El Conde: Şili’nin vampir kapitalizmi
“El Conde'nin, kapitalizmi ve onun işleyiş mekanizmasını, bu 'kan emici' ve emek sömürücü sistemi ideolojik ve politik olarak anlatmak üzere kullandığı metafor, vampirleşme ve vampirlik... Film, bunun somut örneği olarak Şili pratiğini (Pinochet faşizmini) gösteriyor ve kapitalist sistemin sıkıştığı koşullarda, vampitalizme başvurduğunu anlatıyor.”

El Conde'den (Pablo Larrain, 2023) bir sahne.
El Conde politik hikâyesi olan bir vampir filmidir. Yaşadığımız ortak insanlık tarihinin kötü ve korku dolu bir dönemini anlatan, politik bir vampir hikâyesi. Tarihsel arka planı olan, ideolojik ve politik çıkarımları bulunan, toplumsal içerikli bir vampir hikâyesi. Filmde, sermayeden yana ideolojik tercihi olan ve bu yönde faşist politik eylemleri bulunan bir iktidarın neden olduğu korkuları ve gerçekleştirdiği kötülükleri görüyoruz. Kısacası, bir iktidar korku ve kötülük üretmeye başladığında hem zihinlerde hem de gündelik hayat içinde vampirleşme özellikleri gösteriyor demektir. El Conde, 1973 yılında Şili’de görülen bu vampirleşmenin anlatıldığı politik bir “sine-masaldır”.
El Conde filmi politiktir; belirli bir tarihsel dönemin iktidarına ait sınıfsal çıkarların nasıl savunulduğunu ve korunduğunu anlatmaktadır. El Conde bir masaldır; çünkü iyilerin ve barış dolu düşleri olanların kötüler tarafından öldürüldüğü ve korkuyla bastırıldığı bir dönemin zorba kralını anlatmaktadır. Olağanüstü güçleri olan bu zorba kral, “kana susamış” dünyanın iktidarlarından destek almaktadır. Zorba kral, dünyanın değişik yerlerinde yaşayan, barışçı ve iyi insanların umutlarını ve düşlerini bastırmak ve yok etmek için, ölüm dahil her türlü kötülüğe başvurmaktadır.
El Conde politik bir vampir “sine-masalı” olarak, özellikle kötülerin var ettikleri ve var etmek istedikleri dünyayı anlatıyor. Film, emeği sömürülen, yaşam ya da çalışma hakları gasp edilen ve dolayısıyla, bu haksızlıklara karşı olan iyilerin nasıl yok edildiğinden söz ediyor. Daha çok zorbalığın anlatıldığı bu film, toplumun bütün zenginliğini tek elinde tutmaya çalışan, bu zenginliği iyilerle paylaşmak istemeyen “kan emici” kötü kralı ve “kan emici” kötü kralların iktidarını anlatıyor.
Kapitalizmin kan emici motifi: Vampitalizm
El Conde, filmin el verdiği süresi içinde, uzun bir geçmişi olan, yöneten ve yönetilen ilişkisine ait çelişkilerin ve çatışmaların sadece iki yüz elli yıllık tarihine kısa, kurgusal bir bakış sunuyor. Film özellikle 1973 yılında, sosyalist Salvador Allende yönetimini askerî bir darbeyle deviren faşist Pinochet’nin iktidarına odaklanıyor.

1973 ile 1990 yılları arasında Şili’yi diktatörlükle yöneten darbeci General Augusto Pinochet…
Dünyanın değişik bölgelerinde, kolay sömürülebilecek ve uzun yıllar sorunsuz birer sömürge olarak kalabilecek coğrafyalar emperyalist-kapitalizm için gözde yerlerdi. Aynı cümleyi bir vampirin ağzından yeniden ifade edecek olursak; rahatlıkla kanı emilebilecek ve uzun yıllar, sorunsuz bir şekilde kanıyla beslenilecek coğrafyalar, vampirler için ideal kan damarlarıydı. Hem kapitalizm (sermaye) hem de vampitalizm kolay, sorunsuz ve rahat “kazanç” sağlayacak coğrafyaları ele geçirmenin ve bu yolları korumanın mücadelesini verdi, veriyor, verecek…
Vampitalizm kavram olarak basit görünebilir. Kuramsal literatürde bir yeri de olmayabilir. Vampitalizm, kapitalizmin ideolojik ve siyasal pratiğinde, belirli tarihsel ve toplumsal koşullarda ve bu koşulları içeren aygıtlarda (devlet, parti, ordu, vb.) görünür ve uygulanır; aynı zamanda, baskıcı, öldürücü bir korku egemenliğidir. Vamp(kap)-italizm, kapitalizmden türetilmiş, sermayenin faşist politik pratiğini anlatan bir kavramdır.

Şili’de diktatörlük döneminde öldürülen ya da “kaybedilenlerden” bazıları. Hafıza ve İnsan Hakları Müzesi, Santiago.
El Conde'nin, kapitalizmi ve onun işleyiş mekanizmasını, bu “kan emici” ve emek sömürücü sistemi ideolojik ve politik olarak anlatmak üzere kullandığı metafor, vampirleşme ve vampirlik... Film, bunun somut örneği olarak Şili pratiğini (Pinochet faşizmini) gösteriyor ve kapitalist sistemin sıkıştığı koşullarda, vampitalizme başvurduğunu anlatıyor. Film, kullanılan bu metafor nedeniyle, izleyici tarafından basit, hatta gülünç bulunabilir. Fakat amaç kapitalist sistemi ve ideolojik-politik aygıtlarını anlatmaksa eğer, fantastik ya da masalsı, gotik ya da psikolojik metaforlara başvurmak, filmi hedefinden saptırmayacaktır.
Monarşinin hâkim olduğu dönemde kral ve ailesi, toprak ve ticaret aristokrasisi, sanayi burjuvazisi, kilise, ordu ve bunların çevresindeki çeşitli ekonomik ve politik çıkar grupları, uzun yıllar boyunca kolay, sorunsuz ve rahat kazancın yolunu aradılar ve buldular. Bu yolun ayrıcalıklarından fazlasıyla yararlandılar. Bu kazancı kaybetmemenin koşullarını korumaya ve devam ettirmeye çalıştılar; devletler, siyasi partiler, üniversiteler, hukuk sistemi, hatta bir zaman sonra demokratik kurumlar ve mekanizmalar bile bunun için çalıştı.

