Şavkar Altınel metinleri üstüne bir deneme
“Şavkar Altınel, okurla anlatısı arasına kendisini bir perde gibi geren, anlatısını kendinden süzerek bize aktardığını özellikle bilmemizi isteyen bir yazardır. Edebiyat üzerine de, yaşam üzerine de konuşurken arka planı yok saymadan ama mümkün olduğunca da zamanın ve tarihin uğultusunu eksilterek yazar.”

Şavkar Altınel. Sahildeki Yabancı (Şule Takmaz Nişancıoğlu, 2020) adlı belgesel filmden.
“Şiir her zaman bizi çağıran yabancı bir sestir; tek bir dil bilip yalnız o dildeki şiirle tanışık olsak da bu durum değişmez. Ama duyduğumuz, başkalarının duyduğundan farklı o sesi körü körüne taklit ederek değil, içimizde ona cevap veren yankıya doğru evrilerek şair oluruz.” [1]
Şiir yazmadığım için nasıl şair olunduğunu bilmiyorum, ama öncelikle iyi bir okur olmanın da yolunun bu olduğunu biliyorum. Altınel’in tanımıyla o “yankıya” doğru evrilerek okur olduğumuz gibi, kendi olduğumuz insan da oluruz. Tıpkı Altınel’in Tepedeki Yabancı kitabındaki “Atom Lunaparkı” adlı yazıda anlattığı dalgaların getirdiği çakılların Dungenes burnunu büyütmeye devam etmesi gibi, okuduklarımız da yaşadıklarımız gibi, adına “ben” dediğimiz içsel coğrafyamızı zaman zaman törpüleyerek, zaman zaman keskinleştirerek ya da derinleştirerek veya genişleterek sürekliliğini koruyan bir değişimi besler. Kendi başımıza açamayacağımız odaların anahtarlarını, gidemeyeceğimiz yolların haritalarını buluruz okumalarımızda. Okuduklarımızın bizi değiştirdiğine inanmadığını yazan Altınel bana bu konuda ilk bakışta katılmayacaktır tahminimce. Ama ben de zaten bu değişimden a kişisinden b kişisine dönüşmeyi kastetmiyorum. Ki olanaksızlığını bilmekle birlikte okurken –ne denli ürpertici olsa da– bu gizli arzuyu taşırız:
“Gençliğimizde bir dönem ilgi duyduğumuz, ama yıllar sonra baktığımızda şiirimizin üzerinde bıraktığı önemli bir ize rastlamadığımız bir şair nedir? Değerlendirilmemiş bir fırsat, kurulmamış bir ilişki, yaşanmamış bir hayat.”[2]
Şavkar Altınel’in son kitabı Wisconsin, 1963 böyle başlıyor… O “başka” bir “ben”in ihtimaline ilişkin göndermeyle. Bundan sonraki temel akış da zaten Thomas Lowell’ın Seçme Şiirler’inin elden düşme bir baskısıyla karşılaşması ve kitabı almasıyla devam ediyor. Yazarlığının yanı sıra eğitimi de edebiyat üstüne olan Altınel’in Thomas Lowell’dan yola çıkarak şiire, Amerikan şiirine ve şiir eleştirisine ilişkin dile getirdiği görüşleri elbette çok değerli. Ancak kitabın daha geniş bir okura açıldığı nokta, her yeniden okumanın yazara olduğu kadar, okuyanın kendisine de yeniden bakması demek olduğunu bize hatırlatması. Yeniden okunan yazar, Wisconsin, 1963 örneğinde olduğu gibi, okumamızın sonunda yeniden aldığımız yere bırakacağımız bir yazar olduğunda bile içimizde ona direnen şeyin ne olduğunu o güne dek iyi kötü bilsek de, bu kez daha soğukkanlı olarak tanımlamamızı ve neyin ne için yanında kaldığımızı temize çekmemizi sağlar. Yeniden okumada tanımladığımız ve temize çektiğimiz şey bir edebiyat metni ya da yazar değil, yaşamımızın, “ben”imizin kendisidir. Tarihin her kuşak tarafından yeniden yazılması gibi, kendimizi de yeniden yazarız ve yazı bir uzun süren bir yolculuktur. Özellikle de Şavkar Altınel’den konuşuyorsak…

Şule Takmaz Nişancıoğlu’nun Sahildeki Yabancı kısa filminde Şavkar Altınel, 2020.
