Semih Gümüş:
“Yeni yazarlar keşfettikçe daha çok şey öğreniyorum.”
“12 Eylül’ün hemen ertesindeYarın dergisini yayımlarken 'toplumcu gerçekçiliğin soluğu' sloganıyla çıkmıştık. Çok politik gençlerdik ve toplumcu gerçekçilik bizim için başat anlayıştı. Neden sonra biz de olgunlaştık, edebiyatı dar kalıplar içine sığdırmamak gerektiğini öğrendim. Faulkner, Virginia Woolf gibi yazarları okuduktan sonra da edebiyatın aslında ne ve nasıl olması gerektiğini gördüm.”

Semih Gümüş
Geçtiğimiz haftalarda yayımlanan Yaşadıklarım Belleğimde Uğulduyor’da anılarınıza paralel bir şekilde yazı ve yazarlarla da nasıl bir ilişki kurduğunuzu/geliştirdiğinizi açıkça ortaya koyuyorsunuz. Kitabın merkezinde anılarınızın, kişisel tanıklıklarınızın olduğu söylenebilir. Öncelikle sizi anılarınızı yazmaya yönlendiren ne oldu?
Bu ülkenin zor yıllarının son elli yılının içinden tanığıyım. İdeallerimiz için kendi kuşağımızla birlikte o zor yıllar içinde verdiğimiz bir mücadele vardı. O elli yılın içinde güzel hayatlar olduğu gibi, devlet şiddetinin kararttığı yıllar da var. Yaşadıklarım arasında belleğimde en çok izi kalmış anıları yazmak istediğimi düşündüm. Kitabı okuyan kimi arkadaşlarım benden yaşadıklarımın büyük bölümünü yazmamı beklemiş, onu bulamamışlar. Ama ben baştan sona kronolojik bir anı kitabı yazmayı düşünmemiştim. Şu da var: Gerek politik hayatımın gerek yazarlık ve yayıncılık serüvenimin önemli, bende iz bırakan anıları var ki, her biri önemli, o kadarını yazmayı yeterli gördüm.
Bugüne kadar kaleme aldığınız birçok metinde/eserde edebiyata dair düşüncelerinizi farklı şekillerde ifade ettiniz. Yaşadıklarım Belleğimde Uğulduyor’da da oldukça derin ve detaylı bir şekilde bu konuya, edebiyatın sizin için ifade ettiği anlama/değere değiniyorsunuz. Peki aradan geçen bunca yılda edebiyat ve edebiyata yaklaşımınız nasıl ve ne yönde/yolda değişti?
Bir değişim oldu elbette. 1981 yılında, 12 Eylül’ün hemen ertesindeki zor bir yıl içinde Yarın dergisini yayımlarken “toplumcu gerçekçiliğin soluğu” sloganıyla çıkmıştık. Çok politik gençlerdik ve toplumcu gerçekçilik bizim için başat anlayıştı. Neden sonra biz de olgunlaştık, edebiyatı dar kalıplar içine sığdırmamak gerektiğini öğrendim. Faulkner, Virginia Woolf gibi yazarları okuduktan sonra da edebiyatın aslında ne ve nasıl olması gerektiğini gördüm. O günlerden bu yana yerleşik, oluşmuş bir anlayışım var. Ne değişiyor? Yeni yeni yazarlar keşfettikçe daha çok şey öğreniyorum. Bunun da sınırı yok.
Yaşadıklarım Belleğimde Uğulduyor’da birçok kitaba, yazara ve entelektüele yer veriyorsunuz. Söz konusu tüm bu isimleri, eser ve üretimleri dile getirirken işin içerisine bir de “anılar” giriyor. Bu noktada bir eleştirmen olarak Semih Gümüş ile anılarını kaleme alan Semih Gümüş arasında herhangi bir ayrım gözettiniz mi? Anılarınızı kaleme alırken eleştirel yazılarınızdan farklı olarak nasıl bir düşünce ile hareket ettiniz?
Ben kendime ilk günden beri hiç eleştirmen demedim. Belki yazar denebilir, sanırım daha uygun olur. Ve hayatımın hiçbir alanında farklı olmadım, hep aynıyım. Ben kendimi böyle görüyorum ama dışarıdan nasıl görünüyor, bilmiyorum. Yakınlarım bilir, erken gençlik yıllarımda, (şimdi geç gençlik dönemimdeyim :) dergicilik günlerimizde ve partili hayatımız içinde epeyce serttim, sonsuz bir disiplin anlayışım vardı. Neden sonra iyi ki değiştim, şimdi de beni tanıyanlar yumuşak, uyumlu bir kişiliğim olduğunu söylüyor. Öyle olmak isterim. Dolayısıyla anılarımı yazarken de aynı yazardım.
