Öykülerde İstanbul:
İBB’den hikâye kalkışması!
“Yazarların doğum yıllarına göre kronolojik sıra izleyen 100 öykü, İstanbul fikri etrafında Ahmet Rasim’den Onur Caymaz’a, Türkçe dilinde yazıyla uğraşanların İstanbul aracılığıyla Batılılaşmadan kentleşmeye, kadın erkek ilişkilerinden ekolojiye –bir çoğu hâlâ geçerli– çeşitli meselelere nasıl baktıklarının bir yansıması.”

İllüstrasyon: Selçuk Ören, Öykülerde İstanbul, s. 988.
İBB şubat ayında Öykülerde İstanbul adlı, bin dört yüz küsur sayfalık, iki ciltlik bir antoloji yayınladı. Yazarların doğum yıllarına göre kronolojik sıra izleyen 100 öykü, İstanbul fikri etrafında Ahmet Rasim’den Onur Caymaz’a, Türkçe dilinde yazıyla uğraşanların İstanbul aracılığıyla Batılılaşmadan kentleşmeye, kadın erkek ilişkilerinden ekolojiye –bir çoğu hâlâ geçerli– çeşitli meselelere nasıl baktıklarının bir yansıması. Şehrin ve dilin meşguliyetleri bazen çakışıyor, bazen birbirinden uzaklaşıyor ama her zaman bir didişme sahası olarak yeniden İstanbul’a geri dönülüyor. Kapsamdan ötürü de, okur bu tarz antolojilerin genellikle düştüğü nostalji kolaycılığına maruz kalmadan her hikâyede yeniden, bu sefer başka bir yerden, bir meseleden, bir semtten İstanbul’a bağlanıyor. Seçim yapılırken hikâyelerin bazılarının birer uzun hikâye, hatta novella olması da umursanmamış, ki bu da cesur bir karar.
Mesela Tarık Buğra’nın iki sayfalık Küllük hikâyesi öykücülüğümüzde hep Sait Faik’le birlikte aklımıza gelen izlenimci edayı, hakkında görece az şey bilinen bir sanatçı kahvesiyle çok güzel bağdaştırırken, Samet Ağaoğlu’nun otuz küsur sayfalık Büyük Aile’si İstanbul’a yerleşen Niksarlı bir tüccar ailesinin başından geçenleri Thomas Mann’vari bir çöküş silsilesi olarak ele alıyor.

Cumhuriyet'in 100 Öyküsü
Derleyen: Ahmet Bozkurt
İBB Yayınları
Şubat 2024
1424 s.
Kapsam çok geniş olunca, kronolojik gidişat[1] bizi yazarların yaşadıkları ve yazdıkları dönemlerde hangi konularla ilgilendikleri, hatta hangi etkiler altında kaldıkları konusunda düşündürüyor. İlk birkaç yazar bariz biçimde, bu yeni kalem oynattıkları genre’ın doğasının da etkisiyle Galata, Pera, Beyoğlu, Batı, Batılılar, Batılılık etrafında dolanıyor. (Tabii bu tema kaçınılmaz olarak sık sık yeniden karşımıza çıkacak, özellikle de Beyoğlu.) Derlemenin 1864 doğumlu en ‘yetişkin’ yazarı Ahmet Rasim –ki en genç de sayılabilir, bugün yaşasaydı mükemmel dizi senaryosu yazardı!– Beyoğlu sokaklarını mekân tutmuş iki yoksul gayri Müslim çocuğun hikâyesinde, dönemindeki herkes gibi sıkı Dickens ya da Victor Hugo hayranı olduğunu düşündürüyor. Her zaman enerjik Hüseyin Rahmi bir Ben Turpin ya da Şarlo filmindeymiş gibi İstanbul sokaklarında koşuşturmalı birtakım aksilikler yaşayan turist kahramanı ‘Mösyö Theophile’ dolayısıyla cevval kalemini işletiyor. Halit Ziya, kahramanı kürklü bir paltoya âşık, fakir bir çocuk olan hikâyesiyle antolojiye edebiyatını en iyi temsil edecek hikâyeyle katılmıyorsa da, Yakup Kadri’nin bir Beyoğlu pansiyonunda Batı hayranlığı (eşittir kadın) pençesinde kan revan perişan olan kahramanı kadar da melodramın kollarına atmıyor okuru.
