Rıfat Bali’den Bilanço Zamanı
“Bali’nin geçenlerde çıkan son kitabı, adının da anlattığı üzere, son otuz yıllık yazın hayatının bir muhasebesini içeriyor. Yazarın değişik çevrelerle yaşadığı tartışma ve gerilimlerin tüm hikâyesi bu kitabında toplandığı için, metindeki polemik dozu diğer kitaplarında olduğundan da fazla.”

Rıfat N. Bali
Türkiye’de Cumhuriyet dönemi Yahudi toplumu üzerine en çok kim yazmış, araştırmış diye sorulsa ilk akla gelen herhalde Rıfat Bali’dir. Daha ziyade Trakya pogromları ve Varlık Vergisi hakkındaki çalışmalarıyla bilinse de, Yahudi toplumunun değişik veçheleri üzerinde sayısız eserleri vardır; üstelik bunlar tabiatıyla Türkiye’deki diğer gayrimüslim topluluklara da yakından ışık tutan eserlerdir.
Bali’nin çalışmaları genellikle belgelere dayanan, şeytanı teferruatlarda arayan, betimlemeci ve ampirik bir nitelik taşır. Değeri de kuşkusuz bu niteliğinden gelir. Ne var ki, tez ve gözlemleri Yahudi ve gayrimüslim dünyasına ilişkin egemen anlatıyı sorguladığı için polemik muhtevası da az sayılmaz.
Bali’nin geçenlerde çıkan son kitabı, adının da anlattığı üzere, son otuz yıllık yazın hayatının bir muhasebesini içeriyor. Yazarın değişik çevrelerle yaşadığı tartışma ve gerilimlerin tüm hikâyesi bu kitabında toplandığı için, metindeki polemik dozu diğer kitaplarında olduğundan da fazla. İlginç olan şu ki, Bali’nin yalnız egemen anlatının orijinal sahibi sağ kesimle değil, sol ve liberal sayılabilecek kesimlerle de sert polemiklere giriştiğini görüyoruz. Daha da ilginci, Yahudi toplumunun önde gelen yazar-çizerleriyle de kıyıcı tartışmalara girmekten kaçınmaması. O kadar ki, ta başından itibaren yola çıkış noktasının öncelikle Yahudi kesimiyle hesaplaşmak olduğu anlaşılıyor.

Bilanço Zamanı:
Bâki Kalan Bu Kubbede Bir Boş Sâdâ İmiş... (1992-2023)
Libra Kitap
2024
444 s.
Nedeni belli: Bali’ye göre Türkiye’deki Yahudi cemaati, diğer gayrimüslim cemaatlere oranla, deyim yerindeyse, “araziye en uymuş olan” kesim. Rahatı için, gene deyim yerindeyse, “ayıya dayı demekten” hiç şaşmayan bir kesim.
Bu davranış tarzı elbette bütün azınlıklar için geçerli, fakat Bali bunun Yahudi toplumu üzerindeki menfi sonuçlarının daha belirgin ve yıkıcı olduğu kanaatinde. Ona göre, nesilden nesile aktarıldıkça kemikleşen bu davranış tarzı her şeyden önce cemaat mensuplarını birbiriyle çelişen iki ayrı ruh âleminde yaşamaya mahkûm etmekte. Açıkçası, sadece köprüleri geçerken değil, sürekli olarak yaşanan, daimi ve yapısal bir riyakârlık söz konusu.
Bali’ye göre bu yaşam tarzı Yahudilerin Türkiye’de normal birer yurttaş gibi hareket etmelerini engelleyen bir etkiye sahip. Sesini yükseltmek, ülke içindeki adaletsizliklere karşı koymak, ülke tarihiyle yüzleşmek, icabında bir kenarından özgürlük ve insan hakları mücadelesine katılmak “normal yurttaş gibi hareket etme”nin bir parçasıysa, bu şekilde hareket etmek Yahudiler arasında pek görülen bir durum değildir. Tersine, Yahudi cemaatinde “müesses nizam”ın en baskıcı unsurlarına (Alparslan Türkeş ve şürekası gibi) yamanma veya yaranma görüntüleri pek ender sayılmaz. Önder ve liderleri ağırlıklı olarak iş insanlarından oluştuğu için, sol karşıtlığı da cemaati “müesses nizam”a ayrıca gönüllü olarak yakınlaştıran bir etkendir.
Yahudilerin bu duruşu, belirli bir güvenlik hissine kavuşma karşılığında büyük ölçüde özgürlüğünden feragat etme anlamına geliyor. Ama bunun sadece Yahudilerin kendilerini değil, Yahudiler dışındaki diğer gayrimüslim azınlıkları da etkileyen olumsuz bir yönü var. Örneğin Ermeni soykırımı söz konusu olduğunda, Yahudiler “müesses nizam”ın resmî tezini aynen ve şevkle tekrarlamaktan geri durmuyor – en azından yakın zamanlara kadar durmuyordu. Uzun yıllar resmî tezi uluslararası platformlarda savunmaları da cabası.