Bazı kitaplarda yaşamın öyküleri gürül gürül akar. Sanki yazar onları yazmıyordur da, o olup bitenlerin tamamı, olduğu haliyle kitabın sayfalarında olup bitiyordur. Okuduğumuzun kurulmuş bir hikâye olduğunu, nice ayrıntının ayıklanıp dışarıda bırakıldığını unuturuz. Sayfalar bir ekrana dönüşür, o kahramanlar, karakterler gözümüzün önünde sürdürürler varlıklarını. Sıklıkla, elimizi uzatsak dokunabiliriz duygusuna kapılırız. Özellikle gençliğimizin obur okumalarında çok etkilidir bu duygu; birçoğumuzun okurluk öyküsünün başında klasikler ve gerçekçi edebiyatın önemli bir yer tutuşu da bundandır. Ama zamanla okumak, “bakmak”a dönüşür. Bakmak, daha mesafeli bir fiil gibi durmakla birlikte soğumak değildir. Olay akışının fırtınasında kendimizi kaybedercesine yol katetmekten metne bakmaya geçtiğimizde aradaki mesafe bize duygulanımlarımızın ardında gözden kaçırdıklarımızı görmeye çağırır. O zaman alt anlamları görmeye, metinleri birbiriyle ilişkilendirmeye, onları birbiriyle konuşturmaya başlarız. Kendimizle kendimizi konuşabildiğimiz noktaya da ulaşırız o zaman. Yazının ilk başında Altınel’den yaptığım alıntıdan yola çıkarak söylersem, edebiyat “bizi çağıran yabancı bir ses”e dönüştüğünde ancak, kendimize ve yaşama bakmayı öğreniriz.
Bu açıdan Şavkar Altınel’in edebiyatı dünyaya bakan bir edebiyattır: “…Rabbe teslim olup sana verdiği hayatı yaşayacağına, uzaklardan gelmiş bir ziyaretçi gibi her şeye dışarıdan bakmayı seçtiğin için…” Tepedeki Yabancı adlı kitaptaki “Ziyaretçi Merkezi” adlı yazıda, Şeytan ile hayalî konuşmada, Şeytan’ın ağzından kendisine söyledikleridir bunlar…
“Buradan her şeye doya doya bakıp içinde olanların kanıksadığı için göremez hale geldiği dünyanın gerçekte ne kadar şaşırtıcı olduğunu görebilirsin. Tabii dışardan baktığın için aynı zamanda ne kadar korkunç da olduğunu fark edecek, bir yandan inanılmaz güzelken, bir yandan da her şeyin yok olup gittiği, hiç kimsenin yaptıklarının hiçbir anlamı olmadığı bir kumullar diyarı, vahşi bir çöl olduğunu kavrayacaksın. Ama sen yine de bakmak istiyorsun. Bütün günahkârlar gibi kendinden başka her şeyi suçlasan da, bu, inanmak istediğin gibi, aldığın eğitimden ya da içinde oluştuğun koşullardan değil, olduğun insandan karanlık yüreğinin derinliklerinde yatanlardan kaynaklanıyor.” [3]
Yüreğin derinindeki karanlık ölüm bilincinden kaynaklanır. Güneydeki Ülke’de söylendiği gibi: Namlunun gösterdiği yer. “Hayat dediğimiz şeyin şaşırtıcı derecede güzel ama bize uzak ve yabancı bir kıtada bir yolculuğa benzediğini, bu yolculukta oradan oraya giderken ya da arada bir gar saatlerinin altında birilerini ya da bir şeyleri beklerken gerçekte aradığımızın sürekli olarak kaybettiğimiz hayatın kendisi olduğunu, ama başlarımızın üstündeki saatler usulca tıkırdarken kaybettiklerimizin her an daha da uzaklaştıklarını ve yolculuğun sonunda da yalnızca bu namlunun gösterdiği yere vardığımızı şu anda her zamankinden kesin bir biçimde duyuyorum.”

Altınel’in yolculukları bir modern zaman Gılgamış’ının yol alışıdır. İngiliz Romantik şiirinin üzerindeki etkisini kendisi de dile getiren Altınel’in metninde ölüm bilincinin her zaman hissedilmesi şaşırtıcı değil elbette. Ancak modern birey efsanenin ölümü yenmek için tanrılarla pazarlık eden kralı olmadığı gibi, doğanın öngörülemez felaketlerinin karşısında ilahi bir iradenin bahşedeceği ölümsüz bir öte dünyanın bağışlayıcılığını uman köylü ya da tekrarlanan motiflerde Tanrı’nın hikmetini ve kâinatın sonsuzluğunu gören bir mütefekkir de değildir. Modernitenin gerçekliği bireyin bilinciyle bağlantılandırmasından beri ölüm artık herkes için biriciktir. Dolayısıyla modern birey artık bir kavram olarak olanaksızlığını bildiği “ölümsüzlük”ün peşinde değildir; daha zorlu bir yükün altındadır: Kendi kurduğu bu hareketli, karmaşık ve gürültülü yaşamın içinde kendi ölümlülüğü ile yüzleşmek. Bu nedenle de her zaman “yabancı”dır. Ölümün paylaşılmadığı bir yaşamda ne kitlesel ölümler ne de uğruna can verilen davalar bu yabancılığı gidermeye yetmez, herkes kendi başına ölür.