Yönetmen: Pablo Larrain
Senaryo: Pablo Larrain, Guillermo Calderon
Yapım: Şili / 2023
Oyuncular: Jaime Vadell, Gloria Münchmeyer, Alfredo Castro
Feodal dönemde söz konusu kesimlerden belirli odaklar ciddi sermaye birikimi elde ederken, kimisi de önemli politik ve ideolojik nüfuz sağladı. Kapitalizme geçiş sürecinde, bir önceki dönemden ciddi birikim sağlamış olan sermaye ile nüfuzlu çıkan aristokrasi ve kilise, sanayileşme dönemine “baskın” girmeye çalıştı. Feodalizmden kapitalizme geçiş sürecinde ve her iki dönemin ideolojik ve politik egemenlik sürecinde, hâkim sınıf iktidarı halk üzerindeki gücünü ve etkisini zayıflatmamaya özen gösterdi. Her iki dönemde de iktidar aç ve doyumsuz bir “Leviathan” gibi tüm dünyaya ve halka/emekçilere saldırıyor; bunu hem zenginliğini korumak ve artırmak hem de ideolojik ve politik nüfuzunu korumak ve artırmak için yapıyor.
Aynı zamanda bu süreç, feodalizm ve kapitalizmden türetilen vampitalizmin politik pratiğini gösterdiği süreçtir. Vampitalizm, sermayenin ve sermaye iktidarının, mevcut ekonomik-toplumsal yapıya ve ideolojik-kültürel ilişkilere, devlet, ordu, din vb. siyasi organizasyonlarla müdahale ettiği ve toplumu yeniden biçimlendirdiği sürecin ideolojik motifi olarak şekillenir. Vampitalizm, sermayenin ve iktidarın görünmeyen “dişleridir”. Üretim sürecinin artı değeriyle değil, “kanlı değeriyle” ilgilidir. Sermayenin emeğe tahakkümüyle değil, emekçinin (isyancıların, devrimcilerin, sosyalistlerin, vd.) “kanına tahakkümle” ilgilidir. Vampitalizm, dil/din/ırk (milliyetçilik) ideolojisi altında, kapitalist üretim ilişkilerini ve sermayenin tahakkümünü salgılayan ve bu salgının aygıtlarını kullanan korku (faşizm) motifi halini alır.
1725’te Sırbistan’ın Kisilova kasabasında yaşayan Peter Plagojeviç’in mezarından çıkarılarak kalbine kazık çakılması ve ardından yakılmasına[1] bağlı olarak oluşturulan, o dönemin ideolojik ve kültürel önyargısı, toplumsal dinamiklere suç ve ceza belirleme iradesi tanıyordu. Oysa aynı dinamikler kralın, aristokrasinin, kilisenin zenginliğine ve ayrıcalıklarına, ahlaksal ve dinsel çürümüşlüğe karşı gelemiyor, sessiz kalıyordu. Monarşik ve dinsel hegemonya altında, bu ve buna benzer hikâyeler, Doğu Avrupa kırsalından tüm kıtaya yayılıyor ve buna uygun itaat/rıza/onay/köleleştirme gibi ideolojik bağlanma biçimleri oluşturuluyordu. Aydınlanma düşüncesinin filizlendiği, eski toplum yerine yeni toplum biçimlerinin soruşturulduğu, kralın ve kilisenin tartışma konusu olduğu, bilimsel düşüncenin daha görünür hale geldiği bu dönemde, kitleleri bastıracak bir “öcüye” ihtiyaç vardı; vampitalizm ve vampirlik hikâyeleri bu dönemde belirginleşiyor, feodalist/kapitalist iktidarları sembolize ediyordu.