Kuşkusuz, Yahudiler arasında Holokost’un tek ve eşsiz olduğuna ve başka hiçbir kırımın “soykırım” sayılamayacağına samimiyetle inananlar vardır. Ancak büyük çoğunluğun Ermeni soykırımının gerçekliğini göre göre “müesses nizam”ın inkârcı tezini dile getirmekten kaçınmaması yahut bu konuda suskun kalması etik bakımdan sorunludur ve Bali için kabul edilemez bir tavırdır.
Bali’nin bağrından çıktığı Yahudi cemaatine yönelttiği eleştirilerin cemaati epey rahatsız ettiği belli. Anlattıklarına bakılırsa, cemaat nezdinde pek sevilen ve “makbul” biri olmadığı ortada. Toprağı bol olsun, şair Roni Margulies’in cemaatin “asi çocuğu” olduğu düşünülürdü, ama asıl asi çocuğun Bali olduğu pekâlâ söylenebilir.
Cemaate dönük ana mesajı belki şöyle ifade edilebilir: Yahudi cemaatinde lazım olan, daha fazla fert, daha az cemaattir. “Susalım, işimize bakalım” yaklaşımı artık sökmez; artık susmanın değil, konuşmanın zamanıdır. Hızla değişen dünyada cemaat kabuğunu kırmalı, içinde bulunduğu ülkeye, “geniş toplum”a açılmalıdır. Hızla değişen dünyada başını kuma sokup sıkı sıkıya kenetlenerek varolma pratiğinin sürdürülebilirliği yoktur. Bali, mesleki ve entelektüel sıfatı söz konusu olduğunda da, bir Yahudi’den önce bir birey olduğunu her fırsatta hatırlatır; cemaati adına değil, kendi adına konuştuğunu ve bir “Yahudi araştırmacı” olarak değil, sadece bir “araştırmacı” olarak anılmak istediğini vurgular.
Böyle bir mesajın Türkiye’ye ve yakın geleceğe güven dolu bir iyimserliği yansıttığı düşünülebilir, ama hiç öyle değil. Bali, bahsettiği türden bir açılımın ülkenin halihazır şartlarında mümkün olmadığı, bu şartların Yahudi cemaatinin kendi önyargı ve paranoyalarından kurtulmasına elvermediği, genç kuşakların da bu alanda fazla bir fark yaratamayacağı kanısında. Şartların elvermemesi, tabiatıyla antisemitizmin ülkede azalmak şöyle dursun giderek güçlenmesiyle ilgili. Demokrasinin varlığı her ne kadar antisemitizmin olmamasının bir garantisi değilse de, namevcut bir demokrasinin antisemitizmin azmasında bir etken olacağına şüphe yok. Günümüz şartlarında, Bali hiç değilse fazla bunalanlar için “demokratik, insan haklarına saygılı, antisemitizmin olmadığı” ülkelere göç etmekten başka bir çözüm öngörmüyor gibi:
… Türk Yahudi toplumu antisemitizm ile çok uzun süre birlikte yaşamaya alışmalı. Alışamayanlar için ise yapabilecekleri tek şey Türkiye’den göç etmektir. Mesele bu kadar berrak ve yalındır. Halihazırdaki durumda bir iyileşme beklemek abesle iştigaldir. (s. 329)
Karamsarlığı o derece ki, kendisiyle aile bağı bulunan merhum İshak Alaton “Rıfat yeter, içimizi kararttın” diye hayıflanmaktan kendini alamamış. (s. 66) Karamsarlığının nedenleri hiç de geçersiz sayılmaz, ama bunun ülkedeki genel karamsarlıktan çok farklı olmadığını da görmek gerek. Bali konuşan bir Yahudi toplumu istiyor ama, onun dışındaki “geniş toplum” ne kadar konuşur durumda, sormak lazım. Birbirine göç tavsiyesinde bulunanlar yalnız küçük, dar toplumda değil, “geniş” toplumda da fazlasıyla mevcut. Diğer yandan, yeryüzünün neresinde “demokratik, insan haklarına saygılı, antisemitizmin olmadığı” ülke kaldı, o da ayrı bir soru.
Cemaatinin “asi çocuğu” diyoruz da, Bali’nin çevresinden tamamen dışlandığı elbette söylenemez. Abartılı olacak ama, akla Spinoza örneği geliyor. Portekizli filozof cemaatinden kovulmuştu, çünkü cemaat mensuplarının tanımadığı, yabancısı olduğu bir evrenin kapısını aralamış, bir bakıma dünyayı başlarına yıkmıştı. Oysa dediğine göre Bali’nin yaptığı, cemaat üyelerinin çok iyi bildiği gerçekleri yüzlerine vurmaktan ibaretti: “Beni karamsarlıkla eleştiren kişiler aslında yazdıklarıma, söylediklerime aynen katılmaktalar. Aramızdaki tek fark, benim bunları aleni bir şekilde dile getirmem.” (s. 138) Bali’nin bu işi yapması bile cemaat üzerinde hafifinden bir Spinoza etkisi yaratmış anlaşılan.