“Namlunun gösterdiği yer”den kurtulabilmenin tek yolu olarak artık kendimiz bile olmama ihtimaline sığınırız:
Doğanın neredeyse inanılmaz derecede çarpıcı bir köşesinde, alabildiğine özelliksiz bir Anglo-Amerikan banliyö hayatının yaşanmaya çalışıldığı böyle bir yerde, beni bilen herkesten uzakta ben de belki istediğim kadar kimliksiz ve özelliksiz olabilirdim. Şavkar Altınel mi dediniz? Yanılıyor olmalısınız. Ben hiç kimse değilim, benim adım yoktur. Ve adım olmazsa ölüm bir gün beni nasıl çağırabilir ki?
Ama hepimizin peşimiz sıra sürüklediğimiz –ya da peşi sıra sürüklendiğimiz– bir adımız vardır: “My name is Altınel.”[4]
Altınel’in metninde yabancılık teması dille doğrudan bağlantılıdır. İngiliz High School’a başlamasıyla birlikte her şeyin başka bir sesle de dile gelebileceğini fark edişinin üstündeki etkisini metinlerinde sıklıkla dile getirir. Wisconsin 1963’te şöyle yazar:
‘Bizim’ olarak görebileceğimiz bir dil varsa bu daha kişiliğimiz oluşmamışken öğrendiğimiz ilk dil değil, olsa olsa belli bir bireye dönüştükten sonra öğrenip bu bireyin gereksinimlerine denk düştüğünü gördüğümüz başka bir dil olabilir. Ben de bedenimizle birlikte benliğimizin de uyandığı, içimize çekilip olduğumuz insanı ve hayata bakışımızı kavramaya başladığımız, çocuklukla gençlik arasındaki dönemde tanıştığım İngilizceyle böyle bir ilişkiye girdim.[5]

Özlü
Tezer Özlü de yabancı dille eğitim yapan okulun getirdiği bireysel kırılmayı dile getirir. Altınel gibi o da okumuş olduğu Avusturya Lisesi’ni hem metnine taşır hem de okulunun kendine bir dil daha vererek bir dünya daha açtığını söyler. Sevdikleri yazarların peşine sadece metinlerle değil, gerçek coğrafyanın üstünde de düşüyor olmaları ise bir diğer benzerlikleridir. Özlü’nün Tender is the Night’ı, Şavkar Altınel’in ise Muhteşem Gatsby’yi tercih ediyor olmasına karşılık Fitzgerald tutkuları da ortaktır. Ama daha derin bir yakınlıkları vardır. Tezer Özlü insanın nereye giderse gitsin kendisi olduğunu söylerken, Altınel’in “… düşlediğim gibi hiçbir yerde hiçbir kimse değil, her zaman her koşul altında yalnızca belli bir yerde belli bir kimse olacağımı bilerek…”[6] diye yazması bir yankılanma gibidir. Yine Tezer Özlü, yaşama gücünü sevgili ölülerinden aldığını söyleyerek sevdiği yazarları işaret ederken, Şavkar Altınel’in de dünyaya bakma uğraşı edebiyatla sürer. Elbette ruhunu Anadolu’da çorak bir kasabaya benzeten Tezer Özlü ile “Öğrendiğim ilk dille yazıyor olmamın da bir anlamı yoktu, çünkü bunun nedeni, bazılarının sanabileceği gibi bu dile ‘anadilim’ olarak bakmam değil, tam tersine artık, içerdiği ses ve biçimlerin bütünüyle farkında olacak kadar ona yabancı olmam ve bu nedenle de, algıladığım yabancı dünyayı anlatmak için uygun olduğuna inanmamdı”[7] diye yazan Şavkar Altınel arasındaki benzeşmeyi daha ileriye taşıyıp bu iki yazarı akraba kılmaya kalkışmak yanlış olur. Tezer Özlü kendini örselemek pahasına yabancılığı aşındırmaya çalışırken, Altınel kabullenmenin uysallığıyla değil, inkâr etmemenin cesaretiyle kanıksamanın tuzağından korunmak için yabancı kalmayı sürdürür. Ancak bu çağrıştırmalar, bazen hiç benzemediğini düşündüğümüz yazarlarda yakalayacağımız bu ipuçları, bize yepyeni düşünme alanları ve okuma olanakları sunar. Bu örnekten yola çıkacak olursak, on yıl arayla aynı ülkede doğmuş, “birey”i kendi yaşamları üstünden ve kendi özgünlükleri içinde ele almış bu iki değerli yazarın nasıl benzeri düşünüşlerden geçerek farklı edebiyatlar ürettiklerini görmek ilginçtir.

