Öyküde köy ve kırsal izleri
"Köy sadece iktisadi gelişme, kalkınma, yozlaşma, sömürü gibi konularda yazarların fikirlerini ortaya koyabilecekleri bir sahne işlevi görmez, başka iki konuda da edebiyatçılar için kullanışlıdır. Cinsellik ve halkla aydın arasındaki uçurum."
Son yıllarda pek rastlamıyor da olsak, “köy romanı” ya da “köyde geçen roman” meselesi uzun yıllar boyu sıkça gündeme gelmiş ve tartışılmıştır. Eski Köye Yeni Roman[1] başlıklı çalışmasında bu konuyu etraflıca ele alıp kronolojisi ve farklı boyutlarıyla inceleyen Erkan Irmak, “‘köy romanları’nın ‘köyde geçen’ veya ‘köy temalı’ olarak adlandırdığı romanlarla, çok farklı bir türsel konumlanışı ve epistemolojisi olduğunu” öne sürer. Ben burada “köyde geçen öykü” ya da “köy öyküsü” ayrımına gitmeksizin, Köy Enstitülü yazarların yapıtlarının yayımlanmasından önceki yıllara ağırlık vererek tipik özellikleri olduğunu düşündüğüm kimi metinler üzerinden köyün ve kırsalın öyküdeki izlerini takip etmeye çalışacağım.
Öncelikle şunu vurgulamak gerekir, romanın aksine edebiyat çevrelerinde “köy hikâyesi” ya da “köy öyküsü” gibi bir başlık ya da kavram pek dolaşıma girmemiştir. Bunun bir istisnasına Nâzım Hikmet’in Kemal Tahir’e yazdığı 7 Mayıs 1941 tarihli mektubunda rastlarız. Burada Tahir’in Tan gazetesinde tefrika edilen Göl İnsanları başlıklı öykülerin ileride “köy hikâyeleri külliyatı” oluşturacağını yazar Nâzım Hikmet[2].
“Köy öyküsü” gibi bir tabirin gündem olmamasının nedeni bugün olduğu gibi geçmişte de romanın yayın/edebiyat dünyasını domine etmesi olsa gerektir. Köy romanının baş tacı edildiği yıllarda köy öyküsü denilebilecek pek çok kitap yayımlanmışsa da bunlar romanlar kadar ilgi görmüş ya da tartışılmış değildir. Belki bu dönemde sadece “köy notları” olarak adlandırılan metinler romanın yanı sıra ilgi görmüştür, ancak bunlar edebi bir metin ortaya koymak değil, yaşantıların aktarılması saikiyle kaleme alınmışlardır. Erkan Irmak’ın da belirttiği gibi bu notlar, özellikle de Mahmut Makal’ın Bizim Köy’ü “Türkiye’ye özgü bir ‘köy edebiyatı’nı başlat[mıştır].” “Notlar” tabiri daha eskiye dayanır. Reşat Nuri Güntekin mesela yolculuk izlenimlerini “notlar” diye adlandırmıştır. 1936’da yayımladığı Anadolu Notları’nın ilk cildinde[3] Servetifünun dergisindeki bir yazıdan söz ederken o yazının “yalnız resimli röportajın değil, son senelerde not ismi altında alıp yürüyen seyahat edebiyatının da babalarından sayılmak lazım gel[diğini]” belirtir, bu arada not kelimesine bir dipnot düşer. Orada, “Avrupa notu, Amerika notu, Anadolu notu, yol notu, deniz notu vs vs” der, ama “köy notu”nu not etmez! “Köy notu” tabirinin doğması ve yerleşmesi Mahmut Makal’ın meşhur Bizim Köy’ünden[4] sonradır, bu kitabın ardından “alıp yürüyecektir.” İlk baskısı 1950’de yapılan Bizim Köy uzun yıllar ilgi odağı olmuşsa da Makal’ın sonradan yazdığı Bizim Köy 1975[5] ve Hayal ve Gerçek[6] gibi köy notları edebiyat dünyasında köy romanının yitirmeye başladığı ilgiye paralel biçimde pek bir ilgi devşirememiştir.