Bali eleştirilerini Yahudi toplumunun başlıca yayın organı olan Şalom gazetesi üzerinden sürdürüyor. Anlattığına göre, bu gazete bir şahıs girişimi olarak kurulmasına rağmen süreç içinde Hahambaşılığın bir organı haline gelmiş. Böylece bağımsızlığını kaybedip, “… Türk Yahudi toplumunu ve İsrail devletini Türk toplumuna olumlu bir ışık huzmesi altında” tanıtan, “Türk Yahudi toplumu ve İsrail devleti lehine halkla ilişkiler ve tanıtım faaliyeti” yürüten bir bültene dönüşmüş. (s. 129) Bu arada, suya sabuna dokunmamak gayretiyle uyguladığı oto-sansürün haddi hesabı olmadığı, Bali’nin verdiği örneklerden anlaşılıyor. Şalom’un Madımak olaylarına haberleri arasında tek satır bile yer vermemiş olması, bu örneklerin en unutulmazlarından.
Bu haliyle, Bali, Şalom’u “temkinli, terbiyeli ve uslu bir gazete” olarak niteliyor. Ama herhalde yeterli bulmuyor ki, bir noktada bu sıfatlara başkalarını da ekliyor: “Statükocu ve yaşlı, içi geçmiş bir gazete.”(s. 133) Bir bakıma, Agos’un tam tersi. Bali de bu tezata işaret etmeden geçmiyor. Tezatın nedenleri yeterince belli: Bir kere Yahudi toplumu nüfus bakımından Agos’u yaşatan Ermeni toplumu kadar büyük değil; ayrıca daha örgütlü fakat o ölçüde de daha içe dönük bir toplum. Bali’nin de vurguladığı gibi, daha önemlisi, Agos, Patrikhane veya benzeri bir kuruluşun yayın organı olmayıp, özel inisiyatif ve çabalarla oluşmuş bir gazete; muhalif duruşunu ve hayatiyetini de kuşkusuz buna borçlu.
Bu açıdan bakıldığında, 2016’da bir grup Yahudi genç tarafından kurulan Avlaremoz Çevrimiçi Platformu umut vaat eden bir seçenek sunuyor. “Avlaremoz” kelimesi epey anlam yüklü. Bali’nin anlattığına göre, Ladino dilinde Yahudi cemaatinin tavır ve politikasını karakterize eden temel bir düstur var, “kayadez”: “Sessiz kalalım” demek. Benzetmek gibi olmasın ama, bildiğimiz “omerta”nın pek de uzağında olmayan bir söz. “Avlaremoz” ise tam da bu düsturu kırmaya dönük bir söz, sözün de ötesinde bir çağrı: “Konuşalım!”
Bali, sempati duyduğu Avlaremoz’un fazla ses getireceğinden ve kalıcı olacağından emin değil. Bir kere yeterince cesur bulmuyor; yazarlarının bir kısmının “mahlas” (takma ad) kullanmasını onların ürkekliğine yoruyor. Ayrıca, platform katılımcılarının pek çoğunun yurtdışında bulunması nedeniyle Türkiye’de yeterince yerleşik olmamasını bir dezavantaj olarak görüyor. Belli ki, “yerel” ve “mahalli” olanla mesafeyi teknolojinin asla kapatamayacağı görüşünde; haksız da sayılmaz.
Farklı açılardan olsa da, Bali’nin liberal ve sol kesimlere attığı eleştiri okları Yahudi toplumuna attıklarından az değil. Normalde sağ ve milliyetçi mahfillere karşı sürdürülen söylemlerde, Bali’nin sol ve liberal kesimlerle ortak bir zeminde buluşması beklenir; aslında çoğu bakımdan buluşur da. Fakat Bali’nin kendine göre çekinceleri var.
Bir kere, görülen o ki, ne liberalliğe ne de solculuğa angaje bir durumu yok. Bu serbestliği nesnelliğinin ve tarafsızlığının bir gereği olarak gördüğü belli. Hoş, gözlem ve çözümlemelerinden liberallik dışında bir seçeneğinin olup olmadığını kestirmek zor. Solculuğa gelince: Bazı solcular bir “yanlış algı” sonucu öyle düşünseler de, solcu olmadığını belirtiyor; (s. 299) iş dünyasından geldiği hatırlanırsa, şaşırtıcı değil. Ancak Bali’nin bu bağlamda probleminin solculuktan ziyade temelde solculukla pek bağdaşmayan tavırlarla ilgili olduğu düşünülebilir.
