Concrete Utopia: Neo-apartman devleti
“Günümüzün modern insanı için ev, ömrünün önemli bölümünü geçirdiği, şehrin vahşi doğasından korunmak amacıyla sığınak olarak kullandığı bir 'mağara' ve korunmak/saldırmak amacıyla kullandığı bir 'kaledir'. İşte Concrete Utopia, 'mağaraların' nasıl birer “kaleye” dönüştüğünü anlatıyor.”

Concrete Utopia'dan bir sahne. (Uhm Tae-Hwa, 2023)
Concrete Utopia filmi, ütopya kavramını ters anlam yükleyerek hikâyeleştiren bir yapım. Filmi distopik hikâye kategorisine yerleştirmek mümkün. Ancak yönetmen bir kelime oyunu yapıyor ve distopik hayatın içinde bile belirli bir ütopyanın barınabileceğini gösteriyor. Peki nedir bu distopya içindeki ütopya? “Hiçbir yerde olmayan yer”, anlamı yüklediğimiz ütopya kavramı, filmde mülkiyet sahibi olmak istediğimiz “yerin” veya “şeyin” düşü olarak anlatılıyor. Bir evin mülkiyetidir ütopya. Filmde, yaşanan büyük bir yıkımdan sonra ölmeyip kurtulan insanlar, tek bir düşün peşine düşüyor; bir evin mülkiyetine sahip olmak.
Concrete Utopia’da ev insanın özel kalesidir. Dünya yıkılsa da yıkılmasa da, her halükârda insan, dışarıdaki “vahşi doğadan” kendini korumak ve güven içinde hissetmek için bu özel kaleye ihtiyaç duyar. Kaleye dışarıdan gelebilecek her türlü saldırı ve yıkım tehdidini göğüslemek, kaleyi savunmak, hatta tehdit edene saldırmak, kalede yaşayanların temel görevidir.

Concrete Utopia
Yönetmen: Uhm Tae-Hwa
Senaryo: Kim Soong-Nyoong (webtoon), Uhm Tae-Hwa, Lee Sin-Ji
Yapım: Güney Kore - 2023
Oyuncular: Lee Byung-Hun, Park Seo-Joon, Park Bo-Young
Concrete Utopia’da ev, insanın şehir hayatının “vahşetinden” kaçıp sığındığı “özel mağarasıdır”. Dışarıdaki “vahşi doğadan” gelebilecek zararları en aza indirmek ve kendisini güvende hissetmek için insan, “mağara” işlevi gören apartman dairelerinde barınıyor ve “mağarasını” kendisi gibi olanlarla paylaşmak istemiyor.
Dolayısıyla, günümüzün modern insanı için ev, ömrünün önemli bölümünü geçirdiği, şehrin vahşi doğasından korunmak amacıyla sığınak olarak kullandığı bir “mağara” ve korunmak/saldırmak amacıyla kullandığı bir “kaledir”. İşte Concrete Utopia, “mağaraların” nasıl birer “kaleye” dönüştüğünü anlatıyor.
Film hakkında bu yazıyı yazmamın sebebi, filmin iyi bir sinema örneği olmasından değil. Aksine, bu filmi sinematografik niteliklere sahip bir yapım olarak göremeyiz. Film, Kim Soong-Nyoong tarafından çizilen, “Yukwaehan Yiwoot” adlı bir webtoon uyarlaması; popüler felaket filmleri listesinde yer alacak türden sıradan bir yapım. Buna karşın film, günümüz insanını ve bu insanın modern hayattaki ilişkilerini analiz etmemiz açısından somut göstergeler sunuyor.
Apartman: Modern kabile mekânı
Sanayileşme sonrasında yeniden kurulan şehirler, mimari alanda ve inşaat sektöründeki teknolojik ilerlemeyle birlikte, yeni bir doğa ve bu yeni doğaya ait yeni bir yaşam üretiyor. Yeni doğanın yeni yaşamı, çelik ve betonun hâkim olduğu bir “doğa organizasyonuna” dayanıyor. Betonun egemen olduğu böylesi bir doğada insanlar, barınmak ve yaşamak için “kutulaştırılmış” mekânlar ürettiler. Betondan yapılmış olan bu kutular insanın sosyal evriminde bugün, modern birer mağaraya dönüştü.