Monarşinin ve kilisenin elinin altında korku salan bir “Şeytan” fenomenine dönüştürülen vampitalizm, kapitalizm ve sanayileşme süreciyle birlikte biçim ve içerik değiştiriyor, bu defa söz konusu korku motifine ideolojik bir kimlik dahil ediliyor. Bu kimlik, özgürlükçü ve eşitlikçi görüşlere, politik isyanlara, devrimci ve bilimsel düşünceye karşı sermaye iktidarının propagandif bir korku (faşizm) ideolojisine dönüştürülüyor. Vampitalizm, üretim sürecinde ve gündelik hayat içinde görünen faşizmin politik pratiği olarak somutlanıyor.
“Aydınlanma düşüncesinin bayrak taşıyıcısı (Voltaire – h.k.) hızla sanayileşmekte olan bu büyük Avrupa başkentlerinde halkın kanını emen başka türden vampirler olduğunu söylemekten geri durmaz; geceleyin mezarından kalkıp köylülere musallat olan, kurbanını günden güne solduran, zayıflatan, tüketen ve kendisi karnı doymuş, yanakları al al olmuş vaziyette mezarına geri dönen vampir, Londra’da, Paris’te, mezarlıkta değil malikânelerde yaşayan ve insanların kanını gündüz gözüyle içen “bankerler, simsarlar, işadamları”dır; bu gerçek kan emiciler, “ölmüş değillerse de çürümüştürler”.[2]
Makalenin yazarı, Voltaire’in tıpkı “bankerler” ve “işadamları” gibi din adamlarını da halkın vampirleri olarak gördüğünü belirtir. Voltaire kilisenin ve rahiplerin halkın inançlarını sömüren ve manevi duygularını kan emer gibi emen bir kesim olduğuna dikkat çeker ve şöyle devam eder:
“Köylüler gibi burjuvalar ve soylular da dönem dönem metaforik vampir kıyafetlerini sırtlarına giymişler şüphesiz, ama ilk ve esas vampir kurumlardır; devlet, toplum, din adamları…”[3]
Vampitalizm, kapitalist üretim tarzı ve üretim araçlarının gelişmesiyle birlikte ideolojik bir kimliğin “gotik” unsuru haline gelir. Bu gotik tarz, özellikle kapitalist ulus-devletin ideolojik aygıtlarıyla iki şekilde işleniyor:
Birincisi, sanayileşmenin ve yanı sıra yaşanan modernleşmenin, toplumsal yapının geleneksel ve ahlaki dokusunu bozduğunu, dinsizliği ve kilise karşıtlığını körüklediğini, dolayısıyla bu yenileşme ve değişimin vampirleşmeye kaynaklık ettiği söyleniyor. Eski toplum yerine şekillenen yeni toplumun korku, tekinsizlik, belirsizlik ve kayboluşu beraberinde getirdiğini ve vampirlerin bu ruhsal atmosferi tercih ettiği söyleniyor. Bu retorik, sermayenin egemen ideolojisi içinde, halkı “baskılamak” için geliştirilen gotik motifli, popülist bir propagandadır. Bu propagandaya daha çok sermayenin iktidarı ve siyasi temsilcileri, din adamları, sermayenin bekçiliğini yapan devlet organizasyonları başvuruyor.
İkincisi, feodal/kapitalist üretim süreçlerinde vampitalizm olarak ifadesini bulan, emeğin sömürüsü ve bu sömürüye uygun şekillenen üretim ilişkilerini anlatır. Kamusal üretim araçlarıyla sağlanan zenginliğin üretici sınıfla eşit olarak paylaşılmaması sonucunda sermayenin bir kişinin elinde toplanması, buna göre ekonomik-politik sistemin düzenlenmesi, devlet aygıtının da bu sisteme göre donatılması, bir diğer vampirleşme özelliğidir.
Birincideki ulus-devlet, statükoyu korumak için her türlü değişime ve dönüşüme karşı çıkar; yenilik isteyenleri “bireyleşmiş vampirler” olarak göstermeye çalışır. İkincideki ulus-devlet, üretim süreci ve üretim ilişkileri içinde gelişen “kan emici” fonksiyonlarıyla öne çıkar. Birincisi yukarıdan aşağıya kurulan ilişkilerde kendisini gösteriyor. İkincisi aşağıdan yukarıya tanımlanan ilişkilerde kendisine vücut buluyor.
Karl Marx birçok eserinde vampitalizm olgusunu, kapitalistleşme süreciyle birlikte eşzamanlı ve eşdeğerde betimler. “Kapital’in birinci cildinin sonlarına doğru Marx bilindik dramatik, retorik oyunlarından birisini kullanır: ‘Eğer para,’ der, ‘yaradılışı itibariyle kâğıt üzerinde bir kan lekesi olarak geliyorsa dünyaya, o halde, sermaye de tepeden tırnağa, her gözeneğinden kan ve pislik akıtarak gelmektedir.’ Bu yorum, kan ve dehşet temasının Kapital’in sayfalarında geçişinin kapsam ve boyutunun bir hatırlatıcısıdır.”[4]
Aynı makale, Stanley Hyman’dan (ABD’li eleştirmen-yazar, 1919/1970) şu alıntıyı yapar:
“Kapital’de iki tür dehşet vardır. İlki serseriliği hedef alan kanlı yasalarla ilgilidir; tarımla uğraşan insanların nasıl evlerinden sürüldüklerini, serseri haline geldiklerini, daha sonra da nasıl ‘muazzam korkunçluktaki yasalarca, ücret sisteminin gerektirdiği disiplin doğrultusunda kırbaçlanıp, damgalanıp işkence edildiklerini’ anlatır. İkincisi kolonilerdeki insanların deneyimlediği dehşetle, – yerli halkın imhası, köle edilmesi ve madenlere gömülmesi (…) Afrika’nın, kara derililerin satılmak için avlandığı bir av sahasına dönüşmesi ile ilgilidir. Fakat aslında bir üçüncü dehşet türü daha vardır: Burjuva sınıfının Batılı işçi sınıfının kanını durmaksızın emmesi. Bu tür, işçi sınıfının hayatını emme arzu ve yetisi ile bir vampir gibi beliren mülkiyet sahibi sınıfın dehşetinden başka bir şey değildir.”[5]
Vampirtokrasi: Kapitalist ulus-devletin derin teşkilatı
El Conde filmi, vampirtokrasinin görünür taraflarını filme konu olarak seçiyor. Kapitalist ulus-devletin vampirtokrasiye iki koşulda sahneye çıkma, görünür olma fırsatı verdiğini görüyoruz.
Birincisi, ekonomik ve politik kriz koşullarında (yönetenlerin eskisi gibi yönetemediği durumda) kapitalist sistemin “aklı”, düzenin “ruhunu” göreve çağırıyor ve çalkantılı toplumsal-politik düzeni re-organize etmek için, sistemin aygıtlarını (milli mutabakat altında) devreye sokuyor.
İkincisi, kapitalist sistem, işçi sınıfı ve sosyalist hareketi, halkın somut iktidar alternatifi durumuna geldiğini gördüğü koşullarda, (yönetilenlerin eskisi gibi yönetilmek istemediği durumda) kapitalist sistemin “aklı” düzenin “ruhunu” göreve çağırıyor ve sermayenin tarihsel/sınıfsal çıkarlarını korumak için sistemin aygıtlarından layıkıyla hizmet bekliyor.
El Conde her iki koşulun yaşandığı dönemi anlatır; Şili ekonomisi çıkmazdadır ve sosyalistler iktidar alternatifi olarak umut ve güven vermeye devam etmektedir. El Conde, kapitalist sistemin “aklına” uygun sınıfsal çıkarları koruyacak ve devamını getirecek olan “ruhun”, her iki koşul altında vampirtokrasinin nasıl çalıştığını gösteriyor.