Bu tavırların başlıcası herhalde antisemitizmdir. Ama solda da rastlanmaz bir şey değildir. Elbette uluorta dile getirilmez, fakat bir dil sürçmesi, bir yanlış cümle şeklinde bilinçaltından fırlayıp çıkıverirse sarsıcı olabilir.
Bali’nin Ümit Kıvanç’la yaşadığı polemikte de sanki böyle bir hikâye var. Bu hikâye çok dallanıp budaklandığı ve uzun yazışmalara yol açtığı için, burada teferruatına giremeyiz. (Yapılan atıflardan, Bali’nin sonunda dayanamayıp bir kitap yazdığı da anlaşılıyor: Ümit Kıvanç’a Cevap: Birikim Dergisinin Yayınlamayı Reddettiği Makalenin Öyküsü, Turkuaz Yayınları, İstanbul, 2005. Roni Margulies’in de bizzat bu kitabı konu eden bir makaleyle tartışmaya dahil olmuşluğu var: “Irkçılık Dedektörleri ve Sabrı Taşanlar”, Virgül 63, Nisan 2005.)
Hikâyenin arkaplanı şöyle: Düpedüz faşist veya dinci kesimlerde zaten satıhta duran antisemit önyargı ve refleksleri bulup cımbızlamak ilginç değildir ama, bunu antisemitizmi üstüne hiç kondurmayan sol/liberal kesimlerde yapmak anlamlı ve faydalı bir mesai olabilir (tıpkı feminist kesimlerde cinsiyetçi dışavurumlara ara ara ışık tutmak gibi). Bali de, sol/liberal bir gazetede rastladığı antisemit bir okuma/sınıflandırma örneğine dikkat çekince, gazetenin bir kısım editörü ve okuyucusu bunu kendilerine bir hakaret gibi görüp kızmış; öfkesini tutamayan okurlardan Ümit Kıvanç da Birikim dergisinde bir yazı kaleme almış (“Politik Doğruluk Hakikate Karşı”, Sayı 186, Ekim 2004). Gerçekten de, Ümit Kıvanç antisemit olabilecek son insanlardan biridir; kumaşı buna elvermez, ama fevri yaradılışı başını her türlü belaya sokmaya uygundur. Anlaşılan o ki, “hakikat”i “politik doğruluk” söyleminin tahakkümüne karşı savunayım darken, birtakım “talihsiz” ifadelerde bulunmuş. (En hafifinden, diplomatik dilde bunlara “talihsiz” deniyor.)
Bali’nin Kıvanç’a cevaben gönderdiği yazı Birikim tarafından yayınlanmayınca, yazarın hem bu dergiyle hem de pek çok kitabını neşretmiş olan İletişim Yayınları’yla ilişkisi son bulmuş. İlgili makalesinde Roni Margulies’in de teslim ettiği üzere, her dergi gibi Birikim’in de kendi yayın kriterleri vardır ve o kriterlere göre bir yazıyı yayınlamayabilir. Ancak, bazı görüşlerini paylaşmamasına rağmen, Marguiles bu tartışmada Bali’ye hak veriyor ve sözünü şöyle bitiriyor: “Birikim’in editörlerinden biri olsam, Bali’nin yazısının yayınlanmamasını savunabilirdim. Ama daha önemlisi, Kıvanç’ın yazısının yayınlanmaması gerektiğini savunurdum.” Doğrusu, her ikisinin de yazısının yayınlanabildiği bir mecra bulunsaydı daha iyi olmaz mıydı?
Bali’nin sol cenahta eleştirdiği tek kişi Ümit Kıvanç veya Birikim grubu değil. Açık bir polemiğe girmemiş olsa da, bizzat Hrant Dink ile de belirli konularda uyuşamadığını ve gerilim yaşadığını öğreniyoruz. Bir nedeni, Hrant’ın bir “çifte söylem ustası” olduğunu düşünmesidir. (s. 370) Tanık olduğu ve duyduğu çeşitli anekdotlara bakılırsa, Hrant yurtiçinde başka, yurtdışında bambaşka konuşma ve icabında nabza göre şerbet verme alışkanlığına sahipti. Yabancısı olmadığımız, hele siyasetçilerimizde tersini hemen hiç görmediğimiz bir profil. Buradan, Hrant’ın gazeteciliğinin yanı sıra, hatta ondan daha fazla bir siyasetçi olduğu sonucunu çıkarmak mümkün.