Uzun yıllar önce, doğada var olmanın koşullarını kendi iradesiyle (akıl-beden bütünlüğüyle) oluşturan insan, bugüne dair temel yaşam ihtiyaçlarını ve bu ihtiyaçların gerektirdiği görevleri, artık tek başına var edebilecek ve sürdürebilecek iradeye sahip olamıyor. Sunduğu kolay yaşam biçimiyle apartmanlar; sağladığı teknolojik kolaylıklar, yaşam konforu, güvenlik, sosyo-kültürel ayrıcalık sayesinde, pragmatik mekânlara evrildi. Buna bağlı olarak modern insan, üretim süreci içinde yaşadığı yalnızlığı, psiko-sosyal ve kültürel mekânlarda azaltmaya yöneliyor. Bu amaçla, pragmatik şehirli insan, kendisi gibi olanlarla birlikte yaşamayı ve kendisine benzeyenlerin çevresinde yaşayarak kendisini güvende hissetmeyi tercih ediyor. Bu anlamda apartmanlar, siteler, banliyöler, vb. yerler yalnızlığın giderildiği, güven verici “kabile” mekânlarına dönüşüyor.
Concrete Utopia filmi, ne tür bir felaket olduğu pek anlaşılmayan ama görüntülerden deprem olduğu sanılan bir yıkımın sonrasını anlatıyor. Bu yıkım Seul şehrini yerle bir ediyor. Şehirdeki bu yıkımdan sadece tek bir apartman etkilenmeden çıkıp ayakta kalıyor. Apartmanın, yaşanan bu felakete karşı bir kale gibi direnmiş olması pek manidar. Üstüne, bu kaleyi oluşturan her bir daire, içinde yaşayanlarla birlikte bu felaketten zarar görmeden kurtuluyor. Bu aşamadan sonra, bu “apartman kaleyi” koruma ve savunma görevi, “modern mağaralarında” yaşayan kabile üyelerine (daire sahiplerine) düşüyor.
Film, dış dünyayla bağlantısı olmayan ve ne yaşandığı konusunda herhangi bir bilgisi bulunmayan “mağara sahiplerini” derin bir yalnızlık içinde gösteriyor. Tekin olmayan bir dünyada, bu yoğun yalnızlık duygusunu aşmayı amaçlayan daire sahipleri, hayata tutunabilmek için öncelikle birbirlerine kenetleniyor. Daire sahipleri, korku dolu, belirsiz bir “doğada” bir başına kalıp zayıf düşmektense, birlik oluşturup güçlü bir kabile olmayı tercih ediyor. Çünkü film, yaşanan yıkımdan sağ kurtulanlara yardımcı olacak ve yaralarını saracak herhangi bir kamusal otoritenin varlığından söz etmiyor. Devletsiz ve yasal açıdan otoritesiz kalmış olan daire sahipleri, yalnızlığı ve korkuyu gidermenin çaresini, kendi devletlerini kurmakta buluyorlar.
Concrete Utopia, apartmandaki “modern kabile” hayatının korku ve yalnızlık duygusuna bağlı olarak nasıl oluştuğunu betimliyor. Filmde, modern kabilenin, “yağmalayıcı-toplayıcı” döneme geri-evrildiğini görüyoruz. Bu noktada “modern kabile”, ölüm-kalım ikilemi içinde gündelik yaşamı organize edecek ve buna dair gerekli olan idari yönetimi oluşturacaktır. Film, modern toplumun birer üyesi (!) olan biz seyircilere, “apartman kalesi” veya “modern mağara” kabilesinin, karikatür bir modern devlet aygıtına nasıl dönüştüğünü gösteriyor.
Apartman devleti: Yeni toplum, eski devlet
Filmde Hwang Gung Apartmanı ismiyle anılan bu “yeni toplumun” iki kurucu unsuru olduğunu anlıyoruz. Birincisi, mülkiyet ve mülkiyet ilişkileri. İkincisi ise yabancılar (apartmandan olmayan) ve yabancılara karşı sergilenecek tutum.
Mülkiyet ve mülkiyet ilişkileri, ayrıcalık isteme ve tahakküm etme ihtiyacıyla ortaya çıkıyor. Kapitalist sistemde, artı değer birikimi (sermaye) veya rant sağlayacak herhangi bir mülkü bulunan kişi, bu ayrıcalığa sahip olmayanlara karşı, toplumsal ve siyasal mekanizma içinde üstünlük elde etmeyi amaçlıyor.