El Conde'de Jaime Vadell, diktatör “Pinochet” rolünde.
El Conde, vampirtokrasinin en az iki yüz elli yıllık kanlı bir tarihi olduğuna, bu tarihten önce de değişik biçimlerde varlığını gösterdiğine ve bu iki buçuk asırlık süreçte, sermayeden yana sınıfsal bir kimlik oluşturarak devam ettiğine dikkat çekiyor. Film bu süreçte sınıf savaşları mücadelesinin “kan savaşları” tarihine dönüştüğünü ve vampirtokrasinin “sermayesinin” de bu kana bağlı olduğunu ortaya koyuyor. Filmde monarşinin, aristokrasinin ve kapitalist burjuvazinin “kanla” beslendiğini ve kilisenin de bu akıtılan kanı kutsadığını görüyoruz.
El Conde, vampirtokrasinin politik bir güç haline geldiği aşamanın, imparatorluklardan ulus-devlete geçiş eşiğinde ortaya çıktığını vurguluyor. Daha önceleri monarşinin ve kilisenin bir korku motifi olan vampitalizm, sermayeden yana rüştünü ispatlayınca, ulus-devlet organizasyonunda etkili politik bir pratiğe dönüşüyor ve vampirtokrasi (Gladio, kontrgerilla, derin devlet, vb. faşist organizasyonlarla) tarihsel süreçte şekillenmeye başlıyor.
20. yüzyıl bağımsız ve milliyetçi ulus-devletlerin dönemidir. Ekonomik ve politik olarak gerilemiş ve “çürümüş” imparatorlukların dağıldığı coğrafyalarda, ulusal reflekslerle hareket eden çok sayıda kurtuluş ve kuruluş savaşı yaşanıyor. Öyle ki, bu milliyetçi dalganın bir ucu faşist ulus-devletlere kadar varacak ve dünya faşizmi bu ulusal pratikte daha somut tanıyacaktır.
Monarşi sonrasında ulus-devlet temelli cumhuriyetler yeni krallar üretiyor. Bu yeni krallar, yeni devletin yeni aygıtlarıyla, “demokratik” mekanizmalarla “seçilmiş” milli lider/milli önder sıfatlı kişilerdir. Soylu bir ailenin üyesi olma zorunluluğu bulunmayan bu yeni kral ya halkın çoğunluk desteğini alarak “tahta” oturuyor ya da vampirtokrasinin olanaklarıyla kendi “tahtını” kuruyor.
El Conde filmi, vampirtokrasi koşulları içinde kendi tahtını kurması için yetkilendirilen yeni kralı anlatıyor. Filmde Pinochet/El Conde farklı coğrafyalarda yaşanan devrimci kalkışmaları önlemeye çalıştıktan sonra, sıra Şili’ye geldiğinde, büyük bir heyecan ve istek duyuyor. “Kralı olmayan ülkeyi” bilerek seçiyor ve vampitalizmin,uluslararası ve ulusal çıkarlarını yeniden kurmak ve korumak için bu “tahta” göz koyuyor. Bu aşamadan itibaren film, yeni kral Pinochet’nin vampirtokrasisini anlatmaya başlıyor.
El Conde filminde milliyetçiliğin faşizme dönüşen kanlı pratiğini görüyoruz. 1973 yılında Şili ekonomisini ve politik düzenini re-organize eden yeni ve milli kral Pinochet, işçi sınıfı ve sosyalist hareketin yeni düzen seçeneğini bastırmak ve yok etmek için, vampitalizmin ve vampirtokrasinin bütün yollarına başvuruyor. Milli kral kendi ulusunun kaynaklarını ve bu ulusun yoksul halkına ait emeği sonuna kadar sömürmeye niyetlidir. El Conde’nin milli kralı, din, dil, ırk ve kan totalitarizmi yaparak, 20. yüzyılın son çeyreğinde dünyaya faşizmin bir diğer örneğini gösteriyor. Faşizm milliyetçiliğin yükseldiği dalgada ortaya çıkıyor ve faşistlik bu dalgadaki “tahtın” adı oluyordu. El Conde filminde yeni kral Pinochet, milliyetçi dalganın faşist tahtına buyruk çalışan vampirtokrasinin nasıl işlediğini anlatıyor.
El Conde: Vampitalizm ve Vampirtokrasi

