Rosa Luxemburg ya da
mektupların susturulamayan sesi
“Mektuplar bize ne anlatıyor? Sahip olmayı hayal ettiğimiz bir dostu mu? Onun korkunç infazını mı? Bir yaşamı mı? 20. yüzyılın insanlığa ne yaptığını mı?”

Rosa Luxemburg Stuttgart'ta II. Enternasyonal'de konuşurken, 1907.
Alain Blum ve Emilia Koustova, 2024 tarihli, Déportés pour l’éternité – Survivre à l’exil stalinien (1939-1991) adlı çalışmalarında, İkinci Dünya Savaşı sırasında “Sovyetleşen” Doğu Avrupa topraklarında olduğu gibi Batı Ukrayna ve Litvanya’da da, ancak Stalin’in ölümüyle ortadan kalkacak sürgüne gönderilme korkusunu, kitlesel sürgünlerin baskıcı mekanizmalarını, sürgünü yaşayanların deneyimlerini ele alırlar. Arşivlerde bulunan yüzlerce mektup ve son tanıklarla yapılan görüşmeler köklerinden koparılmanın şiddetini, Sibirya taygasında ve Orta Asya bozkırlarında hayatta kalmanın getirdiği çetin sınavları, doğulan topraklara uzun, hatta bazen imkânsız geri dönüşü anlatır.
Bu hikâyelerden birinde, sürgün edilenler çarlık zamanından beri kullanılmayan bir altın madenine çalışmak üzere getirilir. İçlerinde henüz 12 yaşındaki Naum Kleiman da vardır. Elinde kırbaçla bir komutan onlara SSCB Yüksek Sovyeti’nin sürgüne mahkûm edilenlerle ilgili kararını okur ve hemen arkasından seçimlerde oy kullanabileceklerini müjdeli bir haber olarak duyurur. Bu onların tek hakkı olacaktır. Komutan geri dönüş umudu olmaksızın sürgünü “ebedi” kılan 26 Kasım 1948 tarihli kararnameyi okumayı bitirdiğinde ise bir kadın aniden gülmeye başlar. Sürgün kalabalığı içinde ağlayan bir gence döner:
“Ömür boyu sürgüne gönderildik deseydi ben de seninle birlikte ağlardım ama sonsuza kadar sürgüne gönderildik dedi. Sonsuzluğa hâkim olduklarını sanıyorlar.”

Kadının bu sözleri yetmiş yıl sonra bile Naum Kleiman’ın anılarında yankılanır: “Bu, karanlığın içindeki ilk küçük güneş ışığıydı.”
Kazın çığlığı kışın kararlılıkla güneye göç eden vahşi, evcilleştirilmemiş kuşu çağrıştırıyor; bize uzak mesafelerin ötesindeki sevgi dolu bir çağrıyı, gururlu uçuşu hatırlatıyor… Gerçekten, kazın o anlaşılmaz çığlığını duyduğumda içimde bir şeyler özlemle ürperiyor – neye özlem? Dünyanın epey uzak ufuklarına. Kahretsin ya! Neden ben de bir yaban kazı kadar olsun buradan çok uzaklara uçamıyorum!
Sonsuzluğun hâkimiyetini kimselere bırakmayan sıradan bir kadınla, 7 Ağustos 1915 tarihli Gertrud Zlottko’ya yazılan bu mektubun sahibi, Ocak 1919’da Freikorps’un tüfek dipçiği darbeleri altında ölene kadar dövülen, Marksist, filozof, ekonomist, savaş karşıtı aktivist ve devrimci sosyalist Rosa Luxemburg’u bir araya getiren ve birdenbire inkişaf eden bu sınırsız özgürlük çekirdeğinin kaynağı ne olabilir? Bunun –bir açıdan– cevabını 8 Kasım-6 Aralık tarihlerinde gerçekleşecek “Susma, İçeride-Dışarıda Sansür ve Otosansür” sergisi içinde yer alan Bayburt M Tipi Kadın Hapishanesi’nden Fecriye Benek’in satırlarıyla verelim:
Özgürlük adına ‘suç’ işleyen biz tutsaklar, hayata dair ve varoluş mücadelesinin düşünüş biçiminde ilginç metotlar kullanırız. Ne kadar kısıtlama olursa o kadar zihinsel olarak ufuklara kulaç atarız. Ne kadar sansür varsa o kadar hissiyat derinliğinde demleniyor yürek evimiz. Gövdemin üstünde taşıdığım mikro evreni böyle yoğunlaştırmaya çalışıyorum.