Anılar birçok açıdan şahsi metinler olarak nitelenebilir. Bu bağlamda kişisel olanı kamuya açarken herhangi bir kıstasınız oldu mu?
Ne denebilir; herkese açabileceklerimi yazdım. Çok kişisel olanlar yazılmadı. Yakınlarım bu konularda ketumluğumu bilir, öyle olduğu için de sırlarını bana kolayca açarlar.
Yaşadıklarım Belleğimde Uğulduyor, aynı zamanda arka planında Türkiye’nin geçirdiği tarihsel, sosyolojik ve entelektüel dönüşüme de ev sahipliği yapıyor. Kitabın kuşattığı tarihsel aralıkta siz ve kuşağınız nasıl bir süreçten geçtiniz? Bu tarihî arka plan ve geçmiş, zaman içerisinde sizi nasıl etkiledi/dönüştürdü?
Kitapta anlattığım anıların önemli bir bölümü kuşağımla birlikte yaşadığım yılların içinden çıktı. En iyisi onları kitapta okumak. Şimdi o kadar iyi anlatamam. Ama biz 1960’ların sonlarında çocukluktan çıktığımız yıllardan 1990’a kadarki otuz yıl içinde adeta politik romanlarda anlatılanlar gibi yaşadık; sınırsız özveri, ölümü hiçe sayan bir anlayışla. 1973’ten 1980’e altı yedi yıl, sokaklarda faşistlerin beş bine yakın insanımızı, arkadaşımızı öldürdüğü, ağır, sert yıllardı. Şimdiki gençlere o yılları anlatmak olanaksız. Denir ya, anlatılmaz, yaşanır. Öyleydi. Kim bilir kaç kere söylemişimdir: Bizim kuşağımız bu ülkenin en çok eza ve cefa çeken ama en değerli kuşağıdır. Ben çocukluk yıllarımda keşfettim Marksizmi. O benim düşünme biçimimi değiştirdi, yani geliştirdi, bilişsel yetilerimin keskinleşmesinde Marksizmin payı belirleyicidir. Ve onu yaşadığımız koşullara uygun bir düşünme biçimi, bir yöntem olarak alırsanız, anlama, soyutlama yetileriniz alabildiğine açılıp genişler. Bendeki değişim böyle olmalı.
Anılarınızı birtakım kitap ve düşüncelerle “soyutlayarak” kaleme aldığınızı belirtiyorsunuz, ki bu bence Yaşadıklarım Belleğimde Uğulduyor’u salt bir anı kitabı olmaktan öteye taşıyor. Hayli kişisel bir konu olan anılar, kitap ve düşüncelerle soyutlandığında ortaya nasıl bir yapı çıktı?
Edebiyat beğenisine çok güvendiğim, zor beğenen arkadaşım Şavkar Altınel bu kitabımın oldukça iyi olduğunu söyledi, bir de kitap üstüne yazı yazdı, genç arkadaşım Erdinç Akkoyunlu da adeta roman gibi olduğunu yazdı. Sizin sorunuzun yanıtı onların sözlerinde sayılır mı? Yaşadıklarım Belleğimde Uğulduyor bu övgülere yakışır mı bilmiyorum ama şunu söyleyebilirim: Bu kitabı yazmak zorundaydım, yazdığım için çok mutluyum, sanırım en sevdiğim kitabım bu.
Peki anılarınızı kaleme alırken hangi noktalarda eleştirmen kimliğinizden uzaklaştınız veya yaklaştınız? (Veya böyle bir düşünce/eğilim ön plana çıktı mı?)
Ben ancak ‘70’lerin sonlarında edebiyat dünyasının içinde olmaya başladım. Ondan önce başka işlerden vakit bulamıyordum. Dediğim gibi, anılarımı yazarken de, eleştiri yazarken de, kitap okurken de, mutfakta yemek yaparken de, sokakta Parti’nin bildirilerini dağıtırken de aynıyım ben. İnanmayan yakınlarıma sorabilir!