Beri yandan bir dönem “köy öyküsü”nü andırdığını düşünebileceğimiz bir başka tabirin yeğlendiğini görürüz: “Memleket hikâyesi.” Tahmin edileceği üzere, Refik Halid Karay’ın Memleket Hikâyeleri’nin örnek alınmasıyla oluşmuş bir tabir bu. Refik Halid’den öncesi için, mesela Nabizâde Nazım ve Ebubekir Hâzım’ın yapıtları ya da Yakup Kadri’nin Bir Serencam kitabındaki metinler için de sonradan bu tabirin kullanıldığına rastlarız. Tangazetesinde Kemal Tahir’in Göl İnsanları’nın yayımlanacağını duyuran ilanların birinde “memleket hikâyesi” tabirinin kullanıldığını bizzat Refik Halid “Beklediğime Doğru” başlıklı yazısında[7] aktarır. Refik Halid’in yazdığına göre ilanda, “Bugüne kadar bizde, Refik Halid’den sonra bu kudrette memleket hikâyeleri yazılmış değildir,” denmektedir.
“Memleket”le kastedilenin İstanbul’un dışı olduğunu söylemeye gerek yok; belki buna çok sınırlı sayıdaki bir iki şehir merkezi de eklenebilir. Yukarıda sözünü ettiğim yazısında Reşat Nuri Servetifünun’daki yazının yayımlandığı yıllardaki memleket-gurbet algısını şöyle ifade ediyor:
“Kırk sene evvel Yakacık ile Bursa İstanbullu için âdeta birer gurbet sayılıyormuş. Tevekkeli Nasrettin Hoca beşiğin arkası gurbet dememiş.” [Vurgu metnin orijinalinde var.]
“Memleket hikâyeleri” tabirindeyse “memleket” gurbetin karşıtı değil karşılığıdır. Kelimenin yerine göre hem “sıla” hem de “gurbet” anlamına gelebilmesi ilginçtir. Öykülerin yazıldığı ve/veya yayımlandığı yerin (İstanbul’un ya da Ankara’nın) çok uzağındaki beldeler için “memleket” denmesi, bütün ülkenin memleket sayılması, oradaki köyün de, o uzak kasabanın da bize ait olduğu hissinin söylem düzeyinde yerleşmesi arzusunun ifadesi olmalı. Bununla beraber bir mesafeyi ya da farklılığı işaret ettiği de yadsınamaz; sonuçta şehir olmayan yerdir “memleket”. Şunu da hatırlatmak isterim, memleket hikâyeleri bağlamında “memleket”i köy ile eş tutmamak da gerekir, köyden ziyade kasabalarda geçen öyküler söz konusudur.
Beri yandan, Kemal Tahir, beş romancının köy romanı ekseninde gerçekleştirdikleri söyleşilerinden oluşan, büyük bölümü 1950’lerde Pazar Postası’nda, tamamıysa 1960’ta Beş Romancı Tartışıyor başlıklı kitapta[8] yayımlanan söyleşiler dizisinde, köylü ile şehirli arasında bile çok fark olmadığını ileri sürer:
“Bir kere ‘köylü’ ile ‘şehirli’nin bizim memlekette öyle büyük ayrıntısı yok. Türkiye’de büyük şehir çok azdır. Ve bunu[n] en büyüğü İstanbul şehridir. […] Ondan sonra da büyük bir şehrimiz […] yok. En büyüğü, iki yüz bin nüfus yahut yüz elli bin nüfus falan. Onların da çoğu toprağa tarlaya bağlı falandır. Binaenaleyh köylümüz, bence, bizim memleketimizde ayrıca, şehirliden dışarıda, şehirliden büyük duvarlarla ayrılmış bir unsur değildir. […] Bir memleketin nüfusu yüzde seksen dört, bir unsurdan olursa, o memlekette o unsuru ayırıp, onun dışında kalan yüzde onaltısını ayrı bir meseleymiş gibi mütalaa etmek olmaz.”
Kemal Tahir’e göre, onun gibi düşünmeyip şehirli-köylü ayrımı yapanlar da yüzde on altının içerisindeki bir grup aydındır ve onların da büyük bölümü köy ya da kasaba kökenlidir. Buradan bakıldığında “memleket edebiyatı” gibi bir tabirin köy, kasaba, şehir ayrımı gözetmeksizin bütün ülkeyi kapsaması gerekir. Nitekim kısmi olarak da böyle algılanmıştır, “memleket hikâyesi” başlığıyla anılan kitaplarda kasaba ve küçük şehir öyküleri köy öykülerinden çok daha fazladır.
