Richard Yates:
Özel bir yazarın kayıp yazgısı
“Yates’in ustalığı, çok iyi tanıdığı karakterler üzerinden dönemi iki açıdan ortaya koyabilmesinde: On sekizinde bir çocuğu ülkesinden çok uzak, yabancı topraklarda düşman diye öğretilen başka genç çocukların peşinde, çaresizce arzulanan o zaferi kovalarken takip ediyoruz ve oğlundan kilometrelerce uzakta tüm hayatını, hayallerini onun dönmesine bağlayan bir annenin tek başına ayakta durma çabasına tanık oluyoruz.”
Richard Yates
Gün bitimine doğru Richard Yates’in Özel Bir Yazgı adlı romanını okumayı tamamladım. Henüz akşam olmamıştı, ancak benim için gün bitmişti. Çünkü gün doğmadan başlayan iş günleri, tek tek dolmaya başlayan bir servisin içinde, sıkışık trafikte çoğunlukla yalnız olduğun bir otomobilde, tıklım tıklım metroda, otobüste veya vapurda gün batmadan önce sona erer. Düşüncelerin ve sönmüş hülyaların artık kendini nadiren hatırlatan buruk hevesi içinde, bir zamanlar, bazen epey uzak, bazen dün gibi gelen o zamanlar, işe gitmenin ve işten dönmenin müzik dinlemek ve kitap okumakla şenleneceğine dair o saf, ne çok uğraşılsa da içine düşmekten kaçınılamayan, gerçek hayat denen şeyden habersiz hayalleri anımsayarak. Dinlemek ve okumanın, müzik ve edebiyatın art arda gelen günler, haftalar, yıllar tarafından acımasızca tüketilmesinin ardında bitmeyen bir yorgunluk, tatmin edilemez bir açlık kalır. Okuma eylemi böylesi bir açlığın dindirilebileceğine dair kapılınmış umutlardan biridir ama nadiren işe yarar.
İşte o sabahların birinde metroyla işe giderken öyle bir kitabın sonuna yaklaşmıştım. İneceğim durağa ulaştığımda son bölüme ulaşmıştım, durağı kaçıramazdım, temiz bir peçeteyi kaldığım sayfanın arasına sıkıştırıp yerimden kalktım, birkaç saniye sonra açılacak kapıya doğru yaklaştım. Romanın aşağı yukarı nasıl biteceği belli olmuştu, yine de bir an önce sakin bir yer bularak sonunu okumak istiyordum. Metrodan yürüdükten sonra işyerine yürüdüm, güvenlikten geçtim, asansöre bindim. Tüm bunlar üzerimden geçip giderken, öyle olağan ve öyle alışıldık bir şekilde, şirkete girmeden önce bir yerlere oturup şu son bölümü okumak aklıma hiç gelmedi. Geç kalmıştım, ancak sebep bu değildi. Asıl sebep başka bir yerde yatıyordu; daha derin, daha kanıksanmış bir yerde. Yoğun sayılabilecek bir mesainin ardından, servisteki çift kişilik koltuğun cam kenarına geçtiğimde, yan koltuğa yerleştirdiğim çantanın içindeki dizüstü bilgisayarımla birlikte duran kitabın varlığının yarattığı kabarıklığı hissettiğimde, ancak ve ancak o zaman fark ettim o kanıksanmış yeri. Hayatımda ulaştığım yerdi orası.