Bugüne kadar hep başka isimleri, onların eserlerini ve edebi serüvenlerini yazdıktan/değerlendirdikten sonra bu kez kendinize dönmeniz size nasıl bir alan açtı? Kendi yaşantınızı, edebiyata dair düşünce ve öngörülerinizi değerlendirirken neler düşündünüz, nasıl bir yol izlediniz?
Önemli. En çok, tedirgin oldum. Bu kitabımın benim için çok önemli olduğunu biliyordum, dolayısıyla baştan sona yüksek bir düşünsel niteliği olmalıydı, anılarım içten olmalıydı, dili bugüne dek yazdığım kurmaca dışı kitaplarımın üstünde olmalıydı. Olup olmadığına artık ben karar veremem. Ama iyi bir okur arkadaşım Türkçesi için bazı övgüler yazdı bana, sevindim.
Anılar bağlamında çokça tartışılan konulardan birisi de şüphesiz oto-sansürdür. Bugüne kadar Abdülhak Şinasi, Yakup Kadri, Falih Rıfkı, Halide Edip, Mina Urgan, Erdal Öz, Ayfer Tunç gibi birçok isim anılarını yayımladı. Ancak yazdıkları kadar yazmadıkları, dile getirdikleri kadar getirmedikleri de bu bağlamda tartışıldı, değerlendirildi. Peki siz anılarınızı kaleme alırken kendinize veya ele aldığınız kişilere/eserlere karşı herhangi bir dikkat gözettiniz mi?
Evet, etmişimdir; kendimle ilgili olarak, dedim ya, ketumluğum yüzünden yazmaktan kaçındığım durumlar olmuştur ama ayrıntılardır onlar. Başkaları için öyle bir çekinceye gerek görmedim. Çünkü tanıyıp arkadaşlık, dostluk ettiğim kişiler, benim kuşağımdan ya da bizden önceki abilerimiz bunu gerektirecek kişiler değildi, tümü de şahane insanlardı.
Belki Sonra Başka Şeyler de Konuşuruz isimli ilk romanınız 2015’te, Yalnızlık Kime Benzer isimli ikinci romanınız ise 2017’de yayımlanmıştı. Kurgu ile kurgu dışı arasındaki bu geçişlere bu kez bir anı kitabı dahil oldu. Bu geçişliliği, zamanla eleştiriden kurguya ve ardından yaşantıya geçişi nasıl yorumlamak gerekir?
Demek ki bu adamın son dönemi böyle olacak, diye yorumlayabiliriz. Hayatımın sonuna dek beş kitap yazmak istiyorum. Biri çok önem verdiğim bir eleştiri-inceleme kitabı, biri öykü kitabı (hemen hemen hazır), ikisi roman (biri yazılmaya başlanıp durdu, öbürü kafamda), bir de adını koyduğum, yayımlanmayı bekleyen, Marksizm üstüne kendime özgü yorumlarımı sorgulayıp yazdığım bir kitap. Bunları yapabilir miyim, onu da kesin bilmiyorum ama yaparsam gözüm açık gitmem bu dünyadan.
Eleştirmen ve yazar kimliğinize paralel bir şekilde yayıncı olarak da oldukça özel bir çizgide hareket ettiğinizi söylememiz mümkün. Bir yayıncı olarak takip ettiğiniz yol ile bir eleştirmen/yazar olarak izlediğiniz rota arasında nasıl bir ilişki var? Yayımlayacağınız eser ve isimlere karar verirken nasıl bir düşünce ile hareket ediyorsunuz?
Yayıncılık benim hayatımın büyük bölümünü aldı. Yayıncılıkta kırk iki yılı geride bırakmışım. On yedinci yılı içindeki Notos Kitap’taki tutumumu basitçe şöyle tanımlayabilirim: Yayımladığımız dergide ve kitaplarda tek bir nokta ya da virgül bile yanlış olmamalı. İşimde titizim. Çünkü ticari bir yayıncılık yapmadım, yapmayı beceremedim. Eleştiri yazılarını yoğun biçimde yazdığım yıllarda okuduğum her kitabı en az iki kere okumaya çalıştım, roman, öykü ya da şimdiki Yaşadıklarım Belleğimde Uğulduyor’da ise kendimi ürkütecek kadar titizlik göstermeliydim. Bunlar tedirgin ediyor.