Şavkar Altınel, Artin Demirci, 2016.
Wisconsin 1963’e dönecek olursak… Altınel’in Lowell üzerine yazmak istediği kitabın on yıla yayılan yazılmama öyküsüdür. “Eskiz yerine bitmiş bir tablo sunmaya çalışan, eriyip yok olan karın değil, ardındaki kristalin peşine düşen, şairin kendisiyle ve hayatıyla daha ayrıntılı bir hesaplaşma içeren, daha kesin, daha derin, dilerseniz daha ‘Avrupalı’ bir şiirin çağırışını duyduğum için Lowell’ın bana göre olmadığını sezdiğim anlaşılıyor.”[8]
Şavkar Altınel, okurla anlatısı arasına kendisini bir perde gibi geren, anlatısını kendinden süzerek bize aktardığını özellikle bilmemizi isteyen bir yazardır. Edebiyat üzerine de, yaşam üzerine de konuşurken arka planı yok saymadan ama mümkün olduğunca da zamanın ve tarihin uğultusunu eksilterek yazar. Bu ünlü “on beş dakika” aldatmacasına rağmen ufalanıp gideceğini hiç unutamadığımız biricikliğimizin izlerini ancak karın ardındaki o kristaldeki yansımalarla ardımıza kalabileceğinin kabulüdür. İnsanı ötekinin berikinin derlenmiş ve aktarılmış öykülerinden oluşan buketlerde değil, modern dünyanın bireysel yabancılığında arar. Her insanın içinde taşıdığı yabancılık ve yalnızlığın evrenselliğini kabul etmek, insanın ardında taşıdığı farklı öykülere karşın ortak bir “gerçek” arayışına yönelmek, bireyi bir mikrokosmos olarak hesaplaşmanın odağına almak modern edebiyatın o güçlü dünyayı kuşatma güdüsünden kaynaklanır.
“Bir daha hiçbir zaman, adını yeni öğrendiğim Lowell’ın elimdeki kitabından başımı kaldırıp camları güneşte parlayarak kanaldan aşağı inen turist teknesini gördüğüm andaki kadar güçlü bir şekilde bütün hayatın beni beklediğini, her yere gidebileceğimi, her şey olabileceğimi duymadım. (…) Şimdi de her yaşlı adam gibi, içimde bir çocuğun yaşamaya devam ettiğine ve bir zamanlar elimde tuttuğum o sınırsız hayatla hâlâ bağlantım olduğuna inanmak istiyorum.”[9]
Yeniden okumalar bize kendimizi, bir zamanlar olduğumuz “o” kişiyi hatırlatır. Yaşamımızın haritasını çizeriz böylece ve bazen de o günlerde unuttuğumuz bir şey ışıldayarak geri gelir. Ama genellikle yitip giden zamanın izi kalır elimizde. Kendimizle yüzleşir, arınırız bir yandan, bir yandan da başka bir tortu... Ama o tortu bizden başka kim olabilir ki?
NOTLAR:
[1] Şavkar Altınel, Wisconsin, 1963, YKY, 2023, s. 17
[2] Şavkar Altınel, Wisconsin, 1963, YKY, 2023, s. 9
[3] Şavkar Altınel, "Ziyaretçi Merkezi", Tepedeki Yabancı, YKY, 2009, s. 79
[4] Şavkar Altınel, "İskoç Oyunu", Tepedeki Yabancı, YKY, 2009, s. 70
[5] Şavkar Altınel, Wisconsin, 1963, YKY, 2023, s. 14
[6] Şavkar Altınel, "İskoç Oyunu", Tepedeki Yabancı, YKY, 2009, s. 75
[7] Şavkar Altınel, "Dünyanın Büyük Suları", Tepedeki Yabancı, YKY, 2009, s. 32
[8] Şavkar Altınel, "Çalışma Odam", Wisconsin, 1963, YKY, 2023, s. 67
[9] Şavkar Altınel, "Çalışma Odam", Wisconsin, 1963, YKY, 2023, s. 70
Önceki Yazı

Haftanın kitapları – 41
K24'te haftanın vitrini: Yeni çıkan, yeni baskısı yapılan, yayınevleri tarafından bize gönderilen, dikkatimizi çeken; okumak ve üzerine yazmak için ayırdığımız bazı kitaplar: Anneni ve Babanı Terk Edeceksin / Dersaadet / Evlerden Uzak / Geyik / Gözümden Deliler Taştı / On Bin Varlık / Otorite, Hukuk ve Liberalizm / Ring / Son Öyküler / Yalnızlığın On Bir Hali