Camın ötesinde yavaşça çöken akşam karanlığı Haşim’in dizelerinden fersah fersah uzak, pis ve boğuk bir karanlıktı sadece. Bana ve evlerimize dönerken aynı servisi paylaştığım iş arkadaşlarıma hatırlattığı tek şey her geçen yıl dayanılmazlığı artan sıkışmışlık duygusuydu. Renksiz, biçimsiz, azıcık zevkten bile yoksun binaların, kalabalık yolların, araçların arasında deneyimleyeceğimiz o hep aynı kargaşa. Artık bıkkınlık bile vermeyen didişme. Bir zamanlar camın ardına dalıp cesaretimi toplamaya çalıştığım günler aklıma geldi. O her şeye son verecek ve aynı zamanda her şeyi başlatacak olan hareketi düşledim. Söze nereden başlayacağımı ya da ilk eylemimin ne olacağı. Sözcüklere dökeceğim son seslenişim. Kimlerle ve hangi vakitte konuşacaktım, sabahın erken saatlerinde mi, yemekten hemen sonra mı, belki de çıkışa yakın. Bıkkınlık veren hep aynı düşlerin içinde yitip gitmem, başıma saplanan o bildik ağrı. Belki hep oradaydı, ortaya çıkmak için bu ânı bekledi. Gözlerimi yumdum, dinlenirlerse ağrı sona erer sandım. Servisin dışında, bekleme alanında gülüşen, homurdanan, mızmızlanan ve daima planlar yapan insanlar vardı. Yakınlarında değildim ama nelerden söz ettiklerini çok iyi biliyordum. Kulaklıklarımı kutusundan çıkarıp kulaklarıma yerleştirdim. Gitarın ve mırıltıların eşliğinde kitabımı olduğu yerden çıkardım, gözlerimi yeterince açık tutup son sayfaları okudum. Okuyacaklarım bitince durması gereken yere kitabı geri koydum. Servis hareket etmiş, bir sıranın peşine takılmıştı; ilerlemeyi, herkesten önce oraya varmayı ümit ediyordu.
1926 yılında doğan Yates henüz üç yaşındayken ebeveynleri ayrıldı, annesi ve kız kardeşiyle kaldı o. Büyük buhran sonrası evden eve, şehirden şehre taşınıp durdular. On sekiz yaşına geldiğinde okuldan ayrılıp gönüllü olarak orduya katıldı. İkinci Dünya Savaşı’nın sonlarına gelinmişti, belki cepheye gönderilmeden askerliğini tamamlamayı umuyordu Yates; mümkünse biraz para biriktirmenin en kolay yolu. Dönmesini dört gözle bekleyen annesine de böylece yardım edecekti. Tıpkı ikinci romanı Özel Bir Yazgı’daki başkarakter Robert Prentice gibi. Bobby karakteri, yaratıcısından farklı olarak annesinin tek çocuğu olarak yetiştiriliyor, biraz bundan, biraz doğuştan sahip olduğu mizacından ötürü romanın henüz ilk sayfalarında zaafları hemen ortaya dökülüyor: Doğduğundan beri yanında olduğu kadının biricik varlığı, ümidi ve onu topyekûn yalnızlıktan koruyan tek insan olarak annesinin boğucu sevgisinden kaçamıyor. Bu sevginin özenle, yıllar boyunca ördüğü bağlardan kurtuluşun bir yolu olarak asker olmaya karar veriyor. Acemi eğitiminin ardından yollandığı cephede hayatı boyunca kurtulamadığı korkaklığının kaynağını keşfediyor ve kitabın sonunda onunla yaşamanın bir yolunu buluyor.
Bobby’nin annesiyse, Indiana’nın uyuklayan küçük kasabaları dar kafalı bir cehalete takılıp kalmışken oradan çıkıp Sanat Akademisi’ne yazılan ilk kız öğrenci olmayı başarmış bir kadın. Sonrasında hayallerinin şehri New York’a da giderek orada moda ressamı olarak iş bulmayı da başaracak, ancak başarısız bir evliliğinin ardından üç yaşındaki oğluyla birlikte büyük buhranın ekonomik zorluklarıyla tek başına yüzleşecek. Heykeltıraş olmak isteyen dul bir kadın olarak kapitalizmin çöktüğü, dönemin ABD’sinde karşısına çıkan engelleri çocuğuyla birlikte aşmaya çalışacak.