Derken Ömer Seyfettin, başına buyruk ve orijinal yazarımız, vapurda rastladığı, aşk hayalleri kuran dostunu bir Thomas Bernhard hararetiyle azarlayan hikâye kişisinin monoloğunda kendine özgü asabi enerjiyi parlatıyor: “Bizim muhitimizde, Türklerin muhitinde aşk şiddetle yasaktır. Bir cehennem makinesi, bir bomba, bir kutu dinamit kadar yasak… Bir Türk on dört yaşına girdi mi annesinden, ablasından, kız kardeşinden ve nihayet teyzesinden ve halasından başka bir kadının yüzünü göremez. O halde kimi sevecek? Hiç..!” Ve devam…
Halikarnas Balıkçısı’nın bir fast-forward bilinç akışı halinde ‘uçan’ hikâyesinin egsantrik kahramanının kız kardeşi Aliye Berger olduğunu ise, ne derler, “iddia edebilirim ama ispat edemem”. Sonu biraz tartışmalı, ama bahsettiği hissiyatta Beyoğlu+Batılılaşma ikilisinin kadınlara esinlendirdiği yaşama hırsında bir Tezer Özlü havası yok değil.
Antolojiye birden ısınmayı, projeye ikna olmayı sağlayan hikâyeyse, hiç kimseye benzemeyen Osman Cemal Kaygılı’nın 48 sayfalık –o garip ‘anlatı’ kelimesi buraya yakışır aslında– Sandalım Geliyor, Varda!’sı. Osman Cemal Kaygılı havasıyla, suyuyla, o havayı ve suyu yarıp geçen insanlarıyla, ille kurgu olmaya niyetlenmeyen, bazen pat diye belgeselimsi olan yazısıyla tam bir İstanbul, hatta aslında şehir yazarıdır. Nerde otursa oranın kokusunu rengini çok geçmeden anlayacaktır, ama tabii Silahtarağa’dan Galata’ya, manilerden Divan şiirine, flörtleşmeden durup dururken kendine macera yaratmaya uzanan şıpır şıpır bir sandal gezintisinin hız ve hareketini İstanbul’dan başka bir yerde bulacağı şüphelidir. Onun İstanbulu akışkan, sürprizli, ‘yeni’, gepegençtir.[2]
Ardından Mahmut Yesari, sanatoryuma girmek üzere olan bir adamdan beklemeyeceğiniz bir konuşkanlıkla tatlı tatlı Yakacık anlatırken, Nahit Sırrı Örik bir Osmanlı şairinin sadrazama kaside yazmaya çalışırken dört başı mamur bir bahar kasidesi yazmasının ironisinde farklı, her zamanki gibi karanlık olmayan bir ton tutturuyor. Sadri Ertem’le Kemalettin Tuğcu’vari bir melodrama dalmışken aniden Tanpınar’la burun buruna geliyoruz. Çok iyi bir seçim; Acıbadem’deki Köşk, yazarın en nükteli ve buluşçu İstanbul hikâyelerinden biridir. Bir ‘Zihni sinir procesi’ çerçevesinde Batının teknolojisini alma fikriyle dalga geçer; aynı zamanda da, bence Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün bir eskizidir.
Antolojinin keşiflerinden biri genç yaşta ölen Kenan Hulusi Koray. Onun ağızda bir Nabokov tadı bırakan (mesela Maşenka) Rus pansiyonu hikâyesi İstanbul’a geldiklerini hep bir efsane olarak bildiğimiz Beyaz Rus göçmenleri ve başka İstanbulluları Suadiye’de bir pansiyonda bir araya getiriyor ve modern hikâyenin alameti farikası olan ‘dekoru’ (fiziksel ve ruhsal) müthiş bir kendinden emniyetle kuruyor.[3] Bir diğer keşif de Cahit Sıtkı Tarancı. Hikâyeciliğini bilmiyordum; “O zamana kadar akşamcılığım yoktu…” diye başlayan hikâyesinde, rastgele girdiği Beyoğlu meyhanesinde başgarson Mavromatis Efendi’nin insanı sarıp sarmalayan işindeki ehilliğini o kadar güzel anlatıyor ki, Nedim’in meşhur “Meyhane uzaktan mukassi görünür ama, bir başka lezzet, bir başka letafet var içinde” dizesinin hikâyesi ancak böyle bir şey olabilirdi.