Bu tabirin isim babası Refik Halid’in kitabında da ağırlık kasabalarda geçen öykülerdedir. 1900’lerin başında kasabaların köylerden çok farkı var mıydı, gibi bir soru akla gelebilir. Evet, ekonomisi ağırlıklı olarak tarım ve hayvancılıkta olsa bile kasabalar gene de devlet teşkilatının olduğu yerlerdir. Kaymakamlar, hükümet konakları, jandarma, vergi tahsildarı, kadı ya da sonraki yıllarda mahkemeler mevcuttur. Köy gibi dışa kapalı bir birim değildir, merkezden, başkentten telgraflar gelir, tamimlerin, genelgelerin yanında payitahttan ya da büyük şehirlerden sürgünler, mahpuslar gönderilir kasabaya.
Refik Halid’in “Yatık Emine” öyküsünde[9], “Ankara’ya iki gün öte, ana yollardan aykırı küçük bir kasabayı” anlatırken yazdığı şu satırlar aslında kasabadan ziyade köyler için geçerli; ya da şöyle diyeyim, bu satırlara uygun kasabalar vardır elbette, ama köyler kasabalardan daha ücra köşelerde, daha yüksek rakımlarda olduğu için onlar açısından çok daha geçerli bu saptamalar.
“Civara nispetle o kadar yolsuz ve yüksekti ki sanki buraya insanlar yokuşları tırmana tırmana değil, gökten serpilerek gelmişler ve inmeğe iz bulamayarak öyle, dünyadan alâkasız bir küme halinde kalmışlardı. […] İlk insanlar o, yanık ovaları, sarp dağları aşarak buraya çıkmıya neden lüzum görmüşlerdi? Tufan gibi nasıl bir tehlike önünden kaçarak buraya yerleşmişlerdi?”
Bu alıntıda daha önemli olan memleketin ücra köşelerine bakışa dair ipuçları barındırması. Daha insanların orada ne yaptıkları, neden yaptıkları, nasıl yaşadıkları gibi sorulara varmadan önce şu soru beliriyor anlatıcının zihninde: Bu insanlar ne demeye buradalar? Bu bir yanıt arama sorusu değil, olsa olsa şaşkınlık ifadesi. Nedir şaşkınlığın nedeni? Gördüğü, kavramaya çalıştığı, aklın alacağının ötesindedir. “Aklın ötesi” çok uzakları ima eden bir mesafe. Sanırım, “memleket hikâyesi” en önce bu mesafeleri kısaltma çabası. Memleketin o kadar da uzak olmadığı düşünülsün istenmiştir, mesafe ve yaşam tarzı olarak bu metinleri okuyacaklara uzak olsa ya da uzak gelse de, aralarında bir kader birliği bulunduğunun anlaşılması arzulanmış olmalı.
Bu şaşkınlık o öykünün anlatıcısına has değildir. Yolu uzak köylere düşenlerde sıkça rastlarız, bunlardan biri de Memduh Şevket Esendal’ın “Çölde” başlıklı öyküsünün[10] anlatıcısıdır; Konya ovasının uçsuz bucaksız “çöl”ünde yoluna çıkan Zincirli Han’ın sahibinin ne demeye böyle bir yerde yaşadığını kavramakta zorlanır o da. “Kışın buz deryalarına dönen bu ıssız ovaların ortasında, yazın cehennemden eser gibi sıcak rüzgârlarla kavrulan bu beyâbânda insan yalnız kudurur, hayvanlaşır. Düşündükçe zihnime fenalıklar geliyor.”
Refik Halid’in öykü anlatıcısı başka yerlerde, muhtemelen şehirlerde tanık olduklarıyla bu kasabada gördüklerini karşılaştırır.
“Hayatın aşağı tabakalarda insanları kavuran, çarpışıp didiştiren fırtınaları burasını tutmuyordu. Burada mâneviyat itibarile de durgun, tahavvülsüz bir hava, karları lâpa lâpa yağan, sakin bir dağ havası vardı. Köylerinde ahali apaçık, kaç göçsüz gezip yaşadıkları halde bu kasabada kadınların iki gözünü birden görmek imkânsızdı.”