Etti üç kadın tutsak…
“Dışardakiler” olarak dünyayı prizmalar aracılığıyla ya da çitlerden ibaret gördüğümüz aşikâr; belki bu da içimizde taşıdığımız hapishaneler hakkında soru sormamıza engel. İçeridekiler için de parmaklıkları aşmanın yolunun basitçe şiirden, resimden, tabiatın kokusunu burnunda hissetmekten, okumaktan geçtiğini söyleyip kestirip atabiliriz. Ancak, “Ne kadar kısıtlama olursa o kadar zihinsel olarak ufuklara kulaç atarız”, “Neden ben de bir yaban kazı kadar olsun buradan çok uzaklara uçamıyorum!” demekte çok başka şeyler var. Dönüşebilmenin, tutulu, eyleyemez görünürken bile fiili olarak kendini sonsuzcasına yeni baştan var etmenin hakikati.

Rosa Luxemburg’un 1915’ten 1918’e kadar kaldığı Breslau Kadın Hapishanesi’nden, asıl alıcıları arasında yer alan Sophie Liebknecht'e yazdığı mektuplar, ünlü devrimcilerin, anarşistlerin ya da başka siyasi muhaliflerin aksine, büyük ideolojik konuşmalardan oluşmuyor. Weimar Cumhuriyeti’nin nefret dolu bir totalitarizme yol alışı ve onun trajik sonuçlarını sezercesine, her bir mektup onun başka bir yüzünün, bu yüzlerin her biri de onun hümanizmasının birer terkibi adeta. Luxemburg’un “dönüşebilme” yetisine, adımını Yahudilikten Katolikliğe geçecek kadar geniş açan Simone Weil de bigâne kalamamış; ölümden çok yaşamaya, kahramanlıktan çok faal eylem arzusuna tanıklık eden bu mektuplara, editörünün epigraf olarak neden “Görev yerimde ölmeyi umuyorum: bir sokak savaşında ya da bir hapishanede” cümlesini seçtiğini anlayamamış. Buna mukabil, Rosa’nın mizacında Hıristiyanlığa dair hiçbir şeyin olmadığını, mektuplardaki her satırın Stoacı bir yaşam kavrayışını, sözcüğün Yunanlılar için taşıdığı anlamda bir kavrayışı fısıldadıklarını keşfetmiş. İnsanların yoksulluk, hastalık, ölüm gibi kötü olarak adlandırdığı durumların Stoacılar için kötü olmadıklarını, aslında ahlaki kötü dışında kötü bulunmadığını biliyoruz:
Hans’ın acısına rağmen kendimi çok iyi hissediyorum. Çünkü onun ölmediği bir hayal dünyasında yaşıyorum. Bana göre o hâlâ yaşıyor ve onu düşündüğümde ona sık sık gülümsüyorum.

Diefenbach
Cephede öldürülen Hans Diefenbach’tan bahsettiği 24 Kasım 1917 tarihli bu mektuptan, hapsedilmiş olsa da, ölümün mümkün olduğu dış dünyayı, mümkün olmadığı bir iç dünya yararına unutmaya çabaladığını anlarız. Elbette bu acı çekmemek ya da kayıtsız kalmak anlamına gelmez; tutsağın acısı, dostun aslında ölmediğine inanma arzusuyla, onu yeniden görme umuduyla yarışır. Zalim olduğunda, sevdiklerini ondan kopardığında dahi, dünya karşısında seçimini nefretten, kızgınlıktan, acımadan yana yapmaz; kederinin üstesinden hayal gücü sayesinde, bir iç dinginlik sayesinde gelir. Kendisine yazan, şikâyet eden, ahlayıp vahlayanlara yaşanan genel felaketin ağıt yakılamayacak kadar büyük olduğunu hatırlatır:
Annem hastalandığında ya da başına kötü bir şey geldiğinde acı çekebilirim; ama bütün dünya rayından çıktığında yalnızca ne olduğunu ve neden olduğunu anlamaya çalışırım, görevimi yaptığım andan itibarense sakinliğimin ve keyfimin yerine geldiğini görürüm… Kendimi bütünüyle günün sefaletine gömmek benim için anlaşılmaz, hatta tahammül edilemezdir.