Doğa sizin metinlerinizde olduğu kadar anılarınızda da özel bir yer ediniyor. Doğayı sizin için bunca anlamlı/özel kılan nedir? Doğa sizi ve yaşantınızı nasıl ve ne yönde etkiliyor?
Doğanın edebiyatın içinde ne denli önemli olduğunu önce Yaşar Kemal’den öğrendim. Sonra da doğayı anlatan romanları özellikle okumaya çalıştım. Hayatımın bu döneminde –kitapta epeyce yer bulan– bir doğa ilişkisi içindeyim. Doğrusu gerçek bir doğacı olmak kolay değil. O nedenle çocukluk yıllarından başlayan bir yaşantı içinde olmak gerekiyor. Böyle bir şansım olmadı. Ama doğa insan kadar önemli, bazen insandan daha önemli. Onu iyi tanımak ve anlamak için hem okuyorum hem içinde yaşamaya çalışıyorum.
Kitap boyunca birçok önemli yazar, şair ve entelektüelden söz ediyorsunuz. Öyle ki, Alberto Manguel’den Şavkar Altınel’e, Yaşar Kemal’den Adalet Ağaoğlu’na kadar birçok isim gerek kişisel dostlukları gerekse metinleri ile sizin hayatınızda kendilerine özel bir yer edinmeyi başarabilmiş. Bu noktada sizin için ayrı bir kıymeti olan, gerek kişisel yaşantınız gerekse metinleriniz bağlamında sizde farklı bir yeri olan özel figür(ler)/isim(ler) söz konusu mu?
Kişisel hayatımda bu kitabımı ithaf ettiğim kişi var, otuz yedi yıldır, bir gün bile birbirimize yan gözle bakıp tartışmadan yaşadığım, demek ki ömrümün sonuna dek birlikte yaşayacağım insan var; sonra geç döneminde iyi bir arkadaşım ve akıl hocalarımdan olan oğlum var; bir de yaklaşık iki yıl önce ansızın kaybettiğim, on bir yaşımızdan bugüne dek hayatın her alanında, okulda, içinde çalıştığımız Türkiye İşçi Partisi’nde, çeşitli yerlerde hiç ayrılmadığımız, sonra ayrı şehirlerde yaşadığımız için her gün her gün telefonla konuştuğumuz, onunla konuştuklarımı bir başkasıyla konuşamadığım arkadaşım Bülent (Artamlı) var. Bu üç kişi önemli. Yayınevindeki genç arkadaşlarım, çok az sayıdaki yazar şair arkadaşım, Parti’deki yakın birkaç arkadaşım, ne bileyim, bunlar önemli işte. Bir de adını saydığınız yazarlar var, onlara bir on kişi daha ekleyebiliriz. Bir de Umberto Eco, Adorno, Barthes gibi, tanıma fırsatım olmayan ustalarım; edebiyat düşüncesiyle ilgili en çok şeyi üçünden öğrendim.
Son bir soru: Edebiyatı sizin için bunca değerli kılan nedir? Bütün bir hayatınızı edebiyata vakfettiren temel motivasyon/düşünce/arzu, kökenini nereden alır?
Hayatımın bir döneminden sonra benimle yapılan bir söyleşide, “Benim için artık edebiyat hayattan daha önemli” demiştim. Hâlâ öyle mi? Bu ülkede yaşadığımız, bize yaşatılan acılara bakınca böyle söylemeye utanırım ama edebiyat çok önemli. Hayatın kendisi edebiyat.
Önceki Yazı

Alice Harikalar Diyarında
ya da koordinatsız düzlem
“Alice Harikalar Diyarında bir çocuğun, Alice’in maceraları olduğu kadar bir rüya da. Ama sapkın bir bilinçaltının üretmiş olduğu, tatmin edici bir hülya ya da rahatsız edici bir kâbus değil bu rüya. Daha çok bir çocuğun hayal edeceği gibi, imkânsızlıklar ve olasılıksızlıklar üzerine kurulu.”
Sonraki Yazı

Kurmacanın güzelliği:
Polis yok!
“Coleridge, romantik karakterlerin bir hakikat duygusu oluşturabilmesi için 'inançsızlığın askıya alınması'nı istiyordu okurdan. İnsan, söylenenler gerçeklikten ne kadar uzak görünse de inanmaya istekliydi aslında. Eco'nun daha sonra 'kurmaca anlaşması' olarak tanımlayacağı şey...”