Kasabanın manevi açıdan köyden daha durgun olduğu tespiti hayli şaşırtıcı. Tabii, birtakım “insanları kavuran fırtınaları[n]” “aşağı tabakalara” hasredilmesi de. Beri yandan şehirden gelen kişinin ilk başta birbirinden çok farkı olmadığını zannedebileceği köy hayatıyla kasaba hayatı arasında nüanslar bulunduğunun ifadesi olarak değerlendirmek mümkün bu satırları. Gelgelelim, aradan yirmi yıl geçtikten sonra Kemal Tahir’in yazdığı “Arabacı” öyküsünde[11] (“memleket hikâyesinde”) köy hayatı kasabalı arabacı için tahammül edilemez kertede durgun gelecektir. Köyden köye, kasabadan kasabaya değişebilen durumlar bunlar. Bu nedenle meseleyi köy hayatı öyle kasaba hayatı böyle diyerek sürdürmek yerine bu oturumun başlığında “köy” ile “kırsal”ın bir arada anılmasını da örnek alarak devam etmenin daha doğru olacağı kanısındayım.
Türkçedeki ilk köy öyküsünün Nabizâde Nazım’ın Karabibik’i olduğu kabul ediliyor. (Bu metni ilk köy romanı olarak değerlendirenler varsa da genel kanaat uzun öykü olduğu yönünde. Henüz öykü bir tür olarak bilinmediği için yazarın kendisi de metnini “roman” diye tasnif eder. Beri yandan Karabibik’in yayımının iki yıl sonrasında yayımlanan kitabında Halid Ziya roman kelimesine karşılık olarak “hikâye”yi kullanır.) Nabizade Nâzım, “Karime” [“Okuruma”] başlıklı sunuş yazısında şunları söyler[12]:
“Romanımın zeminini Anadolu köylerimizden intihapta bir mütalaam vardır ki bu da köylülük, çiftçilik âlemlerinin yabancısı iseniz size o âlemler hakkında bir fikir verme olmaktır; vukuata zemin-i cereyan olan yerlerde ahalinin suret-i maişet ve meşguliyeti hakkında kafi derecede malumat bulacaksınız; lisanlarına da aşina olacaksınız.”
Nabizâde’nin bu öyküyü kaleme almaktaki muradının köylülük ve çiftçilik âlemlerine yabancı olan okurlara bu âlemleri tanıtmak olduğu görülüyor. Üç noktayı önemsediğini belirtiyor Nabizâde: geçim, uğraş ve dil. Edebiyata biçilen misyon açık: Bilgi vermek, memleket gerçekliğinden okurları haberdar etmek. Peki, özetle nedir Karabibik’ten edindiğimiz malumat? Köydeki gündelik hayata az çok tanık oluruz öykü boyunca; ayrıca eğitimin şart olduğuna (Karabibik birkaç kez, keşke ben de okumuş olsaydım, diye geçirir içinden – “Ah hocalar gibi yazıp okuma bilmemek ne kadar fena” “Okumuşluk başka şey, insan böyle çelebi sözler öğrenir.”) ikna oluruz. Karabibik’in bir çift öküze ihtiyacı vardır, ama parası yoktur. Kızını evlendirmeyi umar, o sayede edinebilecektir öküzleri, ama kafasındaki damat adayının bir başka kızın peşinde olduğunu öğrenir. O zaman satın almak düşer aklına, faizle borç para alacaktır, bu parayla da öküzleri. Sonra da çalışarak geri ödeyecektir borcunu. Faiz karşılığında borç para veren yakın köyde iki ayrı Rum vardır. Onlarla temasa geçer. Borcunu ödememesinin yaptırımı “Kaş’a çağrılmak”tır. Yani mahkemelik olmak ve elde avcunda ne varsa, tarlayı, bahçeyi kaybetmek. Bu arada aynı köyde Karabibik’in hastalandığında uğradığı, üç sene önce İzmir’de sokağın birinde bulup yanında getirdiği Eftelya’yla yaşayan bir Rum doktor vardır; öyküde “karısı” diye bahsi geçer Eftelya’nın. Karabibik de bu kadından hoşlanmaktadır. Kadın da onu tahrik etmeyi seviyordur.