Kaldı ki, başka bir mektup, ister böcek, ister kuş, ister bulut ya da başka bir varlık olsun, bir Başka’ya açılma ve karşılıklı aidiyet hissine verilebilecek en güzel örnektir: Kadınlar hapishanesinin avlusuna her gün atların çektiği arabalar dolusu sırt çantası, kana bulanmış eski asker üniformaları bırakılır. Sonra bunlar mahkûmlar tarafından onarılmak üzere hücrelere dağıtılır; ardından tekrar araçlara yüklenir ve orduya teslim edilir. Bir gün bu arabaları atların değil, elinde kırbaçla acımasız bir askerin eşliğindeki mandaların çektiğini gören Rosa Luxemburg, derisi patlamış, yarasından kanlar akan içlerinden bir mandanın, yükleri boşaltılırken esmer yüzü, tatlı kara gözleriyle ağlayan bir çocuk esasıyla dosdoğru karşıya baktığını fark eder. Kısa bir süre önce ağır bir ceza almış ve ne sebeple cezalandırıldığını bilmeyen bir çocuğun ifadesidir bu:
Karşısındaydım, hayvan bana bakıyordu, gözlerimden yaşlar akıyordu, bunlar onun gözyaşlarıydı. Ah zavallı mandam benim! Zavallı sevgili kardeşim, ikimiz de buradayız, ikimiz de şaşkınız ve acımız, çaresizliğimiz, özlemimiz bizi tek bir varlık haline getiriyor. (Breslau, 22.12.1917)
İnsanın kendi başına gelebilir olmasının bilinciyle açlığa, yoksulluğa, sürgüne, tutsaklığa, ölüme her zaman kendini hazır tutmasının idrakidir Rosa Luxemburg’unki. Bu elbette bir “aşma” gerektirir. İnsanın özünü teşkil eden de bu özü aşmak, aşmaya çalışmanın araçlarını üretmektir. Pierre Hadot’ya göre şeyleri evrensellik ve bütünlük içinde görmek, kozmosun bir parçası olarak kendinin bilincine varmak, şeylerin bütünlüğünü kucaklayan daha üstün bir ben seviyesine ulaşmaktır. Tutsaklık çok manidar ve aykırı bir biçimde sınırlı ve sınırlayan benden uzaklaşmaya sevk eder.
Sansür beni kısıtlıyor mu? Bunu kendime soruyorum ve ne kadar sorarsam sorayım cevabım hiç değişmiyor. Bu da soru mu? Çünkü bunun cevabı bir “evet”ten çok ötede. Bunun cevabı kalınca bir kitap olur. Üç aylık bir devrimci tutsak bile bunun için bin sayfalık bir cevabı zorlanmadan ve bir çırpıda yazabilir… Kopernik’in, Galilei’nin, Spinoza’nın ve diğer tüm Ortaçağ düşünürlerinin neler çektiğini adeta yaşayarak öğreniyoruz. (Ergül Çiçekler, 1 No’lu F Tipi Hapishane, Kocaeli)

Susma, İçeride-Dışarıda Sansür ve Otosansür Sergisi, 8 Kasım-6 Aralık 2004.
Politik yaşamının getirdiği iradi pratikler ya da uzun direniş yılları katı bir disiplinle gücünü korumasına yardım etmiş olsa da, –“Eyerimde çok sağlam duruyorum, daha kimse beni yere sermeyi başaramadı”– dünyaya naifçe bakar Rosa. Mektuplardan, en küçük bitki filizinden yıldızlara kadar uzanan bu dünyanın bir parçası olduğu hissinin, “dört duvar arasında” bile burada ve şimdi var olma hissiyle karışıp bir yaşam taşmasına, sevincine evrildiği anlaşılmaktadır.