El Conde filmi Fransız Devrimi’yle bir kırılma noktasına işaret ediyor. Film, vampitalizmin günümüze kadar uzanan iki buçuk asırlık tarihinde işçi sınıfı mücadelesine, sosyalistlere, devrimcilere, anti-kapitalist isyancı güçlere karşı nasıl önleyici ve baskıcı tedbirler aldığını gösteriyor.
Feodalizmden kapitalizme geçiş sürecinde vampitalizmin ideolojik bir sınıf kimliği oluşturduğundan daha önce söz etmiştik. İmparatorluk içinde kral olamayanların, kapitalist ulus-devlet yapısı içinde yeni kral olma fırsatı yakaladığından da söz etmiştik. Vampitalizm korku masallarından ve dinsel söylencelerden çıkıp artık önemli tarihsel ve politik dönemlerin faşist liderlerini üretiyordu. Bu anlamda film Pinochet’nin Şili’deki faşist döneme söz konusu tarihsel süreçten geçerek geldiğini ve Pinochet’nin ardında derin, “kanlı” ilişkilerin olduğunu gösteriyor.
Filmin hikâyesini anlatan dış ses, (daha sonra Margaret Thatcher olduğunu anlıyoruz) İngiliz kanındaki lezzetin daha tatlı olduğundan, Güney Amerikalı işçilerin kanındaki acılığınsa iştahı kaçırdığından söz ediyor. Bu lezzet farkı, isyancı ve anti-kapitalist işçilerin sermayeyi tehdit etmesinden ve üstelik sosyalist Allende liderliğindeki Unidad Popular’ın Şili’deki iktidarını iki seçim üst üste kazanarak korumasından kaynaklanıyordu. Dolayısıyla filmde vampitalizmin, kuzeyin sisteme entegre olmuş “damarlarını” tatlı niyetiyle emerken, güneyin muhalif ve isyancı “damarlarını” ise temel beslenme kaynağı olarak tercih ettiğini görüyoruz.
İki buçuk asır sonra, artık yaşamaktan yorulmuş ve eski şaşalı zamanlarını özler hale gelmiş olan El Conde vampitalizm “yorgunluğu” hissediyor ve ölmek istiyordu. Eşi Lucia yiyeceğine kan karıştırmasa, belki ölecek olan Pinochet’yi annesi/sevgilisi (Margaret) bir kez daha sosyalizm karşıtlığıyla motive ediyor ve oğluna/sevgilisine yeniden “kan seviciliği”, “kan tazeliği” aşılıyordu. Bu motivasyonla Pinochet pelerinini giyip şehir turuna çıkıyor, özellikle emekçilerin ve yoksulların yaşadığı yerlere konuşlanıp onların kanlı yüreklerini yiyor. Yanı sıra, kazandığı bu “kan tazeliği” ve “kan sevinciyle” (Pinochet’nin içindeki şeytanı kovmaya gelen) genç rahibeyi baştan çıkarıyor ve rahibenin bedenini teslim alıyordu. Tanrı’nın da bu cazibeye kapıldığını görmek şaşırtıcı olsa gerek(!?)
Vampitalizm filmdeki uşağın kimliğinde de vücut buluyor. Vampitalizm kutsal olana sadakate ve liderine sadık olmaya önem verdiği için, El Conde, Fyodor isimli uşağını “ısırıyor” ve onu ölümsüzlükle ödüllendiriyordu. Fyodor, Rus kökenli ve Rusya’daki Bolşevik Devrim’in önünü kesmek için çok sayıda devrimciyi öldürüyor. Oradaki becerisiyle Şili’deki devrimin önüne geçmek için bu defa Pinochet’ye hizmet etmekle görevlendiriliyor. Darbeden kırk yıl sonra, yürütülen soruşturmalarda uşağın üç yüzden fazla siyasi mahkûmu öldürmekle suçlandığını, buna karşılık sekiz yüz altmış beş yıl hapis cezası aldığı halde tutuklanmadığını ve – en önemli kısmı şu– sosyalistlere işkence yapmayı Şili ordusundan öğrendiğini duyuyoruz.

El Conde'de Alfredo Castro, uşak Fyodor rolünde.
Filmde vampitalizmin Margaret Thatcher kişiliğinde bir başka özelliğine daha tanık oluyoruz. Filmin dış sesi olarak duyduğumuz Thatcher, El Conde’ye “kan seviciliği” aşılamak için filme dahil olduğunda, Pinochet’nin ve kendisinin kısa hayat hikâyesini duyarız: 1766 yılında, Fransa’nın üzüm bağlarında çalışan kadın (Thatcher), kasabaya gelen Strigoi (Rumen mitolojisindeki vampir) tarafından hem ısırılır hem de hamile bırakılır. Annesi, Pinochet (o günkü adı, Claudio) doğduğunda, onu zengin bir evin kapısının önüne bırakıyor. Anne 1951 yılında evleniyor ve Thatcher soy ismini alıyor. Ardından kendisine Demir Lady diyecekleri bir dönemin politik figürü oluyor.
Vampitalizm zaman ve mekân koşullarına bağlı olarak ilişkilenmeler ve görevlendirmeler organize ediyor. Örneğin Thatcher (anne/sevgili), Falkland Savaşı (1982) sırasında Pinochet’nin İngiltere’ye önemli yardımı dokunduğunu ve düşman Arjantin’e karşı çok değerli istihbarat bilgileri paylaştığını söylüyor. Thatcher, İngiltere gezisi sırasında tutuklanan Pinochet’nin serbest bırakılması gerektiğini ve kendi ülkesinde yargılanmasının daha doğru olacağını savunuyordu. Bu örnekle, vampitalizmin sermaye/kan dayanışmasına önem verdiğine tanık oluyoruz.
Filmde vampirtokrasinin öncelikle aile ilişkilerinde, ardından yakın çevre içinde, buna bağlı olarak ordu, bürokrasi, siyaset, ekonomi, medya, ulusal ve uluslararası sermaye ilişkileri içinde oluşmaya ve yerleşmeye başladığını görüyoruz. Vampirtokrasi, sınıf mücadelesinin koşullarına göre, burjuva demokrasisinden milliyetçiliğe, buradan da faşizme varacak kadar çeşitli ideolojik ve politik biçimler gösterebiliyor.
Filmde Pinochet ve ailesinin vampirtokrat ilişkiler içinde, hiç yokken palazlandığına ve buna göz yuman ulusal ve uluslararası sermayenin çürümüş ahlaksızlığına tanık oluyoruz. Pinochet bir vampirtokrat olarak durumu şöyle rasyonalize ediyor; “katil olabilirim ama hırsız değilim”. Pinochet’ye eşi Lucia şöyle karşılık veriyor; “hırsızlar başkalarının malını çalar, siz gücünüzü kullandınız ve zengin oldunuz”.
Ülke yönetimine askerî darbeyle el koyan General Pinochet, zengin ve kazançlı bir şirketin yönetimine el koymuş gibi, ülkenin bütün ekonomik kaynaklarını kişisel ve politik amaçlar adına ele geçiriyor. Sosyalistlerin iktidarını sonlandırmaktan çok, hazıra konan bir mirasyedi gibi, ülke varlıklarının üzerine yeni kralın tahtını kuruyor.
“Sessiz bir generaldim. Entelektüeldim. Sonra biri gelip Allende’nin Marksist ve Leninist devrimini yıkmak için beni darbeye ikna etti. Kibar adam, bana para teklif etti. Karayip Adaları’nda gizli hesap açtı. Kamu şirketlerini üç kuruşa satın almak istedi. Komünizmi yendiğim için ünlü olmuştum” diyor ve ekliyor; “köylü gibi yaşayamazdım, komünist öldürmekten çok parayı seviyordum”. Pinochet, vampirtokrasinin “darbe ihalesini” kazanmış ve kârlı bir yatırım yapmış olan bir işadamı gibi konuşuyor, değil mi?