Karabibik’te açık bir Hıristiyan karşıtlığı yoktur, ama öyküdeki olumsuz işlerin (tefecilik, hafifmeşreplik, karısının başka erkeklerle cilveleşmesine ses çıkarmamak) Rumlara izafe edilmesinin başka bir izahı da yok. Karabibik’ten 30 yıl sonra yazılan Ömer Seyfettin’in “Yalnız Efe” öyküsüyle[13] “Karabibik” arasındaki paralellikler dikkat çekicidir. Ömer Seyfettin’in öyküsünde de bir faizci vardır, bütün bir köyü borçlarını ödemedikleri için mahkemeye verip üzerine almıştır. (Karabibik’in korktuğunu hayata geçirmiştir!) Öyküde şöyle ifadesini bulur bu durum: “Koca bir köy sütü bozuk bir faizciyle yabancı bir Rum’un malı” olmuştur. Bu, “imansız, merhametsiz, dinsiz faizci” bu işleri “manifatura aldığı Rum’lardan öğrenmişti[r].” Eseoğlu adlı bu faizci şehirdeki Hristo Çorbacı’yla ortak olarak bu işleri çevirmektedir.
Memduh Şevket Esendal’ın Ocak 1915’te yazdığı “Pazarcılık” öyküsünde[14] de cahil, ölçü nedir bilmeyen köylülerin ekinlerini ucuza alıp tüccara satan “ekin tacirleri”nden söz edilir: “Bunlardan birkaçı Ermeni idi, bir iki tane de efelerden.” Daha sonra “Şemsioğlu” diye birinden söz edilir, milliyeti belirtilmez, ama “aşiret adamı olduğuna insanın şüphesi[nin] kalm[adığı]” belirtilir. “Köylüleri iğfalde ondan mahir kimse yok[tur]”, gerekirse köylüyü dövmekten çekinmeyen bir simsardır. Bu öyküde köylülerin birbirine seslenmesinde tınının altını özellikle çizer Esendal.
“Köylü uzaktan birini çağırmak isterse, kendi şivesinin tarif olunmaz bir hususiyeti olan gevrek, âdeta derunî bir sesle bağırıyor. Bu seste bile bir sükûn var! Sanki genişlik içinde dağılmak, uzaklara yayılmak için bağırılmış bir şey.”
Bunu tanımlamaktan kaçınan Esendal’ın öykü anlatıcısı, “Nasıl tâbir edeyim?” diye sorduktan sonra, “Bu izdihamda sesler, bir tuhaf şeydi…” İşte, pazar yerinde bir de az önce değindiğim bu “ekin simsarları”nın sesi işitiliyordur. Onlar için, “başka bir sesle, âdeta bilmediğimiz bir sesle bağıran birkaç kişi” diye söz edilir.
Köy gerçekliğinden haberdar etmekten ziyade milli şuur verme isteği daha baskındır Ömer Seyfettin’in öyküsünde. “Köylü”, milletle, Anadolu’daki Türklerle eştir. Okuyucuda bir kader birliği bilinci oluşması isteniyorsa bu aynı zamanda milli bir bilinç olarak tasavvur edilmiştir. Hacı Durmuş’un ağzından Anadolu’nun hali pür melali şöyle anlatılır:
“Anadolu’nun çektiği ıstırabı anlatmağa başladı. Halk, daha içerilerde ot yiyor, çuval giyiyordu. Mısır koçanından yapılma ekmeği bile ömründe görmeyen Türkler vardı.”
Hacı Durmuş’un ağzından Ömer Seyfettin’in “köylüler vardı” demeyip “Türkler vardı” demesine dikkat çekerim. Mefhumu muhalifinden Anadolu’da Türk olmayanların o düzeyde aç olmadığı sonucuna varıyoruz. Köy gerçekliği, Anadolu realitesi bu bakış açısına göre artık bir milli meseledir.