Bu Bali’yi rahatsız eden bir yönü olsa da, Hrant’a yönelttiği eleştiriler temelde gene antisemitizm meselesiyle ilgili. Bali’ye göre Türk ve İslam kültürlerinde olduğu gibi Ermeni popüler kültüründe de “oldukça yaygın” bir antisemitizm mevcuttur. Bizzat Ohannes Kılıçdağı’ndan yaptığı bir alıntıda bu gerçek şöyle dile getirilir:
Ermeniler arasında da güçlü ama yüzleşilmemiş, kuvvetli bir anti-semit damar vardır. Mesela Ermeni Soykırımı’nı planlayanların aslında Yahudi dönmeleri olduğu gibi çok da temeli olmayan iddialar Ermeniler arasında hâlâ çok alıcı bulur. (s. 370)
Bali, Agos’taki bir yazısından ve başka mülakatlarından örnekler vererek Hrant’ın da bu temelsiz iddiaları üstü kapalı şekilde paylaştığını, ona getirdiği tenkit ve itirazlarını da gazetesinde cevapsız bıraktığını belirtiyor. Aralarında beliren soğukluğun nedenini de, “Ermeni popüler kültüründe yaygın olan bir antisemit kanaatin kendi zihin dünyasında da mevcut olduğunu ortaya çıkarmasına” bağlıyor. (s. 366)

Dink
Sonuçta hepsi aynı kapıya çıkar ama, Bali’ye göre Hrant bir “çifte söylem ustası” olmanın ötesinde “bir halkla ilişkiler, medyayı kullanma, yönlendirme ve algı şekillendirme ustası idi. Bilgisiz veya son derece yüzeysel bilgilerle donatılmış bir medya ve bir toplum için biçilmiş kaftandı. İletmek istediği mesajları yüzlerce, binlerce kere tekrarlardı. Propagandanın ve aktivizmin özü de bu idi zaten: Sürekli aynı mesajı tekrarlamak. Vücut lisanını ve sesini çok iyi kullanıp karşısındakini etkilemekte çok başarılıydı. Heybetli cüssesi de yardımcı oluyordu…” Bu haliyle “… tanımadığı, samimi dost olmadığı media mensubu ve/veya üniversite öğretim üyesi yoktu”. (s. 371)
Hrant’ı hızla popüler (sadece ilk adıyla anılacak kadar popüler) ve sözü dinlenen bir figür mertebesine yükselten eğer bu özellikleriyse, aynı özelliklerin onu karşılığı olmayan bir iyimserliğe sürüklediği düşünülebilir. Yani bir anlamda kendi başarısının kurbanı olmuştur. Bali’ye göre;
[Hrant’ın] en büyük hatası … yakın çevresindeki sol ve liberal görüşlü arkadaşlarına kanıp onlarla birlikte Türkiye’yi değiştireceğine, sırasıyla medyanın ve entelektüel âlemin kanaat önderlerine, müesses nizama ve nihayetinde topluma Ermeni Soykırımı gerçekliğini kabul ettirebileceğine inanmasıydı. Yakın arkadaş çevresine bakıp Türkiye’nin değiştiği ve bu değişimde kendisinin ve arkadaşlarının bir payı olduğu illüzyonuna kapıldı. Bu vahim hatayı da alçakça katledilerek hayatıyla ödedi. (s 371)
Bali’nin Hrant hakkındaki hükümleri yenilir yutulur cinsten değildir ama bunları tamamen onaylamak veya yadsımak kolay olmasa gerek; her halükârda yeri burası değil. Ancak Bali’nin yazı dünyasındaki başka figürlere ilişkin yargılarının da Hrant hakkındaki ağır hükümlerinden aşağı kalır tarafı yok.

Hür
Bu figürlerden biri de Ayşe Hür. Bali, Hür’ün yazılarını “kes-kopyala-yapıştır” yöntemiyle hazırladığını, bizzat kendi çalışmalarından kaynak göstermeden yararlandığını bazı örnekler vererek ileri sürüyor, yani onu düpedüz intihalle suçluyor.
Doğrusu, bu suçlamanın ne kadar yerinde olduğu tartışılır. Verilen örnekler suçlamayı temellendirecek kadar sahih değil. Kaldı ki Ayşe Hür alternatif tarih okumalarını popülerleştirmesiyle bilinen etkili bir araştırmacıdır. Uzmanlara ve akademisyenlere değil, gazete ve dergi okuyucularına seslenir, yazılarını ona göre kurar, kullandığı kaynakçayı da ona göre sınırlı tutar. Aslına bakılırsa, hiç kaynakça kullanmasa bile yazılarının değerinden çok fazla kaybetmeyeceği söylenebilir; hatta aksine, kaleme aldığı metinlerin formatını daha kullanışlı kılacağı savunulabilir. Zira son tahlilde Hür’ün amacı “orijinal” bilgi üretmek değil, varolan bilgiyi en sade ve anlaşılır şekilde okuyucusuna sunmaktır.