Özel mülkiyet ilişkilerine göre düzenlenen toplumun ise ortak bir düşmana ihtiyacı var. Bu düşman (mülksüzler, topraksız köylüler, işçiler, devrimciler, sosyalistler gibi) tarihsel ve toplumsal koşullara göre değişkenlik gösterebiliyor. Kimi zaman, “kurulu düzenin” dışından gelen göçmenler ve merkezden farklı etnik kimlikler, “yabancılar” vb. adı altında iktidarı (mülkiyeti) tehdit eden unsurlar olarak hedef gösterilebiliyor.
Concrete Utopia’da daire mülkiyetini elinde bulunduranlar, mülkiyeti olmayanlara karşı, mülkü ve mülk sahibinin canını koruma, güvenliğini sağlama zorunluluğu duyuyor. Öyle ki, mülkiyeti elinde bulunduran kişi, mülkiyeti olmayanın isyanını bastırabilecek gücü ve hakkı kendinde bulabiliyor. Film, mülkiyet ayrıcalığını ve bu ayrıcalığın tahakkümünün nasıl sağlandığını gösteriyor. Ayrıca film boyunca, mülksüz yabancıların nasıl düşman ilan edildiğini ve mülksüzlere karşı savaşın nasıl ölüm-kalım savaşına dönüştüğünü görüyoruz.
Concrete Utopia, yukarıda sözünü ettiğimiz iki unsura bağlı olarak “apartman devletinin” oluşum koşullarını anlatıyor. Filmin hikâyesinde iki şeye daha öncelik verildiğini görüyoruz: Birincisi, daire sahibi olmayan mülksüzlerin ve yabancıların (yıkımdan dolayı apartmana sığınanlar) ayrıştırılması ve tahliye edilmesi. İkincisi, mülkiyeti korumak ve mal güvenliğini sağlamak için silahlanmak ve gerektiğinde silahlı saldırıda bulunma iradesini göstermek.
Concrete Utopia’nın yeni toplumu şöyle şekilleniyor:
Mülkiyet savaşları içinde kenetlenen mülk sahipleri, vazgeçemeyecekleri bir şey olduğunu öğreniyorlar; sahip oldukları apartman dairesi. Bu daireyi paylaşmak istemedikleri gibi, mülklerini ellerinden alacağını düşündükleri tehdit unsuruna (mülksüz yabancılara) karşı kanlı savaşlara girişiyorlar. Bu savaşı zaferle kazandıklarında, mülksüz yabancıların düşman olduğuna kanaat getiriyorlar. Zaferle sona eren savaş sonrasında mülk sahipleri ve liderler, ortak düşmana karşı “sınıf bilinci” altında kenetleniyor.
Oluşan bu yeni toplumda, sadece mülk sahiplerinin yaşama ve barınma hakkı olacak. Yeni topluma ait mekânlara sadece mülkiyet ayrıcalığı olanlar girebilecek. Apartmanda yaşayanlar, temel bakım ve gıda ihtiyaçlarını, “apartman devletine” sundukları katkıya göre alacak. Bazıları çalışırken, diğerlerinin yan gelip yatmasına izin verilmeyecek. Suçla mücadele gücü, düzeni sağlamaktan sorumlu olacak; 16-60 yaş arası herkes bu “paramiliter” emniyet gücüne katılabilecek. Erzak Birimi, yönetmeliğe göre periyodik olarak erzak dağıtacak. Onarım Gücü, teknik işlerden sorumlu olacak; sağlık, elektrik, ısınma, yardım ve atık yönetimini sağlayacak. Suçla Mücadele Gücü içinden seçilen özel ekip (Yağma Birliği), apartmanın dışına çıkıp yıkıntılar arasından erzak toplayacak ve mülksüzlerin elindeki “birikimleri” yağmalayacak. Bu yağma ekibi, belirlenmiş olan gıda yardımından daha fazla pay alacak; bu ekibin dışında kalanlara ise asgari ihtiyaç kadar pay verilecek.
Film, söz konusu yıkımla birlikte eski toplumun ve eski topluma ait değerlerin de yıkıldığını anlatıyor; “yeni toplumda” katille papaz arasında fark kalmadığını, yüksekte olanla aşağıda olan arasındaki ayrımın kalktığını söylüyor. Bu anlamda eski topluma ait yasalarla tanımlanmış olan değerler, kurallar, gelenekler, vb. her türlü kamusal norm, bu “yeni toplumda” lağvediliyor. Tıpkı savaş sonrası gibi, her şey sıfırlanıyor.