1919’da yayımlanan “Yalnız Efe”den 1933’te yayımlanan Sadri Ertem’in Bacayı İndir Bacayı Kaldır kitabındaki “Namuslu Adam” öyküsüne[15] geçelim. Burada da bir faizciye rastlarız. Sıddıkzade ismindeki varlıklı kişinin ölümünün ardından iki kişi onun hakkında konuşuyordur. İnsanlara borç para verdiğini öğreniriz, para verdiklerine, “Bana ayda/haftada şu kadar ödesen yeter,” demektedir. Bunu duyan onun için “faizci” demeye kalkar, ama beriki itiraz eder, faiz değil hediyedir o verilen. Satır arasında 100 kuruşa yılda 360 kuruş ödendiğini öğreniriz. Faize zinhar karşıdır Sıddıkzade, öyle ki kasabaya banka açılmaya kalktığında “Faiz haramdır” diyerek buna karşı çıkmıştır.
Nabizâde Nazım’ın ve Ömer Seyfettin’in köylülerin tarlasına el koyan tefecileri Rum’du; Sadri Ertem’in öyküsündeki tefeciyse dindarlık kisvesi altında bunu yapmaktadır. Husumet milli değildir artık, hasım olacak kadar Hıristiyan kalmamıştır Anadolu’da. Bu kez din tacirleri üstlenir bu rolü. İster Rumlar ister din tacirleri olsun, yazarlar köylünün hikâyesi üzerinden başka bir mesaj vermektedirler. Köylü her iki durumda da millete eştir ve milletin varlığına el koyan kahrolası birileri vardır: Rumlar ya da din tacirleri. Sadri Ertem’in “Bacayı İndir Bacayı Kaldır” başlıklı öyküsündeyse bu rolü “yabancılar” üstlenir. 1939’da yayımlanan Kemal Bilbaşar’ın ilk öykü kitabı Anadolu’dan Hikâyeler’de köylüleri borçlandırarak sömürenler simsarlardır. “Budakoğlu” öyküsünde[16] aynı isimli tacir Ziraat Bankası’nın aracıları, simsarları aradan çıkaran, köylü lehine uygulamalarını banka müdürüne rüşvet vererek aşmaktadır, ama dürüst bir banka müdürü gelince işler değişir. “Tuğla Ocağı” öyküsündeyse[17] Satıoğlu isminde bir zengin, bir mütegallibe köylü borçlarını ödemediğinde işi köylünün kızının namusuna göz dikmeye vardıracak planlar yapar.
Memduh Şevket’in Mendil Altında kitabında yer alan “Gevenli Hacı” öyküsündeyse[18] yeni atanan jandarma kumandanı açıkça “mütegallibe” sözünü kullanarak “Geven Çiftliği köyü ve çiftliği ağası Hüseyin”i öykünün başında asker kaçaklarını saklamakla suçlar, ama devamında ağanın başına bir iş gelmez, kumandan gibi askerlik şubesi reisi de yeni atanmıştır ve Hüseyin Ağa’dan bağış alarak muhacirleri köle gibi çalıştırmasını görmezden gelirler.
1970’e gelindiğinde döneme hâkim anti-emperyalist fikirlere uygun biçimde Fakir Baykurt’un Anadolu Garajı kitabında yer alan “Kırlarımızdaki Keklikler” öyküsünde[19] “Amerikalılar”ın ülke zenginliklerini sömürdüğü vurgulanacaktır.
Köylülük meselesini ele alırken yazarlar edebiyata biçtikleri misyonun gereğini yaptıklarını düşünmektedirler. Nabizâde Nazım bunu açıkça yazmıştı. Köylülük âlemine uzak olan okurlara onların dünyasını tanıtmak.
Türk öykücülüğünün en önemli isimlerinden Memduh Şevket Esendal, bilindiği üzere çok önemli devlet görevlerinde bulunmuştur. Eski bir İttihatçıdır, İttihat ve Terakki’nin ve Cumhuriyet’ten sonra Halk Fırkası’nın parti müfettişliğini yaparken Anadolu’yu çok gezmiştir. Sefirlik de yapan Esendal, CHP Genel Sekreterliği gibi tek parti döneminin en önemli siyasi mevkilerinden birinde de bulunmuştur. Esendal’ın siyasi-toplumsal görüşleri korporasyon yanlısı Meslek dergisi yıllarına dayanır. Esendal medeniyeti yatay ve dikey diye ikiye ayırır ve şöyle bir görev yakıştırır edebiyata.