Orhan Kemal hafif sıklet, Orhan Veli ise şiirlerinin uzantısı güzel bir hikâyeyle temsil edilirken, modern hikâyeciliğimizin babası Sait Faik, anlatıcının küçük bir olta hırsızına bakarken aynı zamanda zihninde onun bir eskizini çiziktirdiği, derken yazılanın eskizi de içererek bir Sait Faik hikâyesine dönüşmesiyle zanaatinin işleyişini açık ediyor. Küçük olta hırsızı, “Bu tarafta balık daha çok da, ondan…” diyerek kendini gereksizce savunmaya çalışırken: “Halbuki ben hikâyemi yazmak üzere rıhtım kahvelerine dalmış, çayımı ısmarlamış, kalem kâğıdımı çıkarmıştım.” Öteki balık yakalayadursun, yazar hikâye kişisini yakalayıvermiştir.

İki üç hikâye sonra ayakları şiddetle ve mizahla yere basan Aziz Nesin’in Sait Faik ‘mistiğini’ alaya alan bir hikâyesiyle karşılaşmamız da antolojinin tatlı tarafı. “Pazar sabahı elime rastgele bir kitap aldım. Sait Faik’in bir hikâyesi çıktı. Sinağrit Baba. Sait de balıksız, martısız, yosunsuz, denizsiz hikâye çok az yazdı. Başka bir kitap çektim.” Fakat Aziz Nesin’in mükemmel, huysuz mizahı İstanbul denince başka bir kitap çekmekle balıktan ve denizden kurtulunamayacağını itiraf etmekle devam eder. Sonunda balığını afiyetle yer, hatta üstüne de balıkyağı içer. “Ondan sonra olanları bana sormayın artık.”
Derken yeni bir İstanbul ‘algısı’; efsaneye belli bir mesafeden bakarak ve efsane olanı biraz da kendi masalına büründürerek. Tıpkı resimleri gibi. Cihat Burak: “Ne oldu diyorum bu şehre, bu Beyoğlu’na böyle, ben ki son yıllarına yetiştim, eski devrin şiirini, anlatıla anlatıla bitirilemiyen güzelliğini görmedim ben oysa…” Ressam ve yazar Cihat Burak eski İstanbul’un çerçöpünden yepyeni, fantastiğe kaçan bir İstanbul çıkarır. Tıpkı başka bir şehirde, Londra’da, Yüksel Arslan figürlerinin kıvrımlarını büklümlerini andıran bir “İstanbul zeybeği” tutturmaya çalışan Feyyaz Karacan’ın “salça rengi bir halı üzerinde… yürüyen, küçülen, pireleşen, hoplayan insanlarla dolu” bir partide İstanbul’u odaya çağırması, kendi icadı bir İstanbul zeybeğinde onu yeniden yaratması gibi. Feyyaz Kayacan’ın yazısından sonra okumaya bir ara vermelisiniz. Onunkinden sonra bütün yazılar birkaç saatliğine bilindik gelecektir.[4]

1930’larda Beyoğlu'ndaki Abanoz Sokak’ta bulunan genelevlerden biri..
Bu duruma ilaç Vüs’at O. Bener’in yazısı olabilir. Aslında Ankara yazarı olan Bener, antolojideki hikâyesinde bir yandan kendi tuhaf söz cambazlığını yaparken (başka hikâyelerde de gölgesi gezinen) İkinci Dünya Savaşı’nın kapıyı çalışının dünyanın bu yakasındaki gençlere de dokunup onları nasıl mutsuz ettiğini anlatıyor. Savaşla, askerlikle, otoriteyle, kadınsızlıkla, mutsuzlukla, üstelik genelev sokağı Abanoz’da hem de “palaskasız gezerken” yüz yüze gelen iki arkadaş – hikâyeyi anlatan ve “Kemahlı Descartes”.
Aslında onun çağdaşı ve dostu Bilge Karasu da antolojideki hikâyesinde aynı şeyi, İstanbul’un bir büyük şehir olarak genç erkeklerini nasıl hem büyülediğini hem de kesin seçimler talep ederek hep mutsuz etmeye hazır olduğunu anlatmaktadır. Karasu, zamanı Bizans’a geri döndürerek yapıyor bunu. Dinî (politik diye de okuyunuz) bir seçim yapan genç Andronikos düşe kalka bir ada yolculuğu boyu yakasını şu duygudan kurtaramayacaktır: “Yiğit olmamayı gönlüne kabul ettirmeye çalışmak, düşle uyanıklık arasında…”
Kimisi yazarla özdeş gibi duran hikâye kahramanı kadın yazarlar İstanbul’u nasıl ‘deneyimlemişler’e cevap olarak üç yazarın işleri art arda geliyor önümüze. Erhan Bener’in güzel bacaklı, minik mayolu kadın kahramanı bir yaz İstanbulu’nda gezinirken serbestçe yasakları çiğniyor, bir super-woman gibi erkek nazarlarını savuşturuyor. Biraz erkek fantezisi. Peride Celal’in bir yaz akşamı balkonunun altına gelen, denizkızı gördüğünü iddia eden ve onu uzun uzun anlatan Rum balıkçıyla sohbet eden, geceye tanış, yaz mevsimine açık kadın anlatıcısı ise okuru büyülenmeye ve hayal kurmaya çağırıyor.