Paula Luchsinger, rahibe Carmen rolünde. El Conde.
Vampirtokrasinin bir diğer ilginç bağlantı noktası da rahibenin kişiliğinde ortaya çıkıyor. Vampirtokrasinin kirli ve çürümüş ilişkilerini ortaya çıkarmak için görevlendirilen muhasebeci görünümlü rahibe, Pinochet’nin mirasından(!?) kilisenin payına düşecek olan sermaye varlıklarını bulmaya ve kilisenin hesabına aktarmaya çalışıyor. Rahibe bu amaçla çalışırken, Pinochet’nin çocuklarını “sorgulamaya” ve vampirtokrasinin ilişkilerini bir biçimde göstermeye başlıyor.
Bu ilişkilerden dikkat çekici olanı CEMA Chile isimli vakıf. Bu vakıf, Şili devlet başkanının eşi başkanlığında, “hayır işleri” yapmak ve “yoksulluğu azaltmak” amacıyla çalışıyor. 1954’te kurulan vakıf, Pinochet döneminde, Hiriart Lucia’nın (El Conde’nin eşi) başkanlığında faaliyetlerini yürütmeye devam ediyor. Vakıf tarafından, “hayat boyu başkanlık” göreviyle taçlandırılan Hiriart Lucia koltuğundan ancak 2016 yılında istifa ediyor.
Kırk iki yıl vakıf başkanlığı yapmış olan Lucia kendi döneminde kamuya ait onlarca mülkün satılmasına önayak oluyor ve bu satışlardan elde edilen paranın yurtdışındaki vakıf hesaplarına aktarılmasını sağlıyordu. Bu yolla yüz yirmi üç milyon dolardan fazla paranın bu hesaplara geçtiği belirtiliyor.
Rahibe çocuklardan birine şunu soruyor; “Yasadışı hesapları bildiğiniz halde neden söylemediniz?” Çocuktan gelen cevap şu; “Solcu hakimler servetimizin peşindeydi…” Vampirtokrasi, kamu hizmetinde bulunan memurlara servet sahibi olma olanağı verebiliyor, Vampirtokraside devlet, kamu idaresiyle yükümlü bir organ olarak değil, kâr ve kazanç sağlayan bir şirket gibi algılanıyor… Pinochet ve çocuklarının bozulduğu şey şu olsa gerek; hazıra kondukları kamusal sermaye, sanki onların aile şirketine devredilmiş bir mirastı. Bu ilişkileri inceleyen hâkimler ya da savcılar, sanki rakip şirketin yöneticileri veya müfettişleri gibi görülüyordu.
2001 İkiz Kuleler saldırısı sonrasında, ABD Kongresi ülkedeki bankaların kayıtlarında bulunan gizli hesapların açıklanmasını istiyor. Bu ülkede Pinochet’nin “Daniel Lopez” ismine kayıtlı yüz yirmi beş adet hesabı olduğu ortaya çıkıyor. Bunun gibi, Almanya, Bahamalar, Karayipler gibi ülkelerde başka gizli banka hesaplarının olduğu açıklanıyor.
Rahibenin, kamunun işlettiği demir-çelik şirketiyle ilgili sorusuna Pinochet’nin oğlu şöyle cevap veriyor: “Ordudan, iflas edecek gibi gösterilen çelik şirketini bedava denecek bir ücret karşılığında satın alıyorum. Sonra bu aldığım şirketi hiç işletmeden, batık haldeyken, üç milyon dolara tekrar orduya satıyorum. Bu alışverişten sağladığım kazancı da gizli hesabıma yatırıyorum. Bu olay ortaya çıktığında, soruşturma açılmadı ve her şeye normal bir şekilde devam ettik. O zamanlar, mutlu ve özgürdük.”

Jaime Vadell, Pinochet’nin eşi “Lucía” rolünde. El Conde.
Vampitalizm ülke yönetimini ele geçirmiş olan vampirtokrasiye bu sayede ciddi bir servet sunuyor ve aynı kesime, kamuya ait üretim araçlarının mülkiyetinden kişisel kazanç olanağı sağlıyordu. Vampitalizm, yönetime gelirken öne çıkardığı ideolojik ve politik gerekçeleri (devrim karşıtlığı, anti-komünizm vb.) iktidara yerleştikten sonra, yeni kral tahtını sağlamlaştırdıktan sonra geri plana atıyordu. İktidar bu aşamadan sonra devletin ve ülkenin kaynaklarını sömürmek üzere ekonomik-toplumsal bağlar kurmaya ve vampirtokrasinin ağlarını örmeye başlıyordu.
Rahibe, Pinochet’nin kızından şu şikâyeti duyuyor: “Babam, Batista ve Marcos gibi diğer liderlerle kıyaslayınca daha az servete sahipti. Babam diğer hırsızlardan daha az çaldı. Bunun aksini kötüler söyler ancak. İnsanlığa inanmayan, boş insanlar söyler.”
Asıl boş sözlerin sahibi Pinochet’nin kızıydı. Vampirtokrasinin Allende hükümetine ve sosyalistlere karşı olan öfkesinin sebebi, sosyalistlerin üretim araçlarının mülkiyetini halka paylaştırmış olmasıydı.
“Allende hükümeti, son iki yılda kitlelerin istekleri doğrultusunda önlemler aldı; malikâneler yıkıldı ve topraklar yoksul çiftçilere dağıtıldı. Allende çelik, kömür ve en can alıcı bakır sanayilerini ulusallaştırdı.
Zamanın üç ABD kökenli bakır devi şirketini ulusallaştırdı. Bu şirketler Şili bakır üretiminin % 80’ini kontrol altında tutuyordu. Ücretler artırıldı. Fiyatlar donduruldu. Sütü sübvansiyonla destekledi, sağlık ve eğitimi yaygınlaştırdı. Tekstil ve otomotiv işçileri, işten çıkarmaları önlemek için fabrikalarını ele geçirdi.”[6]