Yazar Richard Yates’in ustalığı, çok iyi tanıdığı bu karakterler üzerinden dönemi iki açıdan ortaya koyabilmesinde yatıyor. On sekizinde bir çocuğu ülkesinden çok uzak, yabancı topraklarda düşman diye öğretilen başka genç çocukların peşinde, çaresizce arzulanan o zaferi kovalarken takip ediyoruz ve oğlundan kilometrelerce uzakta tüm hayatını, umutlarını, hayallerini onun dönmesine bağlayan bir annenin tek başına ayakta durma çabasına tanık oluyoruz. Üç yaşından itibaren çocuğunun bakımını babasından alabildiği nafakayla tek başına üstlenen anne bir yandan oğlunu ona layık gördüğü geleceğe hazırlamaya çalışırken, öte yandan kendisine layık gördüğü o özel yazgıdan vazgeçmiyor. Bu ısrar, annenin hayallerine tutunmasındaki bu inat bana göre romanın en önemli çatışmasının esas kaynağını oluşturuyor. Heykeltıraş olmak isteyen anne hayallerinin ve bağımsızlığının peşinde koşarken, bir yandan da doğumundan kendini asli sorumlu olarak gördüğü oğlunun yazgısını gerçekleştirmeye çalışıyor. Hem kendisine hem oğluna layık gördüğü bu yazgı, doğduğu kasabaya, önüne sunulan hayata, döneme, sorumlusu olmadığı, ancak içine düştüğü şartlara bir başkaldırıdan kaynaklı.
Şöyle ki… Alice Grumbauer basit bir manifaturacının yedinci kızıdır. Alelade altı kız evlattan sonra her nasılsa sanata, zarafete ve uzak ve büyük New York dünyasına merak salmış, fevkalade bir kızdır. İlk büyük hatasını, yakışıklı bir erkek sayılabilecek, hoş, amatör sesiyle, güzel giyimiyle ve şehirdeki el altından içki verilen mekânlarda iyi karşılanmasını sağlayan satıcı gider hesabıyla biraz havalı bile sayılabilecek, ancak sonradan sıradan biri olduğu ortaya çıkacak genç bir adamla evlenerek yapacak. Üç zor yılın ardından kocasından ayrılıp oğluyla birlikte yollara düşecek ve sonu gelmeyecekmiş gibi görünen mücadelelerle geçen yılların sonucunda askere gitmeye karar vermiş oğluyla, eskiden berbat olduğunu düşündüğü Childs restoranlarından birinde karşılıklı yemek yiyecekler. Oğlunu savaşa göndermeden önceki son yemekleri olacaktır bu. Romanın henüz başındaki sahne ve sonrasında anlatılanlar genç oğlanın annesiyle olan ilişkisinin vardığı yeri çok iyi aktarıyor okura. Giriş bölümünün sonlarına doğru Bobby’nin iç sesini duyuran şu satırlar misal:
Sen Alice Grumbauer’sin, diye devam etti duyulmayan sesi. Sen Indiana, Plainville’li Alice Grumbauer’sin, zavallı pejmürde babam bizim için eşek gibi çalışırken yıllardır okuduğun “sanat” mavalına rağmen cahilsin, aptalsın. Belki babam “donuk”tu, “duygusuz”du falan ama keşke onu tanıma fırsatım olsaydı; ne tür bir sersem olursa olsun çok iyi biliyorum ki babam yalanlarla yaşamadı. Ama sen yaşıyorsun. Senin yaşadığın her şey yalan; peki gerçek nedir bilmek ister misin?
…
Gerçeği bilmek ister misin? Gerçek şu: Tırnakların hepsi kırık ve kara çünkü işçi olarak çalışıyorsun ve Tanrı bilir seni o lens fabrikasından nasıl çıkaracağız? Gerçek şu: Ben piyade eriyim ve büyük olasılıkla kellemi kaybedeceğim. Gerçek şu: Burada oturmuş, bu kahrolası dondurmayı yemeyi, zamanım tükenirken senin sarhoş sarhoş konuşmana izin vermeyi aslında hiç istemiyorum. Gerçek şu: Keşke bugün iznimi Lynchburg’te geçirseydim ve bir randevuevine gitseydim. İşte gerçek bu.
