Gent Film Festivali’nden notlar
Avrupa’nın en köklü film festivallerinden olan ve bu sene kuruluşunun 50. yıldönümünü uzun, kapsayıcı ve söyleşilerle bezeli bir programla kutlayan Gent Film Festivalinden izlenimler...

Avrupa’nın en köklü film festivallerinden olan Gent Film Festivali, bu sene kuruluşunun 50. yıldönümünü uzun, kapsayıcı ve söyleşilerle bezeli bir programla kutladı. 10 Ekim’den 21 Ekim’e kadar süren festival, Kuru Otlar Üstüne başta olmak üzere, Avrupa’dan Uzakdoğu’ya, dünyanın her yerinden farklı kültürleri entegre eden bir seçkiyle, keyifli bir seyir takdim etti. LGBTQ, kadın ve azınlık hakları olmak üzere, birçok sosyal sorunun mercek altına alındığı ve gösterime sunulduğu program aynı zamanda, Hitchcock, Almodovar, Jodorowsky ve Kieslowski gibi “ustalarla” da kapsamlı bir retrospektif çalışması gerçekleştirdi. Miyazaki’nin 2013’te emekliye ayrıldığını açıklamasından sonra çektiği ilk film olan The Boy and the Heron ve Lanthimos’un post-modern Frankenstein’ı Poor Things’in de gösterime girdiği festival hem yerel hem de uluslararası seviyede bağımsız kısaların ve animasyonların da seyirciyle buluşmasına olanak vermekte.
. Late Night with the Devil. Fotoğraf-2120069699.jpg)
Festivalin birinci gününde yönetmen Colin Cairnes’in de katılımıyla sunulan The Late Night with the Devil, muazzam bir kültür endüstrisi hicvi sunarken, aynı zamanda, 1970’lerde yükselen ezoterizmi de kapitalizmin bir cismi haline getiriyor. “Saturday Night Live”ın kolektif bir The Exorcist’e (1973) dönüştüğü film, eşini yeni kaybetmiş bir talk-show sunucusunun reytinglerini yükseltmek amacıyla ne kadar ileri gidebileceğini göstermekte. Cairnes’in ilhamını doğrudan aldığını dile getirdiği 1976 yapımı “The Network”e benzer şekilde, film neo-liberal kültür hegemonyasını ve reytingler uğruna ahlaki bir “dibe vuruşu”, bu sefer sahte bir peygamberle değil, doğrudan şeytanla yüz yüze gelerek sunuyor. 1973 yılının Cadılar Bayramı gecesini ekrana getiren The Late Night with the Devil, programın sunucusu Jack Delroy’un ünlü medyum Christou’yu sahneye davet etmesiyle başlıyor. Son derece klostrofobik imgelenmiş film, Anton Lavey-vari bir kültte yetiştirilmiş Lily ve bakıcısı psikiyatrist Rose’un programa dahil olmasıyla daha karanlıklaşırken, The King of Comedy (1982) havasını, 1970’ler motifleriyle harmanlayarak koruyor. Burada şeytan tarafından ele geçirilmiş Lily’nin sürekli kameraya bakması ve kitleleri televizyon aracılığıyla efsunlaması, eğlence sektörünün ideolojik araçsallığını tekrardan hatırlatmakta.

Avant-garde ve korku temalarının iç içe geçtiği programda, Barbar Konan mitosunu femme fatal ile birleştirip yeniden üreten Conann, yönetmen Bertrand Mandico’nun en kışkırtıcı işlerinden biri olarak seçkide yer almakta. Fallik ve erkek egemen Konan destanını simler, parıltılar ve çokça lateksle harmanlayarak kadınlığın sancılarını aynı zamanda queer bir bakış açısı da ekleyerek değiştiriyor. Değişen aktörler tarafından oynanan Conann’a şeytan-köpek Rainer ve tutsağı olduğu Sanja eşlik ediyor. Conann’ın kölelikten barbarlığa geçişini anlatan filmde, kahramanın her ânını fotoğraflayan Rainer, yönetmenin bir tezahürü olarak filmin içine eklemlenmiş ve bu sayede, üçüncü duvarı aşarak gerçeklik ve hayal arasında bir köprü görevi görmüş. Farklı zaman dilimlerinde geçen Conann, aynı zamanda cehennemin dipsiz derinliğinde farklı hayatlar yaşıyor. Köleden 1980’lerde yaşayan bir film dublörüne, sonrasında savaş suçları işleyen vamp bir SS subayına ve son olarak da ölmekte olan bir sanatçıya dönüşmesi ve her yeni yaşında eski benliği tarafından öldürülmesi, Junior(2011) benzeri bir metamorfoz geçirdiğini gösteriyor. Fakat Conann’ın Ducournau’dan ödünç aldığı tek fikir Junior değil; burada Mandico, Apollonik kültür ve sanayi paradigmasının üstüne kurulduğu ataerkil sistemi, Titane’da (2021) olduğu gibi, bu mise-en-scene’da da kadınlığı mekanik bir tavırla mitos ve logos ile birleştirerek alaşağı etmeyi hedefliyor.