El Conde filminin çekimlerinden.
El Conde filmi, Pinochet’nin en önemli becerisini, herkesi açgözlü insanlara dönüştürmüş olmasıyla açıklıyordu. Vampirtokrasi, Allende hükümetinin halk adına yaptığı her şeye göz dikiyor ve yağmalıyordu. Milliyetçilik/faşizm adı altında, ulusal kaynaklar ve halkın emeği, Pinochet’nin ve kapitalist sermayenin hırsızlığıyla talan ediliyor. Öyle ki, hırsızlık şu noktaya kadar varıyor: Filmde Pinochet’nin çocukları, amaçladıkları parasal kaynaklara sahip olamayınca, “Nuh’un Gemisi” adı verilen kayığa baba evinden topladıkları eşyaları doldurup götürüyorlar. Yoksa çalıyorlar demek daha mı doğru olacaktı?
El Conde: Latin versiyonlu Drakula
Ünsal Oskay,[7] Kazıklı Voyvoda adıyla nam salmış olan Vlad Tepes ve babasına Drakula adının Türklerin saldırılarına başarıyla karşı çıktıkları için Romen-Germen İmparatoru Sigismund tarafından verildiğini yazıyor. Romen Folk Hıristiyanlığında Drakula’ya hem Dragon hem de Şeytan deniyor. Baba ve oğlunun, Şeytan’la işbirliği yapan hükümdarlar olduklarına inanılıyor ve bu yönde efsaneler üretiliyordu. Tarihsel olarak yaşamış ve bilinen, gerçek Drakula ile Macaristanlı Kontes Elizabeth Bathory’nin Drakulası aynı değildir. Vlad Tepes’ten iki yüz yıl sonra yaşamış olan Kontes kendisine hizmet eden genç kadınların gençliğini çalıyor, bunun için hizmetçilerin ya kanlarını emiyor ya da kanlarıyla yıkanıyormuş…

Bu iki türlü Drakula motifini bir hikâyede birleştiren, Viktorya Çağı’nda (1837-1901) yaşamış ve bu sırada Balkan ülkelerinde folklorik araştırmalar yapmış İrlanda kökenli Abraham Bram Stoker’dır: “Sanayi toplumuna geçişin başlangıcında geliştirilen Drakula öyküsünde bu iki varlığın aynı kişilikte birleştirilmesi ise, modern toplumun hem bireyliği olanaksızlaştıran ve bireyi emip topluluğun içinde özümseyen bir total kurum hem de basıcı bir tiran olma eğilimlerinin habercisi olmuştur XIX. yüzyıl başlarından beri.”[8]
Sanayi devrimleriyle birlikte yaşanan ekonomik ve toplumsal dönüşüm bireyleşme yönelimlerini artırıyor, geleneksel toplum ve kültürel yapıdan özgürleşmeyi hızlandırıyordu. Drakula hikâyesi veya vampitalizm bireyleşme karşıtı olup, verili toplumun değerlerinde bütünleşmeyi öne çıkarıyordu. Toplumsal ve geleneksel olanın dışına çıkanlar, varlıkları “emilecek” olan kişiler olarak dışlanıyordu.
El Conde, Şili’deki mevcut düzeni bozmak isteyen sosyalist ve devrimcileri Şili geleneklerine düşman ve yabancı kişiler olarak gösteriyor. Ayrıca sosyalistlerin Şili toplumuna ait geleneksel değerleri taşımadıklarını söylüyor. Anlıyoruz ki, toplumsal ve geleneksel değerlerin dışına çıkanlar El Conde’nin “besin kaynağına” dönüşüyorlardı.
F. Cihan Akkartal, Franco Moretti’nin (İtalyan edebiyat kuramcısı ve eleştirmen) çalışmasından yararlanarak yaptığı çeviride bize Kont Drakula hikâyesinden bir başka kesiti sunuyor:
“Transilvanya’daki bakımsız ve ıssız şatosunda, Kont, hizmetçileri olmadığından Jonathan Harker’ın [Kont Drakula’nın avukatı – h.k.] sofrasını, yatağını kendi elleriyle hazırlıyor. Düpedüz yoksullaşmış bir aristokrat, gözden düşmüş bir sınıfın üyesidir Kont, fakat İngiltere’ye mülk satın alarak gelme arzusunda. İngiltere’nin esasen kendisi kolonici hırslarının pençesine aldığı halklara musallat olmuş, gemileriyle başka ülkelerin kıyılarına çıkarmalar yaparken, Karpatlar’dan tabutunu da yanına alarak bir yaşayan ölüler ordusu kurmasının gayet mümkün olduğu Ada’ya yine bir gemiyle, istilacı gibi çıkageliyor Kont Dracula.”[9]