Ben Nezihe Meriç’in kadın anlatıcısının Aksaray dolmuşunda ön koltuğa oturan ‘avukat çantalı, yakışıklı adamla” dikiz aynasından bakışmasını anlattığı hikâyeyi tercih edeceğim. “Bir ara, şöförün küçük aynasında kendimi görmeye çalıştım, olmadı. Çantamı açıp ayna çıkarmaya üşendim. Öyle böyle değil çok yorgundum.” Gene de, “Adamla aynı anda gözgöze geldik. Bunun sonucu şu oldu. O arkasına dayanacağına beni görecek şekilde yan oturdu.” Nezihe Meriç bakışmanın nesnesi değil, öznesi olan bir kadından bahsetmiyor sadece, o arada etrafındaki kadın yolcuların hikâyelerini de birer birer kuruyor, sonra bakışmanın yörüngesinden kendi iradesiyle çıkmaya karar veriyor: “Önde oturan adamla bir iki kere daha gözgöze geldik. Bana hafif gülümsüyormuş gibi geldi. İçimden, ‘Serseme bak,’ dedim, ‘kendini ne sanıyorsun acaba?’”
Sonra 80’lere doğru tuhaf bir şey olur. Osmanlı yazarların imrenmeyle karışık daima uğursuzluk atfettikleri Galata-Beyoğlu, özellikle Cumhuriyet’ten sonra sanatçıların, yazarların birlikte yiyip içtikleri, âşık olup çapkınlık yaptıkları, her dem bıçkın Metin Eloğlu gibi hazları azıttıkları (“Bu sefer beni teneşir paklar … Âşığım. Hepsine müstahakım… Hayalarımı buracaklar. İstanbul’a gideceğim”) bir yer olmaktan çıkar, yavaş yavaş bir ‘düş’ olmaya başlar. Bunda mükemmel bir meyhane sofrası donatmayı bilen Mavromatis Efendi’nin Beyoğlu’ndan el etek çekmesinin yanı sıra art arda gelen darbelerin de payı vardır.

1930’larda Balıkpazarı, Kalyoncu Kulluk Caddesi, Kanaat Sebzecisi. Fotoğraf: Beyoğlu 1930 -Selâhattin Giz’in Fotoğraflarıyla 1930’larda Beyoğlu, Galeri Alfa Yayınları, 1997.
Yazdıklarında İstanbul’un tepeleri, değişken rüzgârları ve manzaraları kadar İstanbul’da tetikte yaşamanın tedirginliğini de çok iyi anlatan Demir Özlü’nün antolojideki novella’sının adı tam da budur; “Bir Beyoğlu Düşü”. “Öteki yakada, daha çok Müslümanların oturdukları eski İstanbul’da büyümüştüm, zihnimin içinde çocukluktan kalma birkaç imge vardı. Vefa’daki karanlık sokak, Şehzadebaşı Camii’nin yan duvarı, mezarlıklar, sebiller (…)” Oysa ruhu daha sonradan tanıdığı “Galata’yı, Kuledibi’ni” özler, “bütün o dar sokakları, taş evlerin önü sıra inen merdivenleri, üzerinde Davud yıldızı taşıyan apartmanların avlularını, altgeçitlerini, marangoz atölyelerini (…) durmaksızın da Karaköy’den Tünel Alanı’na çıkan Yüksek Kaldırım’ı dolaşır durur”, “araya sıkışmış küçük bir sinemaya, dar geçitlerle girilen, gramofonlarında hâlâ taş plaklar çalınan kahvelere” bakar. Ve fetişleştirdiği mekâna, Tünel Meydanı’na yakın apartmandaki komşusunu, gerçek mi hayal mi olduğu belirsiz Rum kadınını arar. Bu ilginç bir gelişmedir; günümüzdeki sentetik Beyoğlu nostaljisinin henüz sahici bir melankoli olan başlangıcı belki de.
Füruzan’ın hikâyesindeki anne-kız Beyoğlu’na sırtlarını dönmüş oturdukları bir deniz kenarında şehre tutunmaya çalışırlarken, Tomris Uyar, Galata’yı andıran bir coğrafyaya düpedüz bir masal adı yakıştırır: “Hiç mavi-uç diye bir yer duydunuz mu? Duymamış olabilirsiniz.”