Festivalin en gözde filmlerinden olan Dream Scenario ise, sıradanlığın hem hor görülen hem de güvenilir sınırlarından çıkıldığında, peşinde koşulan “beş dakikalık şöhret”in korkunçluğunu gözler önüne sermekte. Yönetmen Kristoffer Borgli, 2022 yapımı Sick of Myself sonrasında yarattığı bu filmde de ilgi budalalığı kavramına odaklanmış. Alelade bir üniversite profesörünün neredeyse herkesin rüyasına girmesini anlatan film, sonradan bu rüyaların kâbusa dönmesiyle karanlık bir hal alıyor. Söz konusu rüya/kâbuslarda ilk başta figüran olarak yer alan Paul, sonrasında rüyanın sahibini vahşice öldürmeye başlıyor. Bu Carl Jung'vari rüya analizinin tersine döndüğünü söyleyebiliriz:
“Rüyalar tamamen öznel olduğu gibi, rüyayı gören kişinin başrol, yönetmen, yazar, seyirci ve aynı zamanda eleştirmen olduğu bir tiyatrodur”.[1]
Jung’un yanında Borgli, şiarını yaratırken Rene Girard’dan[2] da oldukça yararlanmış: Kral Oidipus gibi herkesçe sevilmeye başlayan Paul, esrik kâbusların herkesin zihnine yayılmasıyla, sıradan hayatın tüm kötülüklerinin vücut bulduğu bir günah keçisine dönüşüp mimetik bir hınçla toplumdan dışlanmakta. Birbirinden habersizce, toplumun her kesiminin belleğine bir canavar olarak yerleşen Paul, kolektif bilinçdışının yarattığı bir mite dönüşüyor.

2023 seçkisinin kasvet ve ağırlığının arasında The Goonies (1985) tadındaki The Riddle of Fire, festivale taze bir soluk getiriyor. Yönetmen Weston Razooli’nin de açılışında bulunduğu film, Wes Anderson’ın Moonrise Kingdom’ı (2012) ile Sineklerin Tanrısı’nı[3] bir araya getiren, retro ambiyanslı bir peri masalı sunuyor. Hikâye Hazel, Jodie ve Alice isimli üç küçük çocuğun etrafında ilerlerken, aynı zamanda küçüklerin dünyasına sihirli ve kötü yetişkinleri de ekleyerek tezat oluşturmakta. Bir ardiyeden çaldıkları oyunu oynamak için annelerinden, ona orman meyveli tart yaparak izin almaya çalışan çocukların serüveni, yumurta bulabilmek için çıktıkları ıssız bir Wyoming taşrasında devam ediyor. Tatlı yapmak için düştükleri destansı macerada herhangi bir iktidar olmaksızın teşkilatlanarak kendi küçük toplumunu oluşturan bu grup, Sineklerin Tanrısı’ndaki realist ve insana içkin olan bencillik duygusunu altüst ederek, enfant sauvage’ın özünde iyi ve vahşi durumunda ne denli diğerkâm (altruistic) olabileceğinin de altını çizmekte.

Festivalin kapanış filmlerinden olan Niasari’nin yeni filmi Shayda, programa dramatik fakat kadının varoluş mücadelesi için umut vaat eden bir şekilde son verdi. Eşinden, cinsel saldırıya uğradığı ve sistematik şekilde şiddet gördüğü için boşanmaya çalışan Shayda ve kızının hikâyesini anlatan film, İran’ın tutucu aile yapısı, ataerki ve muhafazâkarlık üçgeninde yaşamaya çalışan kadınların sesi oluyor. Ataerkil tahakkümün Shayda’yı, Avustralya’da kaldığı sığınma evinde bir gölge gibi takip ettiği filmde, yeniden doğuş Nevruz’la simgelenerek adeta etten kemikten bir Persophone’ye dönüşen Shayda’nın içine hapsolduğu cehennemden kurtulmasını sağlamakta. Shayda, İran’da kadın mücadelesinden bir kesit sunarken, aynı zamanda Avrupalılaştırmaya karşı durarak İran kültürünü Nevruz, İran edebiyatı, şiirler ve geleneksel Fars sembolizmiyle harmanlayarak kadın mücadelesini Batı tekeline bırakmıyor.
NOTLAR:
[1] Bkz. Carl Gustav Jung, The Collected Works Of C. G. Jung: Symbols Of Transformation (Volume 5), (G. Adler, M. Fordham, & S.H. Read, Eds.; R.F.C. Hull, Trans.; 1st ed.). Routledge, 1956.
[2] Daha fazlası için bkz. René Girard, Günah Keçisi, çev. Işık Ergüden, Alfa Yayınları.
[3] Bkz. William Golding, Sineklerin Tanrısı, çev. Mîna Urgan, Türkiye İş Bankasi Kültür Yayınları.
Önceki Yazı

Candan Türkkan ile söyleşi:
“Mesele İstanbul’u doyurmak değil, asgari hizmet sunarak azami itaat elde etmek…”
“Gıda her zaman politiktir. Gıdanın politik olmadığını, olmayabileceğini zannetmek yönetenin iktidarını mükemmel tahsis ettiğinin en güzel göstergesidir. Tahakküm, gıdanın politik olmayabileceğini –olmak zorunda olmadığını– ummaktır. Zira gıdayı politikanın dışına itmek, yönetilenin kendi yaşamsal döngüleri üzerinde kendi karar verme yetkisini talep etmekten –yani öz egemenliğinden– vazgeçmesi ve yönetenin tahakkümünü koşulsuz kabul etmesidir.”
Sonraki Yazı

Nefise Abalı:
“Bazen yarım kalan öyküler de bitmiş sayılmaz mı?”
“Ben hikâye anlatılan bir evde büyüdüm. Bizde anlatıcı dedemdi. Bir şifacıydı da aynı zamanda. Her derde bir hikâyesi vardı. ‘Bak, sen bunu yaşadın ama yalnız değilsin’ demekti bu. Sanırım ben de öykülerimde bunu yaptım; bir çözüm sunmuyorum, karakterlerim özgürlüğe koşmuyor ama okuruma kıymetli bir şey söylüyorum: ‘Yalnız değilsin.’”