“Apartman devleti” içinde kurulan yeni toplumun ayrıcalıklı üyeleri olan mülk sahipleri, kutlamalar sırasında attıkları sloganlarla, oluşturdukları yeni topluluğun konsolidasyonunu sağlıyor; “Yaşasın sitemiz!” “Yaşasın lider!” “Site sitelilerindir!” Bu sloganların ait olduğu ideoloji ve bu ideolojinin ait olduğu “apartman devleti”, eminim ki hepimize tanıdık geliyordur. “Apartman devleti” de olsa, neo-liberalizm, her koşulda kendisini gösterebilecek mülkiyet ilişkilerini kurabiliyor. “Apartman devleti” yeni toplum formuyla oluşmuş olsa bile, kendi içinde hala eski devletin otoriter kimliğini, geleneklerini ve alışkanlıklarını sürdürüyor; yeni toplum, eski devleti içinde barındırmaya devam ediyor.
Sosyal Darwinist apartman: Güçlü toplum, güçlü devlet
Bir topluluğun (ülke, devlet, iktidar, sınıf, birey) var olma ve varlığını devam ettirebilme gücü, iki şekilde sınanıyor: Birincisi doğal sebepler, doğal afetler; kuraklık, sel, deprem, yangın, vb. koşullarda. İkincisi, doğal olmayan sebepler; savaş, ekonomik bunalım, politik isyanlar, devrimler, sosyo-kültürel ve psikolojik “parçalanma” koşullarında. Bu iki faktörden birincisinde insan dolaylı bir etkiye sahip. Birincide asıl belirleyici olan doğanın rasyonalitesi ve bu noktada, doğanın Darwinist determinizmi geçerli. İkincisi ise doğrudan insan kaynaklı ve doğa bu faktörden dolaylı olarak etkileniyor. Bu anlamda topluluğun gücünü gösterebilmesi, bu faktörlere karşı vereceği sınavdan başarıyla çıkıp çıkamamasına bağlı. Buna göre sosyal ve ekonomik hayat bir “kurtlar sofrası”. Dolayısıyla, ikinci faktörde sosyal Darwinist yasaların daha etkili olduğunu görüyoruz. İster rasyonel sebepler olsun ister irrasyonel, sonuç olarak güçlü olan hayatta kalıyor.
Concrete Utopia’da Hwang Gung isimli “apartman devleti”, yüz otuz altı daireden oluşuyor. Bu devlette, sadece iki yüz on dokuz kişi yaşanan depremden sağ çıkıyor. Daire mülkiyeti ve yabancı/sığınmacı tehdidi gibi iki temel unsura bağlı olarak, hiyerarşisini oluşturan apartman topluluğu, yıkıntıların arasından güçlü bir biçimde çıkabilmek için prototip bir devlet aygıtı kuruyor. Bu aygıt, silahlı uzantılarını ve saldırı kuvvetlerini oluşturarak güç tahkimatına yöneliyor. Bu tahkimatın yürütücüsü olacak olan tipik modeli film şöyle tarif ediyor; askerlik görevini yapmış mülk sahibi erkekler, lider önderliğindeki yürütme komitesinde görevlendirilecek.
Filmde “apartman devleti”, sosyal Darwinist yasaları uygulamaya başlıyor; çoğunluğun karar yetkisi kullanılarak sitenin yaşam alanında bulunan yabancılar/sığınmacılar tahliye ediliyor. Mülk sahiplerinin devleti, sitedeki yabancıları hamamböceklerine benzetiyor ve devletin “ciddi bir temizliğe” ihtiyacı olduğunu söylüyor. Silahsız ve mülksüz olanlar tek tek yakalanıp “sınır dışı” ediliyor.
Sosyal Darwinist apartman devletinin bir diğer önemli niteliği güçlü bir lidere ihtiyaç duyması. Güçlü toplum, güçlü bir lider etrafında kenetlenebilir. Ayrıca güçlü liderler, güçlü toplumlara ihtiyaç duyarlar. Film böyle bir liderin neden gerekli olduğunu gayet açık anlatıyor. “Apartman devletinin” kurulma sürecine ve mülk sahiplerine önderlik edebilecek bir “çoban” aranıyor; örgütleme gücü yüksek, kriz çözme iradesine sahip, hem devlet hem de mülkiyet için kendisini feda edebilecek, gerektiğinde hayatını “kabilesi” için tehlikeye atabilecek bir lider isteniyor. Bu liderin erkek olması gerektiği özellikle vurgulanıyor.