Bu sert sözler, bir annenin oğlundan işitmekten korktuğu bu saldırgan ve acımasız sözler bir sonraki paragrafta bizzat oğlanın kendisi tarafından eleştiriliyor ve belki de düzeltiliyor, ancak durumu anlamaya çalışan bu iki farklı yaklaşımın varlığı öyle kıymetli ki, ana karakterler oğul ve anneyi gerçekten anlamamız için ilk adımı atmamızı sağlıyor. İşte Yates’in sırrı burada yatıyor. Okuruna henüz girişte romanın dünyasını açık ve olabilecek en dürüst şekilde gösteriyor. Böylece okuruyla yazılı olmayan bir anlaşmaya varıyor adeta, kimsenin kimseyi kandırmayacağına dair. Hem Alice hem Bobby her şeyleriyle yazarın zihnine aitler, orada vücut bulmuşlar ve herhangi bir yargılanmaya maruz kalmadan okurun karşısına romanın sayfalarında kanlı canlı çıkıyorlar. Tüm zaafları, korkuları, heyecanları, umutları, hataları ve sevdikleriyle.
Romanın bundan sonraki bölümü Bobby Prentice’in askerlik eğitimini, cepheye intikalini ve savaş alanında özellikle asker arkadaşlarıyla yaşadıklarını anlatıyor. İkinci kısımdaysa Alice’in oğlunu büyütmeye çalışırken yüzleştiği farklı türden mücadeleler anlatılıyor. Doğduğu topraklara, kendine sunulan hayata başkaldıran ve öbürlerinden farklı yetenekleri olduğuna inanan, bu yeteneklerin peşinden gitmekten vazgeçmeyen bir kadının adım adım düşüşünün hikâyesini okuyoruz. Yazarın öyle bir çabası olmasa da – gerçi bundan emin olamayız hiç.
O zaman yazarın çabasını hiç umursamadan şöyle söylemek daha doğru; ben bu kısmı bir düşüş hikayesinden çok oğluyla hayatta kalmaya çalışan bir kadının yazgısının özel olduğuna dair inancını kaybetmemek için sonuna dek direnmesi olarak okudum. Elbette her okuma kendine özeldir ve benimki de ruh halim ve içinde olduğumuz dönemden azade değil. Farklı okurlar bambaşka açılardan yorumlayacak ve muhtemelen benden farklı düşüneceklerdir, ancak şunu da söylemeliyim, romanın sonuna geldiğimizde Alice’in bir yerlerde muhafaza etmeye çalıştığı heykellerine umut bağlaması, hayalini gerçekleştireceğine dair o sarsılmaz inanca bağlılığı beni gerçekten etkiledi. İstediği sonucu alamıyor olabilir, bir Yates romanından başka türlüsü beklenemez zaten, oğlu üzerinde kurmuş olduğu baskının boğuculuğunu ve adaletsizliğini de inkâr etmiyorum, yine de Alice’i zaaflarıyla birlikte güçlü bir kadın olarak tahayyül etmek istiyorum ve oğlu Bobby’nin günün birinde annesinin hakkını teslim edeceğine yürekten inanıyorum.
Özel Bir Yazgı 1969’da yayınlandığında Richard Yates kırk üç yaşındaydı. İkinci evliliğini yeni yapmıştı ve övgüyle karşılanan ilk romanı Bağımsızlık Yolu ile öykü derlemesi Yalnızlığın On Bir Hali’nden sonra yeni kitabı merakla bekleniyordu. Özel Bir Yazgı aynı övgülere boğulmadı. Zaman değişmişti çünkü.