Antolojinin ikinci cildinde, Tezer Özlü bu kıyıya vurmuş Beyoğlu bohemini çok da uzağa değil ama tam bir gri-uç olan Taksim’e yerleştirir; bir zamanların Taksim Geçidi’ndeki Cafe Bulvar’a (onun deyişiyle Cafe Boulevard) toplaşmış, sığınmış bir kütleden bahseder. Benim için antolojinin keşiflerinden biri olan Sezer Ateş Ayvaz ise, kıyıya oturmuş bir Türk-Fransız evliğini anlatmaya meydanın karşısından, Opera Pastanesi’nin oradan, kayıtsız anneyle buluşmadan başlatacaktır. Gene bir keşif, Türker Ayyıldız ise melankoliyi diğer uca yerleştirir, Galata Köprüsü altındaki kötü biten bir geceden karşıya geçememeyi ve sonuçlarını anlatır. İstanbul-Beyoğlu’nun macerası denebilir ki, –mecburen– denizler, vapurlar, martılarla dolup taşan bu antolojinin belkemiğidir. Kaçınılmaz olarak…
Denebilir ki, Serencebey’den (Nazlı Eray), Yedikule’den (Güven Turan), genel olarak Karşı’dan, Teşvikiye-Şişli hattından (Orhan Pamuk), Boyacıköy’den (Murathan Mungan), ada vapurundan (Murat Gülsoy), kötü eğlence yerlerinden (Ayfer Tunç), Bomonti’den, Kuzguncuk’tan (Sevim Burak), Yazmacı Tahir Sokağı’ndan (Adnan Binyazar), Caferağa’dan (Leyla Erbil) ya da “ilk göze görünen şeyin birbirinden uzak, yüksek binaları çevreleyen göz alıcı yeşillikte geniş alanlar” olduğu İstanbul ötesi bir İstanbul’dan bahsederken, bu antolojinin yazarları değişik değişik üsluplar ve de yazarlık tavırlarıyla belli bir coğrafyadan ve ona karşı takındığımız, durmadan değişen uzaklık-yakınlıktan bahsetmektedirler. ‘Asya ile Avrupa’yı’ birleştirdiğinden hep bahsedilip de bu akıl almaz cambazlığı tam olarak nasıl becerdiği hâlâ anlaşılamayan Şehir’den. Önemli olan da bu; İstanbul’dan bahsetmekten kendini alamayan bir sürü yazar dolayısıyla bir araya gelen ‘hikâye etme’ye dair üslup çeşitliliği – asıl sahici, merak ettirici ve kalıcı olan da bu bence.
NOTLAR:
[1] Antolojiye yönetilebilecek bir eleştiri, hikâyelerin yayınlandığı tarihlerin belirtilmemesi. Bu da bizi hikâyeleri başka bir perspektiften okumaktan alıkoyuyor.
[2] Ondan okunacak belli başlı kitap Çingeneler (1939) adlı anlatısıdır.
[3] Kenan Hulusi Koray’ın tek romanı Osmanoflar’a da bir bakmak gerekir diye düşünüyorum. 1938’de bir gazetede tefrika edildikten sonra ancak 2014’te kitaplaşmış görünüyor.
[4] Feyyaz Kayacan için okumanız gereken de tabii ki Çocuktaki Bahçe (1983).
Önceki Yazı

Dip Akıntıları: Bir Berlin Hikâyesi'nden:
“Kendimi bir şehrin portresini yazmakla görevlendirdim.”
Kirsty Bell'in Dip Akıntıları: Bir Berlin Hikâyesi adlı kitabı, Yasemin Çongar çevirisiyle Siren Yayınları tarafından önümüzdeki günlerde basılıyor. Kitabın ilk bölümünü Tadımlık olarak sunuyoruz.
Sonraki Yazı

Upmarket fiction:
Çağdaş Türk romanında hibrit açılımlar
“Artık yeni ve mümkünse daha taze isyanlara ihtiyaç var. Günümüz okuru deneysel üsluplara açık olmakla birlikte daha 'çalışkan' yazarları hak ediyor diyebiliriz. Örneğin müzikte de deneysel ve avangard müzikal yaklaşımlara ya da bitmek bilmez mastürbatif sololara dünyanın ihtiyacı vardı, evet ve elbette bugün buna hâlâ yer vardır ama çoğumuzun içinden geçen de şu oluyor bazen: Önce evde deneyip gelsen olmaz mı?”