusu öyle sanıyorum her sinemaseverin ağzında. Son bir yılda ortaya çıkan Kurak Günler, Karanlık Gece ve Kuru Otlar Üstüne’deki ortak kesişim alanları bundan sonra üretilecek yeni yapımlar için nasıl bir ölçüt halini alacak ve daha ne kadar sinemamıza sirayet edecek, birlikte göreceğiz.

Nuray (Merve Dizdar), Samet (Deniz Celiloğlu) ve Kenan (Musab Ekici), Kuru Otlar Üstüne, 2023.
‘Arthouse’ olma iddiasındaki yapımların uluslararası festivaller için film yapma hedefi sanırım hikâye sıkıntısı olmayan bu coğrafyanın sorunlarından bambaşka renkler ve sesler üretmesine olanak tanıyacaktır diye umuyorum. Genç bir nüfusa sahip ve hemen herkesin aklında, zihninde bir senaryo, bir projeyle gezdiği bu bin bir çeşit potansiyeller ülkesinde ve hızla gelişen yeni anlatım dilleri arayışları da düşünüldüğünde yeni kapılar aralamak isteyenler için kısır bir döngüden çıkmak ne kadar zaman alır, yine sinema karar verecek.
Karlar altında bir köy okulu: İnsan da kar kadar şedit ve keskin
Ceylan’ın son çalışması Kuru Otlar Üstüne’ye gelecek olursak... Yine taşradan ilk fırsatta kaçmayı isteyen bir kentlinin, öğretmen Samet’in (Deniz Celiloğlu) hikâyesi, Türkiye tarihinin en büyük katliamı sayılabilecek 10 Ekim Ankara Garı patlamasında bir bacağını kaybeden ve militan bir ruhla politize olduğunu anladığımız Nuran (Merve Dizdar) ve Samet’in o yöreden ev arkadaşı öğretmen Kenan (Musab Ekici) üzerine şekilleniyor. Açılış sekansı Uzak filmini anımsatır bir şekilde bir yabancının elinde bavuluyla bilinmeze doğru geldiği sömestr tatili sonuyla başlayan film iki bölümde okunabilir.
Hem fotografisinden hem de sinemasından çok sevdiğini bildiğimiz kar, Ceylan’ın en büyük enstrümanı ve yine atmosferin başrolünde. Baştan sona filme eşlik eden kar bir esaret, belki uzaklarla araya kurulan bariyer. Karlar altındaki görev yaptığı köye gelen Samet için de dört yıldır geri dönülemeyen bir uzaklık sunan okul, Tatar Çölü minvalinde, hep kaçılmak istenen ama bir şeylerin engel olduğu bir çıkmazdan ibaret. Yaşamsallığın cereyan etmediği bu yerde Samet’i gizliden gizliye diri tutan, kendine bile itiraf edemeyeceği arzu nesnesi ise öğrencisi Sevim. Salt masum, saf bir öğrenci ilgisinin olmadığını anladığımız bu yaklaşımla ilgili karmaşa ise işte tam burada başlıyor.

Sevim (Ece Bağcı), Kuru Otlar Üstüne, 2023.
Ceylan’ın her filminde alttan alta işlediği kadını yalnızca erkek kodlarına hapseden ve kadınlık hallerini yalnızca “güvenilir olmayan, hafifmeşrep” bir profile indirgeyen tutumu bu kez ayyuka çıkmış görünüyor. İklimler’deki kadının nevrotik hallerinden Üç Maymun’da eşinin patronuyla birlikte olan kadına, Bir Zamanlar Anadolu’nun neredeyse mottosu olarak hafızalara kazınan; “Bir yerde bir karışıklık varsa kadına bakacaksın” repliğinden, Kış Uykusu’nun edilgen kadın profiline kadar bilinen yaklaşımında bu kez dozajı daha da artırıp en yüksek doruğa varıyor. Gizleyemediği öfkesini ya da nefretini bu kez en temel insani hallerin başladığı 13-14 yaşlarında ilk hissedilen duygular üzerinden sunuyor Ceylan. Kimilerine cesurca gelebilecek bu çetrefilli konuyu saf bir hissiyat olmaktan çıkarıp libidinal bir güdüyle “Kadın hangi yaşta olursa olsun böyledir, olduğu yerde karışıklık çıkarır” vurgusunu göze soktuğu aşikâr.
Her durumun olanca açıklığıyla ve en rahatlıkla işlenebilmesi gerektiğini düşündüğüm sinema sanatı için bu durum ne Stanley Kubrick’in Nabokov uyarlaması olan Lolita estetiği, ne Thomas Mann’ın yaşamla ölüm arasında son arzuyu resmettiği Venedik’te Ölüm uyarlamasını, ne de Mads Mikkelsen’in enfes oyunculuğuyla sinema şaheseri olarak düşündüğüm Jagten’deki (Onur Savaşı) o dramatik özdeşleşmeyi taşıyor. Bir diğer bakış açısıyla, seyirciyi muğlak bir acaba sorusuyla bırakan Taxi Driver ya da Leon’dakine benzer bir korumacı erkek figürü ‘flu’luğu da değil. Ceylan zaruri görev için dağ köyüne gönderdiği karakteri Samet’in iç sesini duymamızı istiyor ve bize bıraktığı veriyle hayatın kentteki gibi akmadığı durağanlıkta arzuda bir sapma inşasına girişiyor. İşin ilginç yanı ise içinden çıkılması gayet güç gibi görünen bu duruma karşı bulduğu yöntem. Eldeki verilerle puzzle’ın parçalarını birleştirerek salondan çıkmayı beklerken yorumu seyirciye bırakmayan Ceylan bu durum karşısındaki hesaplaşmayı Samet’in iç sesiyle nihayete erdiriyor. Belki de ilk kez Ceylan sinemasında herhangi bir yargıya varamıyoruz, yönetmen konuyu kapatma yolunu seçiyor.
Karlar eriyince ihtiyatlı adımlarla kuruyan otlar üzerinde yürümek
Toplumun değer kodları üzerinden bir fotoğraf çekmenin karşısında bilinçli bir yönetmen tavrı olarak okuduğum Ceylan’ın kadrajı, yetişkin bir kadın olan Nuray üzerinden de ikinci kez aynı şeyi Yapıyor. Politik bir angajman üzerinden keskin bir tavırla dünyaya baktığını anladığımız Nuray’ı seçimleri özelinde yine erkekler arasında bir dünyaya atan hikâye, Ceylan’ın çok sevdiği insana dair güven ve sahicilikle ilgili soru işaretlerini yine kadın üzerinden bir üçgenle kuruyor. Sınırların o kadar da keskin olamayacağını ve kendini alıkoyamama hallerini yaşamın neredeyse yok hükmünde olduğu coğrafya zeminine çeken hikâyede şehvet de, yalan da, riya da yine insanın karanlık yanlarından doğuyor ve aralarında güvensizlik olsa dahi birbirine ihtiyacı olan üç kişi bırakıyor ortaya.