Donald Barthelme’nin sürrealistik kurmacaları New Yorker’da yayımlanıyordu, Mezbaha Beş (Kurt Vonnegut), Madde 22 (Joseph Heller) yayınlanmıştı ve büyük ilgi çekmişti. Savaşa yaklaşımı onlardan çok farklıydı Yates’in, daha klasikti ve acıyı modası geçmiş bir biçimde yansıtıyordu; olduğu gibi. İstediği ilgiyi göremeyince Yates daha çok içmeye başladı. Birçok kişi S. Fitzgerald ile aynı kaderi paylaşacağını düşündü. İlk eseriyle büyük heyecan yaratan, ancak sonrasında zamanla gözden yiten yazarlar ordusuna katılacaktı. Gerçekten de 1999’da Boston Review’da Stewart O’Nan tarafından yazılan bir makaleye ve 2003’te Blake Bailey tarafından yayınlanan bir biyografiye dek unutulmuş gitmiş, yeni baskısı yapılmayan yazarlardan biriydi.
Sonrasında çağdaş yazarlar tarafından adeta yeniden keşfedildi ve 2008’te gösterime giren, Bağımsızlık Yolu’ndan yola çıkılarak çekilen Hollywood filmiyle uluslararası üne kavuştu. Böylece, 1992’de hayatını kaybetmiş olan Yates, kazandığı itibarı ve şöhreti yaşarken göremeyen o yazarlardan biri oldu. Tıpkı kurmacalarındaki alter egosu sayılabilecek Robert Prentice gibi. Bana kalırsa böyle olması onu daha az ya da daha çok değerli kılmıyor, ancak böyle yazarların yaşamlarının karakterlerinkine benzer biçimde sonlanması her zaman beni etkilemiştir. Belki de böylesine içten yazmak ancak bu şekilde mümkündür.
Kendisine yüreksiz dediği için bölüğün en sağlam askerlerinden biriyle Bobby’nin kapıştığı bölüm misal, öyle sakin ve duyarlı anlatılmış ki, karakterin geçirdiği dönüşüm, vardığı yer, savaşın buradaki rolü, tüm olan bitenlerin adaletsizliği bir arada verilmiş ve sahne şu harika anlatımla sonlanıyor:
Hiçbir şey ispatlamamıştı, kefaret namına işe yarar bir şey yapmamıştı ve muhtemelen asla yapamayacağını da biliyordu.
…
Peki kendini nasıl bu kadar iyi hissedebiliyordu? Kendiyle barışık olmaya nasıl hakkı olabilirdi?
Bilmiyordu. O gün, sonra da o gece, Walker ve Mueller’la bir Alman’ın oturma odasında, kumaş koltuklarda, her biri kucağında kıvrak birer Rus kızıyla yarı sarhoş otururken, daha da sonra kucağındaki kızı elinden tutup karanlık, güzel kokulu otların arasına götürürken az çok berraklıkla bildiği tek şey on dokuz yaşında olduğu, savaşın bittiği ve hayatta olduğuydu.
Savaş alanından yüzlerce kilometre uzakta evladını bekleyen annenin ümidini, endişelerini, son bir güçle içine düştüğü çabadan kurtulma hayallerini anlatırken de aynı duyarlılığı gösterebiliyor Yates. Örneğin şu satırlarda:
Natalie’nin şimdi sokak lambasının sert ışığının vurduğu yüzü birden samimiyetsizlik maskesine dönüştü. Alice içinden, ne kadar yaşlı ve çirkin, diye geçirdi, bunu hiç fark etmemiş olmasını garipsedi. Natalie, aslında senden hiç hoşlanmıyorum ve hiç de hoşlanmadım, demek istedi. Ama bunun yerine, “Peki, iyi geceler” dedi.
Ve tek başına kaldı. Ama dost kadar sadık ve viski şişesi evdeydi. Merdivenleri çıkmaktan nefes nefese, kapıyı arkasından güzelce kilitledi ve şapkasını bile çıkarmadan bardağa sek viski koydu. Sonra acele etmeden soyundu, viski kadar rahatlatıcı olan eskimiş, yırtık sabahlığını giydi. Artık geceye hazırdı.