“Ben er geç ‘ufki medeniyet’in galebe çalacağına inanıyorum. İnsanların huzurunu, milletlerin istikrarlı bir hayata kavuşmasını, ‘toprak medeniyeti’nde görüyorum. Bu işi hükümetler yapamaz. Vekillerin işi değildir bu… Bu sanatkârın işidir. Bu fikri, çok taraflı işleyip, geliştirerek, olgunlaştırarak cemaatin önüne düşecek, ‘toprak medeniyeti’ fikrine cemaati ısındıracak, bu fikri benimsetecek adam, sanatkârdır.”[20]
Yatay (toprak) medeniyetinden ne anladığı öykülerinde de kendisini duyurur. İnsanın insanlıktan çıktığı, şeyleştiği dikey medeniyetin tersine insani özelliklerin nesne ilişkilerinin önünde olduğu bir yaşam tarzı önerisi içkindir yapıtlarında. Toprağa yaptığı vurguya rağmen köyde geçen öyküleri azdır Esendal’ın. “İki Kadın”[21]başlıklı öyküsü bu konuda Esendal’ın fikriyatı ve edebiyatına dair ipuçları taşır. Biri dikey medeniyetin dünya görüşüne öbürü yatay medeniyetin dünya görüşüne yakın iki adam arasında kalan Behin seçimini ikinciden yana yapar. Köye gitmemiştir Behin, ama annesinin deyişiyle, “Allah’ın kırında” yaşamayı seçmiştir; kocası da köylü değil ustabaşıdır.
Edebiyata biçilen misyon bahsine dönersek, Beş Romancı Tartışıyor’da Orhan Kemal şu yanıtı verir:
“Ben, gerçek milliyetçi, yurdunu seven bir insan sıfatıyla, memleketimin kalkınmasının gerekleri üzerine kafa yordum. Fikir yormakla da kalmadım. Bu tip romanlar yazmakla fiilen mücadeleye katılmış oluyorum. Karınca kararınca. İstiyorum ki memleketim batı medeniyetleri ayarına yükselsin. Buraları geri bırakan unsurlar, şartlar ortadan kalksın.”
Aynı kitapta Fakir Baykurt’un edebiyattan beklentilerini ifade ettiği satırlar daha iddialıdır.
“Şimdi, edebiyattan beklediğimiz bir fayda var. Avara kasnak gibi boşuna kalem kâğıt tüketmek, mürettiplerin göz nurunu harcamak değil. Yaptığımız romanlar, icabında otuz sene içinde politikacılara, iş sahiplerine, mesuliyet sahiplerine faydalı olacak doküman durumunda…”
Bu kitabın yayımlanmasının üzerinden on yıl geçtikten sonra, 1960-1970 sürecinde Türkiye’de yaşanan değişimler Baykurt’un edebiyata biçtiği rolü daha da ileri götürür. 1970’te yayımlanan Anadolu Garajı’nın girişindeki “Sanatın Bugünkü Devrimci Görevi” başlıklı yazıda[22] önce ülke ve dünya üzerine çözümlemelerini aktaran Baykurt, “yönetime çalışan emekçi halkın egemen olduğu yeni bir düzen” gereğinin altını çizdikten sonra şairin de, romancının da, öykücünün de halktan uzaklığından dem vurur.
“Köye varan [kitap] yoktur. Bol bol tartışır yazarlarımız. Köyde okumayı engelleyen bin bir etmenden söz ederler. Engeller olacak elbet. Dümdüz mü sanıyoruz devrime varan yolları? Engelleri aşmak da sanatın görevidir. Böyle gerilerde değil, ilerde olmalı, öne geçmeli sanatçı. En önde döğüşen devrimcinin yanında olmalı. […] Romanlar, hikâyeler, okuyucusunu hayata karşı devrimci tavırlı yapmalı ve devrimci davranışa itmeli. […] Toplumun sancılarını açıklamak ve deyimlemek, kitleleri uyandırmak, bilinçlendirmek ve umutlandırmak, yüreklendirmek görevini yapmasını bekliyoruz sanatçıdan. […] Yalın gönül koşup sömürücü sınıflara karşı çıkan gençlerin önünde halis sanatçı niteliği taşıyan toplum temsilcilerinin bulunmayışı bütün devrimciler için ciddî bir üzüntü nedenidir.”