Söz konusu özellikleri taşıdığı düşünülen kişi (daire sahibi olma sürecinde yaşadığı hak ihlali ve bu yüzden sebep olduğu cinayeti bir kenara bırakırsak) liderliği, mülkiyet savaşında cansiperane bir mücadele vererek kazanıyor. Bununla da yetinmiyor, ajit-prop konuşmalarıyla “devletine” bir kimlik ve mülk sahiplerine de bir “bilinç” kazandırıyor. Liderin, mülk sahipleriyle devleti birbirine kenetleyen en önemli konuşması ise şöyle:
“Bir milletin gücü, evin bütünlüğünden anlaşılır. Vatanseverlik aileni korumaktır. Babalarımızın ve oğullarımızın elde ettiklerini bir yabancının almasını ister miyiz? Yaşadığımız bütün bu sıkıntılar için hepimiz ödüllendirileceğiz.”
Özel mülkiyetin sadece parasal (somut) bir karşılığı bulunmuyor. Aynı zamanda ideolojik, kültürel ve ahlaki değerler içeren soyut bir karşılığı da bulunuyor. Öyle ki, soyut mülkiyet, somut mülkiyetin nedenselliği haline geliyor. Soyut mülkiyet değerleri içinde “ev” ve “toprak”, vatan imajinasyonuyla anlamlandırılıyor. “Kadın” ve “kız çocuğu” ise namus imajinasyonuyla anlamlandırılıyor. Concrete Utopia, özellikle birinci anlamlandırmayla aşırı yüklü bir film. Ülkenin yaşadığı yıkımdan geriye sadece bir apartman kalıyor. Bu apartmanda yaşayanlar, yıkılmamış olan “unique” bir apartmanın seçilmiş daire sahipleri. Ölüm ve yıkımla (kıyametle) çevrili bir “doğada” apartman, hayata tutunan ve geleceği kurabilecek olan tek toprak parçası; adeta “Nuh’un apartmanı”.
Mülksüz yabancıların arasında
Filmin sonunda, “apartman devletini” terk ederek sitenin sınırlarını aşan ve “mülksüz yabancıların” arasına karışan karı-koca, ilk kez apartmanın dışında bir mekânda, hayatta kalmanın anlamını yeniden sorguluyor. Kilise yıkıntıları arasında tefekkür eden çiftin sorgulayışına İsa Peygamber vitrayından süzülen güneş ışığı eşlik ediyor ve manevi yolu gösteriyor. Öyle ki, evini terk etmek zorunda kalan çiftin, büyük yıkımdan sonra yaşadığı yalnızlığa, bu kez evsiz kalmanın yıkımı da ekleniyor; devletsiz, evsiz, ailesiz, güvencesiz kalıyorlar. İşte bu noktada, Tanrı’nın mucizevi ışığı çiftin üzerine yansıyor. Film boyunca ilk kez gördüğümüz “dindar güneş” her şeyini kaybetmiş olan çifte, yabancılarla eşit ilişki kurmasını telkin ediyor.
“Mülksüz yabancılar” dayanışma örneği göstererek sığınmacı çifte sahip çıkıyor. Mülksüzlerin otonom ve dayanışmacı alternatif yaşam deneyi, “apartman devletinden” ayrılıp gelmiş olanlar için şaşırtıcı görünüyor. “Apartman devleti” ile dayanışmacı toplum arasındaki farkın mülkiyet ve mülkiyetçilikten kaynaklandığını anlıyoruz. Mülkiyet son bulunca iktidar (devlet, polis, otorite, zor, vb. aygıtlar) da dağılıyor. Filmin göstermek istediği ama gösteremediği ütopya bu olsa gerek.
“Mekân, yaşantının üstünde aktığı nötr bir yüzey değil de insanı üreten aktif bir unsur olduğundan, insan evinin, apartmanının hangi tasarım disiplinini benimsediğini merak ediyor.”[1] Yaratılan mekânlar, yaşanan zamanların mahsulü olarak şekilleniyor. Tarihsel ve toplumsal koşullar yaşam mekânlarını belirlediği gibi, bu mekânların dönüşümüne de yol açıyor. Bunun en iyi örneği, sanayileşmeyle kentleşmenin eşzamanlı ve eşgüdümlü olarak gelişmiş olmasıdır. Bu nesnel/dışsal dinamikler, şehirlere sosyo-ekonomik kimlikler kazandırıyor. Şehirlerin genel/üst kimliğinin yanı sıra, şehir mekânlarını parçalayan ve özel/alt şehir mekanları oluşturan faktör, sözünü ettiğimiz aynı nesnel dinamikler. Şehir mekânının alt kimlikleri; bölge, ilçe, semt, mahalle, site, apartman gibi parçalı sosyoe-konomik ve kültürel yapılardan oluşuyor. Bu yapıların politik ve psikolojik ilişkileri, şehrin üst kimliğiyle yaşadıkları çelişki ve çatışmalara göre şekilleniyor.