Bali bilimsel veya akademik nitelik taşımayan yazıların kaynakça gösterme zorunluluğu olmadığı fikrine şiddetle karşı çıkıyor, bunu “akla ziyan” bir düşünce olarak tanımlıyor. (s. 337) Aynı şekilde, bilginin “anonimleştirilmesi” fikrine de şiddetle karşı. Bundan kastı, aktarılan tez ve görüşlerin “Atatürk’ün vefat tarihi gibi, herkes tarafından malum olan, dolayısıyla kaynak göstermeye ihtiyaç olmayan bilgiler gibi kullanılması”. (s. 333)
“Sahipli bilgi”nin kamusal veya orta-malı bir kaynağa dönüşme şartlarının belirlenmesi zor bir konu. Ama kamusal bilginin Atatürk’ün vefat tarihinden çok daha geniş bir bilgi dağarcığını içerdiğine şüphe yok. Patent dairelerine neyin girip çıktığını kestirmek bile hiç kolay değilken, bu dağarcığın sınırlarını belirlemek pek kolay olmamalı.
Ancak teslim edelim ki, Ayşe Hür herhangi bir gazete yazarı değil. Belgelere ve vazgeçilmez referanslara dokunan araştırmacı bir yönü de var. O bakımdan Bali’nin ithamlarına hedef olması doğal. Hür gerçekten de birtakım hata ve ihmal örnekleri vermiş, kamu arazisinde dolaştığını sanırken hatta bazen bilerek pek çok kez özel araziye girmiş olabilir. Gene de onun bütün bunları hırsızlık niyetiyle yaptığını düşünmek güç.
Diğer taraftan, emeğinin ürünlerine sahip çıkmakta Bali’nin gösterdiği dirayet çok etkileyici. Onlarca, yüzlerce intihal vakasıyla karşılaştığını, kimilerine dava açıp kazandığını, kimilerine ise avukatı vasıtasıyla “ihtarname yollayıp kaynak belirtmelerini sağladığını” anlatıyor. (s. 333) Bayağı sonuç almışa benziyor, gene de özel mülkiyetin ve hele de entelektüel mülkiyetin pek gelişkin olmadığı bir ülkede, Donkişotvari bir çaba!
Bali’nin yoğun eleştiri ve polemiklerinden, yüksek bir yayın ahlakı ve akademik disiplin zaviyesinden konuştuğu anlaşılıyor. İlginç olan şu ki, kendisi bir akademisyen değil. Eğer üniversitede bir hoca olsaydı, sınıfının tamamına yakını sınıfta kalır, geçebilen üç-beşi de rüştünü ispatlamış üstün vasıflı öğrencileri olarak yollarına devam ederdi kuşkusuz.
Ne var ki, Bali yazarlık hayatını akademik unvanlardan mahrum şekilde sürdürmüş olmasını dert etmişe benziyor:
Yayınladığım kitaplarımın her biri birer ciddi araştırma eseri olmasına rağmen doktora sahibi ve öğretim üyesi olmamamdan ötürü zaman zaman ciddiye alınmadım. (s. 51)
Belge ve referanslarıyla ciddi tarihçilik yapmasına karşın “amatör tarihçi” muamelesi görmekten şikâyetçi. Oysa bazı çalışmaları akademik şablona uygun düşmese de, onun düzinelerce “profesyonel tarihçi”yi cebinden çıkaracağına şüphe yok. Ayrıca, akademik dünyada yer almamasının kendisine ilave bir yaratıcılık ve üretkenlik sağlamış olabileceğini düşünmek mümkün.
Öte yandan şunun da elbette farkında: “Kimi öğretim üyelerinin bana burun kıvırması sadece şahsıma münhasır bir durum değil. Bu genellikle öğretim üyesi olmayan herkese karşı takınılan bir tavır.” (s. 55) Şüphesiz, Türk toplumundaki baskın unvan merakının bir tezahürüdür bu tavır. Lakin artık fazla önemsenecek bir tarafı kaldığı söylenemez. Son birkaç on yıl içinde sayılarının çılgınca katlanması sonucu, gerek üniversitelerin gerek onlara bağlı rütbe ve unvanların hatırı sayılır bir erozyona uğradığı hepimizin malumu. O nedenle, pek çok aklı başında akademisyenin unvanlarını kullanmak şöyle dursun, adeta gizlediğini, sadece öz adlarıyla ve eserleriyle varolmaya çalıştığını görebiliyoruz. Bali’ye nasip olmadı ama bu eğilim ister istemez güçlenecek, burun kıvırmalar kalkmasa da, şekli ve muhatapları değişecek.
Bali’nin liberal/sol kesimde pek hazzetmediği bir grup başka insan var ki, bunları “Yahudilerin ve sair azınlık topluluklarının iç dünyasına nüfuz etmeye ve hikâyelerini paylaşmaya çalışan, en hafifinden bir biçimde diyalog arayışı içinde olan insanlar” olarak karakterize edebiliriz. Bali’nin bu tanımlamamıza harfiyen uyanlara bir itirazı olmaz ama, söylediklerine bakılırsa bu kategorideki insanların büyük çoğunluğu ya sahtedir, ya sahtekârdır; her halükârda çoğu kendi bencil ve şahsi gündemlerinin takipçisi veya esiridir. Bali bu insanları tırnak içine alıp “dürüst Türkler” olarak niteliyor.