Yönetmen Pablo Larrain, El Conde filminin çekimlerinde.
El Conde’nin müstakbel babası olarak görülen Strigoi (Romanyalı) ile daha sonra Margaret Thatcher olacak olan annesi arasındaki ilişkiye bakılacak olursa, Kont Drakula bir biçimde Ada’ya varmış oluyor ve oradan Şili’ye varacak kadar vampirtokrat ilişkiler içinde yer alıyordu.
“Moretti, Dracula’nın bir aristokrattan çok sermayenin kendisine benzediğini anlatıyor; Harker şatoda dolaşırken, çoktandır toprağa gömülüymüş gibi, üzerini toz kaplamış çok miktarda para bulur; çeşitli zamanlara ve uluslara ait altın sikkeler... Moretti’nin deyişiyle, gömülmüş olan para yaşama dönüyor, sermayeye dönüşüyor ve dünyayı fethetmeye çıkıyor; vampir Dracula’nın öyküsü bundan ibarettir.”[10]
Kont Drakula’nın kişiliğinde Pinochet’yi ve Margaret Thatcher kişiliğinde ise kapitalist sistemi simgeleştirecek olursak; üretim araçlarının özel mülkiyetini elinde bulunduran ve bu araçları kişisel kâr amacıyla işleten sınıf ve bu sınıfın politik iktidarı, her iki simgenin ilişkisinde tarihsel zorunluluk kurar. Biri olmadan diğeri olmaz…
Sonuç yerine
Kapitalist üretim ilişkileri sömürüye dayalı sistemin meşruiyetini sağlamaya çalışıyor. Sermayenin devleti, ideolojik aygıtlarıyla birlikte (okul, din, siyaset, hukuk, medya, vb.) sistemin korunması ve devamı için çalışıyor. Bu amaçla, egemen ideoloji kapitalist üretim tarzının üst yapısını donatırken, popüler ideoloji de üretim ilişkilerinin altyapısını (toplumsal-politik) oluşturmaktadır. Bu anlamda, filmden hareketle simgeleştirecek olursak; Margaret Thatcher, egemen ideolojinin kendisini ifade ettiği alandır. Pinochet popüler ideolojinin kendisini gösterdiği alandır. Thatcher sömürüye dayalı kapitalist sistemi ve üretim araçlarının özel mülkiyetini temsil ediyor. Pinochet söz konusu sistemin, ırk/din/dil, vb. yapıştırıcı motiflerini (gerektiğinde faşizme başvurarak) kullanarak sistemin özgül pratiğini üretiyor.
Filmde uşak Fyodor acı ve itaat üzerine şu saptamada bulunuyor: “İşkence sırasında acıyla korkutmak, acının kendisinden çok daha etkilidir. O bekleyiş sırasında hayal gücümüzün esiri oluruz.” Vampitalizm, Şili deneyi üzerinden egemen ideolojinin ihtiyaçlarını, popüler ideolojik motifleri kullanarak, etkili faşist bir pratik ortaya koyuyor. Vampir metaforu içinde acı ve itaat davranışını görebiliyoruz; kanı emilenin acısı ve kanı emilenin itaati. El Conde, sosyalistlere yaşattığı acıların karşılığında uzun yıllar sürecek olan toplumsal ve politik itaati sağlamış oldu.
Vampir metaforundaki bir diğer özellik, ölümsüzlük yeteneğine(!?) sahip olmak. Pinochet’nin iktidarı on yedi yıl sürdü (Aralık 1973-Mart 1990). İktidarından sonra, 2006 yılında ölene kadar hakkında açılan davaların hiçbirinden hüküm giymedi. Uluslararası Af Örgütü, darbecileri koruyan ve yargılanmalarını önleyen yasaların kaldırılmasını talep etmesine rağmen, Pinochet ve diğer darbeciler için yargı yolu açılmadı. Pinochet, Şili’deki bir askerî hastanede kalp yetmezliğinden öldü. Vampirtokrasi ve onun önemli temsilcisi Pinochet herhangi bir ceza almadan, ne ölümüne neden olduğu binlerce kişi için ne de devlet yolsuzluklarından yargılandı.
Vampitalizm, kapitalist sistemin ve devlet aygıtının özel/gizli süitlerinde ağırlanmaya devam ediyor…
NOTLAR:
[1] F. Cihan Akkartal, “Kan Emicilerin 21inci Yüzyılla İmtihanı”, K24
[2] F. Cihan Akkartal, “Kan Emicilerin 21inci Yüzyılla İmtihanı”, K24
[3] F. Cihan Akkartal, “Kan Emicilerin 21inci Yüzyılla İmtihanı”, K24
[4] "12 Alıntıyla Marx'ın Vampir Metaforu", Düşünbil
[5] "12 Alıntıyla Marx'ın Vampir Metaforu", Düşünbil
[6] Teresa Gutierrez, "11 Eylül 1973: Şili Darbesinden Dersler", Bianet
[7] Ünsal Oskay, Çağdaş Fantazya, Popüler Kültür Açısından Bilim-Kurgu ve Korku Sineması, Der Yayınları, İstanbul, s. 107.
[8] Ünsal Oskay, a.g.e., s. 108.
[9] F. Cihan Akkartal, “Kan Emicilerin 21inci Yüzyılla İmtihanı”, K24
[10] F. Cihan Akkartal, “Kan Emicilerin 21inci Yüzyılla İmtihanı”, K24
Önceki Yazı

Filistinli yazar Adania Shibli:
“Edebiyatın şaşırtıcı tehlikesi, yapabileceklerindedir!”
Shibli'nin Küçük Bir Ayrıntı’sı 2023 LiBeraturpreis ödülüne değer görülmüştü ancak ödülü veren kurum Litprom e. V., töreni “Hamas tarafından başlatılan savaş” nedeniyle iptal etti. Frankfurt Kitap Fuarı’nda Shibli’ye ve eserine reva görülen muamelenin sadece büyük bir hata değil, fiilen bir sansür ve yayıncılık âlemi için bir utanç kaynağı olduğunu düşünerek, Shibli ile Kıraathane'de yapılmış olan uzun söyleşinin yayınını öne alıyoruz.
Sonraki Yazı

Nazi kampı tanıkları
“Primo Levi, 1987’de 68 yaşında evinin merdiven boşluğuna kendini bırakarak intihar etti; Améry ise 1978 yılında aşırı dozda uyku ilacıyla.... Onlar Nazi kamplarının zulmünden kurtulan iki aydındı. Asli görevlerinin 'tanıklık' olduğunu düşünen bu iki aydın, değişmesini umdukları, faşizmin, soykırımın son bulmasını düşledikleri bir dünyanın tam orta yerinde yaşamlarına son verdiler. Verdikleri mücadele saygıdeğerdi.”