Yaşanan yıkımdan önce, belki sıradan, basit bir bina olan Hwang Gung Apartmanı, yıkımdan kurtulan “unique” bina olunca; binanın sosyo-ekonomik değeri de bir anda artıyor. Politik ve psikolojik önemi değişiyor. Binanın devletleşmiş bir apartman kaleye dönüşmesi stratejik konumunu etkiliyor. Apartmanın kimliğinde ortaya çıkan bu dönüşüm doğal olarak apartmandaki daire sahiplerini de etkiliyor. Mülkiyeti elinde bulunduranlar, binanın sahip olduğu tüm ayrıcalıkları içselleştirmiş oluyor. Dolayısıyla yıkımdan kurtulan “unique” bina; otoriter, saldırgan, yabancı düşmanı bir apartman devletine dönüşüyor. Buna bağlı olarak, daire sahipleri de mülkiyetçi, bencil, “apartman milliyetçisi” bireylere dönüşüyor.
Film, kurgusal hikâyesi içinde, yaşadığımız dünyaya ait bildiğimiz ve tanıdığımız herhangi bir sosyo-politik ve yasal (kamusal) otoritenin varlığından söz etmiyor. Kıyametvari bir yıkımın sonrasında insan, mutlak bir yalnızlığın içinde yaşıyor. Böylesi mutlak bir yokluğun içinde, temel varoluş ihtiyaçlarını tek başına karşılamak ve can güvenliğini sağlamak zorunda kalıyor.
“İnsanlar savaş manzarasını andıran şehirlerde darmadağın olmuş hayatlarını toparlamaya çalışırken, evimizin duvarlarından çıkıp daha kolektif bir hisse bürünmemiz etik bir sorumluluktur artık.”[2] Evsizleşme (mülksüzleşme) talebi, bir güvenlik ve kazanç sorunu olmaktan çıkarılmalıdır. Kamusal yapının zayıfladığı ve bireyin toplumsal yalnızlık yaşadığı koşullarda, ev/mülk “yapay” bir güvence oluşturuyor. Birey, özgür ve mutlu yaşam koşullarını; birey temel ihtiyaçlarını (barınma vd.) kamusal dayanışma ve eşit paylaşım ilişkileri içinde çözebildiği takdirde sağlayabilir.
İnsan her türlü zor koşula rağmen hayatını sürdürebilecek olanakları yaratmaya çalışıyor. Yaşadığı her “doğal” ortama süreç içinde uyum sağlayabiliyor. Bu noktada önemli olan, insanın hayata bağlanma noktası ve bağlanma biçiminin nasıl olduğu; bencil ve mülkiyetçi mi yoksa dayanışmacı, paylaşımcı ve toplumcu mu? Bunlardan hangisini seçerse, “dünyası” ya da diğer bir ifadeyle “ütopyası” da ona göre şekilleniyor.
NOTLAR:
[1] Sılay Sıldır, "Gençler Sizin Eviniz Yok mu?", K24.
[2] Ahmet Ergenç, "Yıkımdan Sonra: Felakete Uğrayan Ev", K24.
Önceki Yazı

Özge Özdemir ile Geçmişin İzleri üzerine...
Geçmişin İzleri – Altmışlı ve Yetmişli Yılların Kolektif Belleği adlı çalışmasıyla Türkiye siyasi tarihinin toplumsal hareketlerle hemhal olduğu bir dönemine dikkat çeken Özge Özdemir’le özel bir kuşağı, bu kuşağı özel yapanın neler olduğunu ve 12 Eylül’ün bu kuşak üzerindeki etkisini konuştuk.
Sonraki Yazı

Gökçe İrten:
“Çocuğunuza kitap alıyorsanız bilin ki: Size de bir şeyler var.”
“Multi-disiplinerlik bir tarafın bir şey yapması, bir tarafın durması anlamına gelmiyor. Kafam zaten bir şey yaparken bir taraftan başka bir şey de yapıyor muhakkak ya da şöyle oluyor: Mesela bir kitap yazmış oluyorum. Diyorum ki tamam, şimdi kitabı durduruyorum. Çünkü o taraftan besinimi aldım, proteinimi aldım. Şimdi sebze tüketmem gerekiyor. O zaman da sanat tarafına gidiyorum...”