Hakan Akdoğan, Bahar Feyzan ve Halit Kakınç bu Türklere verdiği örneklerden. Bu üç isim de Türkiye’deki Yahudi tarihinin karanlık sayfalarından biri olan Struma olayından romanlar devşirmiş yazarlar olarak biliniyor. Bali, bitmez tükenmez mücadelesi çerçevesinde, Akdoğan’ı ve Kakınç’ı kendi eserlerinden intihal suçlamasıyla mahkemeye vermiş ve sonunda geç de olsa kazanmış.
Bali’nin bu yazarları niçin “dürüst” bulmadığı belli. Ancak mesele intihalden ibaret değil. Bali, Struma konusunun bu yazarların elinde “paraya ve/veya şöhrete tahvil edilebilecek bir metaya dönüştüğü”, yani araçsallaştırıldığı kanaatinde. (s. 341) Yazarların da bu nedenle samimi ve gerçekten dürüst olmadıkları inancında. Serenad romanıyla aynı konuyu işlemiş olan Zülfü Livaneli hakkındaki hissiyatı da bu yönde gibi.
Bali görüş ve hissiyatında yerden göğe haklı olabilir, fakat mesele samimiyetse, maalesef bu çok kıymetli vasfı tartacak bir ölçüt yok. Herhangi bir araçsallaştırmayı da samimiyetsizliğin ölçüsü olarak kabul etmeye imkân yok.
Bali’nin bu iki davranış türünü denklemleştirmesi, 1960’larda ABD’deki radikal siyah Amerikalıların “iyi niyetli” beyazlara tepkisini akla getiriyor. O sıralar bazı ırkçılık karşıtı beyaz aktivistler, siyahların yaşadığı baskı ve ayrımcılığı sergilemek için birtakım yayınlar ve filmler üretmiş, bunların bir kısmından da ceplerine epeyce bir para girmişti. Buna bazı siyah radikaller tepki göstermiş, beyazları samimiyetsizlikle suçlayıp onlardan gelen destekleri reddetmeye kalkmıştı. Amerikalı siyah yazar James Baldwin ise siyah radikallerin tepkisine karşı koymuş, kamusal söylemlerde samimiyetsizlik ölçütüne dayanarak pozisyon alınamayacağı mealinde bir argümanla müdahalede bulunmuştu.
Gerçekten de, ölçü samimiyetsizlikse, Yahudilik vs. bir kenara, her alanda ve her akım içinde –örneğin “çevrecilik” gibi güncel ve geniş bir akım içinde– bugün samimiyetsizliğinden yüzde yüz emin olduğumuz sürüyle insan yok mudur? Elbette vardır, ama onları bir kalemde gözden çıkaramayız, çıkarmayız. Bunu yapmadığımız, yapamadığımız zaman da ne mutlaka Makyavelist oluruz ne de oportünist.

Lakin Bali birçok kereler Yahudi cemaatinin önde gelenlerini tam da böyle olmakla itham ediyor. Onların “dürüst Türkler”i (Livaneli de dahil) göklere çıkarmasına çok içerlediği her satırından anlaşılıyor. Onu öncelikle kızdıran, “‘Yahudi dostu’ olduğuna inanılan Türklerin, intihal yapmış olsalar bile övülmeleri gerektiği konusundaki kanaat. Azınlıkların bu hastalıklı (başka bir sıfat kullanmak imkânsız) ruh hali tamamen Makyavelist bir yaklaşım. Bu ruh halini şöyle özetleyebiliriz: ‘Boş ver intihali falan. Senden çalarak anlatsa da onun başımızın üstünde yeri var, zira o bir Vedre’”. (s. 349) (“Vedre” Ladinoda yeşil demek, ama Müslüman dolayımıyla Türk anlamına geliyor.) Yani sırf Vedre olduğu için, Kol Hakavod dememiz gerekiyor: “Ona hakkını vermeliyiz.”