Fotoğraf: Paul Grandsard
Filmin en dikkat çekici bölümü olan ve Nuray’ın yemek masasında geçen “bireycilik-toplumculuk ayrımında sen nerede duruyorsun?” tartışması ise Türkçe bilmeyen jüri için çeviride muhtemel ki şık duran otomatik konuşmalar bütünü ile sağlanıp düşünülmüş. Aynı dertten mustarip profillerin çözüm arayışları için aktivist-edilgen savruluşunu birey olma-politize olma üzerinden okuyan bölüm, Türkiyeli entelektüellerin son on yılda hemen her yemek masasında konunun dönüp dolaştığı güncel politik gündeme kamerasını kuruyor, yer yer kakofonik ve takibi zor, yer yer kimlik savunusu tavrıyla bu bin bir derdi olan ülkede neler yapılabilir sorularını adanma ve görmezden gelme ikircikliğiyle sıralıyor.
Hem avangard hem mükerrer bir auteur
Sonuç itibariyle aynı iklimin tonunda devam eden Ceylan sineması için benzer çatışma örgüsüne bir yenisinin eklendiği yapım olarak göze çarpan Kuru Otlar Üstüne, muhtemel ki sevenleri için yine masalsı ve fotografik görsel bir şölen, aynı espriye beş kez gülmeyenler için ise mükerrer bir yeniden anlatı. Bana göre Türk sinemasında bir milat olarak gördüğüm Uzak filmiyle yükselen kariyeri başyapıt olarak değerlendirilebilecek Bir Zamanlar Anadolu’da ile taçlanan Nuri Bilge Ceylan, Çehov’dan devşirip sinemaya adapte ettiği hikâye anlatımını yeniden güncellemek için kendi dünyasının sınırlarına ve potansiyellerine bakıp beklentilerin üzerine taşımakla yükümlü. İyi niyetli olduğunu düşünüp seyirciyi küçümseme eğilimi taşımadığını varsayarsak, bir düşünce tembelliği ya da seyirciyi kendi ‘aura’sına hapsetme olarak yorumlanabilecek tekdüzelikten yine kendi dünyasının çeşitliliğiyle çıkabilir. Zira Türk sinemasını Edirne’den öteye çıkarmış, bağımsız bir sanatçı, vurgulamakta sakınca görmediğim gibi her yapıtında yeni şeyler denemenin bir ölçüt olduğu kabul edilirse, teknik ve içerik anlamında benzerlerinin uzağında yeni evrenler kurabilir.
Önceki Yazı

Kuru Otlar Üstüne:
Dilin ağlarına takılıp kalmak
“NBC'nin ilk filmleri dil dışında jestin, doğanın, havanın, hava olaylarının kendi adına söz aldığı, estetik bir atmosfer içinde varlıklarının özneleştiği, suskunluğun/sessizliğin de bir şeyler söyleyebildiği, bu haliyle şiire yakın filmlerken, son dönem filmleri düpedüz romanı, düzyazıyı çağrıştırıyor.”
Sonraki Yazı

Karın karanlığından kuru otlara: Dinmeyen ‘ideoloji’
“Belli bir dönemin öznesini fotoğraf gibi dondurarak onu öncesinden, yaşamın akışı ve deviniminden kopararak mutlak bunalımlı tip olarak kadraja kopyalamak ne denli doğallık içeriyor? Anlıkta görünür olan çoğunlukla gerçeklik olmayabilir. Çünkü gerçeklik, dolayısıyla insan karakteri akış ve oluş içerisindedir.”