Bazen gerçek bir insan olmadığım, daha ziyade belli belirsiz insan biçimini almış bir kuş ya da başka bir hayvan olduğum hissine kapılıyorum. Derinlerimde, burası gibi küçük bir bahçede ya da yaban arıları ya da otlarla çevrili kırsalda, bir parti kongresinden çok daha fazla evimde hissediyorum kendimi… Benim en derin benliğim ‘yoldaşlardan’ çok büyük baştankara kuşuna ait. (10.09.1917)
“Gecenin, bıkkınlığın, esaretin koyu kıvrımlarına dolanmış” yapayalnız olmaktan dem vurmaz mı Sophie Liebknecht’e Rosa? Ama hemen arkasından da, parlak bir güneşin altında yürüyormuşçasına, nedensiz bir sevinçtir, neşedir sözünü ettiği.
“Size bu sihirli anahtarı vermeyi o kadar çok isterdim ki… Böylelikle yaşamda her durumda güzellik ve neşe olduğunu hissedebilirdiniz.”
Soniouchka’sına yaşamın kendisini yutmasına izin vermemesini, dürüstçe yaşamasını öğütlerken, “faturayı kapatmaya hakkının olamadığını” söyler, yaşamın mutluluğuna kör kütük daldırmak ister; aşk onun için nesnesinden bağımsızdır, kutsaldır:
… çünkü dünyayı ışıltılı bir peri masalı olarak görmemizi sağlar, çünkü insanoğlunun en asil ve en güzelini ortaya çıkarır, çünkü en sıradan ve alçakgönüllü olanı yüceltir, onu parlaklıkla donatır ve kişinin sarhoşluk içinde, coşku içinde yaşamasına izin verir.

Rosa Luxemburg'un cenaze töreni, Berlin, 13 Haziran 1919.
Bir yanda hayatını feda etme noktasına kadar siyasete adamış, bir yanda ne olursa olsun evrende kendini evinde hisseden, nerede ne zaman olursa olsun dikkat ve bilinçle yaptığı eyleme yoğunlaşan, varoluşun değerinin bilincinde, şimdide yaşayan bir Rosa Luxemburg; dünya karşısında hayret duymaktan vazgeçmeyen bir Rosa Luxemburg. Kendisini reenkarnasyona uğramış bir kuş olarak hayal edecek kadar ileri giden Rosa’da özgürlük habire başka biçimler alır; dünya algısının dönüşümüdür mesele aslında, zaman ve mekân algısının dönüşümüdür. Küçücük bir alanda dahi kendi varlığını evrenin uçsuz bucaklığı içinde konumlandırabilmesi sayesinde insani görünen pek çok şeyin saçma olduğunun, zihin bütün evreni katedebildiği içinse insanın büyüklüğünün bilincine varılmasıdır.
Rosa’nın kaleminden kendi zamanına aykırı “modernite” satırları da şaşırtıcı:
Dün ötücü kuşların Almanya’dan neden kaybolduğunu öğrendim. Nedeni, yuva yaptıkları ve beslendikleri yerleri yavaş yavaş yok eden rasyonel tarımın (silvikültür, hortikültür) yayılmasıymış… Bunu büyük bir üzüntüyle okudum. Kuş cıvıltıları ya da bunun insanlar için neyi temsil ettiği hakkında çok fazla düşünmedim, gelgelelim bu küçük savunmasız yaratıkların sessizce, telafisi mümkün olmayan bir şekilde ortadan kaybolması fikri karşısında gözyaşlarımı tutamadım. (02.09.1917)
Mektuplar bize ne anlatıyor? Sahip olmayı hayal ettiğimiz bir dostu mu? Onun korkunç infazını mı? Bir yaşamı mı? 20. yüzyılın insanlığa ne yaptığını mı? Hepsi belki. Ama aynı zamanda insanın, koşullar ne olursa olsun, yaşamını yönlendirmesi gereken bakışı-tavrı kendisi için hep yeniden gündeme getirmesi, uyandırması, kendisine yeniden kavuşması mücadelesini:
“Böylesine bir göğün altında nasıl kötü ve bayağı olunabilir?”