Bunun sakat bir yaklaşım olduğuna şüphe yok. Zira sırf kendi menfaati için bir yanlışı, bir cürmü göz ardı etmeyi, hoş görmeyi öngörüyor. Fakat Bali’yi kızdıran bunun ötesinde bir durum. Tasviri şöyle:
Bir gayrimüslim kendisini ilgilendiren herhangi bir mağduriyet veya haksızlıkla ilgili itirazın veya incelemenin bir ‘Türk’ ve de bir gayrimüslim tarafından yapılmış olması halinde Türk toplumuna vereceği beyanatlarda ‘Türk’ kişiyi methetmeyi tercih edecektir. Bu tavır, gayrimüslimlere karşı olumsuz duyguların hâkim olduğu bir toplumda ‘azınlıkların dertlerini dert edinen’ bir ‘dürüst Türk’ü şereflendirmenin şart olduğu inancına dayanır, zira bu kişi, kamuoyunda azınlıkların fahri savunuculuğunu üstlenmektedir. (s. 346)
Bali’yi burada rahatsız eden, yanlış iş yapan ‘Türk’ün hoş görülmesi değil, doğru iş yapan ‘Türk’e gösterilen teveccühtür. Yani bir “kayırma” söz konusudur. Tıpkı “pozitif ayrımcılık” gibi, bu bağlamdaki bir “kayırma”nın da pozitif bir yönü bulunabilir. Kendi grubunuzun dışından biri eğer size elini uzatıyorsa, siz o eli sıkarsınız. Hele o elin sahibinin herhangi bir menfaat veya teveccüh beklentisi olmaksızın sizin “fahri savunuculuğunuzu” yaptığını görür veya hissederseniz, memnuniyetinizi belirtmekten, hatta özel ilgi ve ihtimam göstermekten de kaçınmazsınız. Bali, Yahudiler arasında bu tür davranışları cemaatin “ezikliği”ne yoruyor. Bir gerçek payı mutlaka vardır, ama şu da bir gerçek ki, dostça uzatılan bir eli ikirciklenmeden sıkmak genellikle ezikliğin değil, özgüvenin bir ifadesidir.
Tabii şurada Bali gayet haklı: Azınlık mensuplarının “çoğunluk” tarafından gelen ilgi ve desteğe minnet duymaları, bir nevi borçlu hissetmeleri hoş bir manzara değildir; keza, çoğunluk mensuplarının azınlıkların dertlerine ortak olurken onlardan övgü, ilgi (yahut her türlüsünden menfaat) beklemeleri de yeterince nahoş bir manzaradır. Zorlanırsa, şüphesiz en katıksız dayanışma örneklerinde de bir alış-veriş boyutunu keşfetmek mümkündür, ama her dayanışma veya yakınlaşma girişimini de bir alacak-verecek tablosu içinde okumak manzaranın tamamını görmeyi engelleyebilir. Üstelik, her şeyi bir bilanço çerçevesinde okumak sanıldığı kadar kolay olmasa gerek. Bali’nin kendi cemaatinde çıkarcı ve ikiyüzlü bulduğu insanların dahi bunu ne kadar yaptığı veya yapabildiği tartışılır – icabında her biri mükemmel esnaf olsa da.
Bali’nin tüm kitabına sinmiş karamsarlığına işaret ettik. Arka kapağında da kitap, “geçip giden zaman karşısında bir yenilginin, bir hayal kırıklığının hikâyesi” olarak tanıtılıyor. Yazarın başlangıçtaki hedefleri herhalde çok yüksekti, fakat otuz küsur yıllık araştırmacılığının azımsanmayacak bir etki yarattığı aşikâr. Nitekim kitabının bir yerinde bunu kendisi de şöyle ifade etmiş:
Kitaplarımda ve makalelerimde ortaya attığım bilgiler kısa sürede dönemin basını, araştırmacıları ve akademyası tarafından kabul gördü, benimsendi. Birçok gazeteci, köşe yazarı, popüler tarih yazarı yazdıklarımı alıntılayarak, tekrarlayarak veya harmanlayıp yeniden yazarak yaygınlaştırdılar. Bir müddet sonra kitaplarımda yer alan gerçekçi tarih anlatımı kamuoyunda benimsendi. (s. 89)
Bu kadar etki yaratmış birinin “yenilgi”yi kabullenmesi zordur. O bakımdan, karamsarlığını hep yanında taşısa da Bali’nin hızını alamayıp yazmaya devam etmesi çok muhtemel. Kim bilir, bir sonraki “bilanço”su da farklı çıkabilir.
Önceki Yazı

Richard Yates:
Özel bir yazarın kayıp yazgısı
“Yates’in ustalığı, çok iyi tanıdığı karakterler üzerinden dönemi iki açıdan ortaya koyabilmesinde: On sekizinde bir çocuğu ülkesinden çok uzak, yabancı topraklarda düşman diye öğretilen başka genç çocukların peşinde, çaresizce arzulanan o zaferi kovalarken takip ediyoruz ve oğlundan kilometrelerce uzakta tüm hayatını, hayallerini onun dönmesine bağlayan bir annenin tek başına ayakta durma çabasına tanık oluyoruz.”
Sonraki Yazı

Mümkün dünyalar üzerine (IV):
Zamanın ikili görünümü
“Leibniz’de süreklilik vardı, her şey birbirine tam tamına bağlanıyordu. Tanrı olmasaydı evren boşluklardan, kopukluklardan, ilişkisizliklerden oluşacaktı. Kafka’nın evreni ise işte böyle, sürekliliği sağlayan bir Tanrı’nın olmadığı evrendir.”