Yates ışığıyla, renkleriyle, karakterlerin ruh halleriyle ilgili tüm o detaylarla bir sahneyi okuruna gösterirken biliyor ki, başka bir söz kullanmasına gerek kalmadan anlatmak istediği her şeyi sözcüklere dökmüş olacak. Gerisi okurun zihninde gerçekleşecek. Sadece ışığı, renkleri, eşyaları, sokakları, kıyafetleri, binaları ve bunun gibi yaşarken çok da gözümüze çarpmayan ancak gözlerimizi kapayıp hatırlamaya çalıştığımızda aklımıza gelen veya uydurduğumuz onca detayı göstererek gerekli olan her şeyi anlatmayı beceren bir yazar Yates.
Bu yazıyı yazarken romanın tekrar okuduğum satırlarında yeni bir şey keşfettim, ufak çaplı bir araştırmanın sonucunda öğrendiğim bir Richard Yates anekdotu. Artık iyice yaşlanmış ve huysuzlaşmış olan yazarı ders verdiği üniversitenin oturma salonunda hayal ettim. Öğrencileri tarafından bir sit-com dizisinin yeni bölümünün televizyondaki ilk gösterimi için salona davet edilmiş. Dizinin adı Seinfeld, bölümün adı “Jacket”. Richard Yates, bizzat kendisinden esinlenen Alton Benes adlı yazar karakterinin aksiliğini, alkole olan ilgisini, mizah duygusundan yoksun, abartılı sertliğini izlerken aklından geçenleri tahmin etmeye çalıştım. Kızının eski erkek arkadaşının yazdığı ve sayesinde meşhur olduğu televizyon dizisindeki korkutucu baba karakterini izlerken acaba aklından neler geçiyordu? Aktarılanlar doğruysa bildiğimiz bir gerçek var, dizi bittikten sonra fikrini soran öğrencilere verdiği küfürlü yanıt. Dizinin yaratıcılarına ettiği o küfürde öfkesi açıktı, ancak saklı olan bir şey daha vardı: İçki şişeleriyle birlikte bir ömür geçirdiği, sadece cam ekrandakine değil, tüm dünyaya dair duyduğu o hayal kırıklığı.
Yates bugün ABD’nin en büyük yazarlarından biri olarak görülüyor. Kaygı Çağı olarak anılan dönemi en iyi anlatanlardan biri olduğundan kimsenin şüphesi yok. Ancak öldüğünde, “Jacket” bölümünün yayınlanmasından yaklaşık iki yıl sonra, kitaplarının hiç yeni baskısı yoktu. Öğrencilerinin meşhur olduğunu gördü, kendisi hakkında övgülerini okudu, ancak yaşarken okuruna kavuşamayan tüm o yazarlar gibi çocuksuz bir baba olarak öldü.
Önceki Yazı
Hanioğlu'nun Atatürk - Entelektüel Biyografi'si üzerine (I):
Mustafa Kemal’in tarihselleştirilmesi mi, geçmişimizin itina ile temizlenmesi mi?
“Çok basit ve herkes tarafından kabul edilecek bir gerçekten hareket ediyor Hanioğlu. Yeni bir devlet ve toplum kurma iddiasındaki bir liderin, neyi niçin ve nasıl yapmak isteğini anlamak istiyorsanız, onun içinde şekillendiği düşün dünyasını, dönemin atmosferini bilmeniz gerekir.”
Sonraki Yazı
Rıfat Bali’den Bilanço Zamanı
“Bali’nin geçenlerde çıkan son kitabı, adının da anlattığı üzere, son otuz yıllık yazın hayatının bir muhasebesini içeriyor. Yazarın değişik çevrelerle yaşadığı tartışma ve gerilimlerin tüm hikâyesi bu kitabında toplandığı için, metindeki polemik dozu diğer kitaplarında olduğundan da fazla.”