Beş Romancı Tartışıyor’a, Erkan Irmak da Eski Köye Yeni Roman’da sıkça değinir; çalışmasında ele aldığı konular için bu incecik kitabın adeta “bir altın madeni” olduğunun, ama “talihsiz biçimde edebiyat eleştirisinin ufkundan çıktığı[nın]” altını çizer. Kitap her ne kadar roman, köy romanı üzerine olsa da, öykü konusunda da çok önemli bir kaynak. Bunun bir nedeni söyleşiye katılan yazarların romanın yanı sıra öykü de yazmış olmaları, bir başka nedense bu iki edebi tür arasındaki sınırın en azından edebiyatın misyonu vs konularda belirsiz olması. Kemal Tahir’in bu bahiste neler söylediğini yine aynı söyleşi kitabından aktaracağım.
Kemal Tahir, kitabın girişinde özellikle Fakir Baykurt’un edebiyata biçtiği toplumsal görevlerin yerine getirilmesinin belki politikacıların işine yarayacağını, ama insan ruhunun karmaşıklaştığı bir çağda bunu kavramaya yeterli olmayacağını savunur. “‘Roman da insan dramını nasıl veriyor. İnsan dramı nedir?’ diye koymak lazım,” der. Gelgelelim, söyleşinin sonlarına doğru Kemal Tahir köyü yazan romancılardan beklentilerinin ne olduğundan söz ederken insan dramının çok çok ötelerine uzanır.
“Köyü yazan romancılardan beklediğim bir şey bence, benim kanaatimce, Türk milletinin müşterek, yani bileşik ruhunu, davranışını keşfetmeğe çalışmaktır. […] Şimdi bizim vazifemiz, memleketin, insanın esas unsurunu teşkil eden köylülüğün muhtelif zümrelerine mensup –ki yekpare saymamak lazım, çünkü o zaman yanılıyoruz çok– araştırırsak bugün menşelerini şeylerimizin, aydınlarımızın çoğu köylüye dayanır. […] Biz, köyü yazan, tesadüfen köyle ilgilenmiş yazarlar, köyü köylülüğü muhtelif zümrelerine mensup kişileriyle, kişilerinin ruhuyla eğer tesbit edebilirsek, sanırım ki pek ilmî bir, bir şey olmasa da. Türk ruhu dediğimiz, yani şu Anadolu Türkü ruhu dediğimiz bu tipi, mozayik halinde meydana getireceğiz.”
Kemal Tahir’in cümlelerindeki “keşfetmeğe” sözü önemli. Edebiyatçının yazmaya oturmadan önce her şeyi bildiği ve sanatını bu bildiklerini şu ya da bu biçimde aktarmaya indirgediği yaklaşımlardan farklı olarak yazma eylemini bir keşif gibi gördüğü anlamı çıkıyor sözlerinden. Bununla birlikte en sonunda keşfedilecek şeyi de “Anadolu Türkü[nün] ruhu” olarak baştan belirlemesi (sınırlaması) ise bunu bir keşif olmaktan çıkarıyor. Konumuz açısından önemli olan köylülüğü memleketin esas unsuru olarak görmesi zaten.
Edebiyatçıların köye dair yazdıklarında bu yaklaşıma çok sık rastlarız. Adı konmasa bile köy öyküsünde anlatılan aslında memleketin geneline dair bir öyküdür çok zaman. Köy yeri adeta bir sahnedir, ülke genelinde daha karmaşık olan iktisadi ve insani ilişkilerin daha yalın versiyonlarının temsil edildiği bir arenadır. Burada sahnelenenlerin kavranması daha kolaydır. Köylü de milletin, efendisi değil, milletin, Türk’ün, memleketin esas unsurunun temsilidir bir anlamda. Yurttaşların nasıl sömürüldüğüne, üst sınıfların ne gibi alavere dalaverelerle ve yozlaşmış devlet görevlilerinin işbirliğiyle varlıklarına varlık kattığına, alt sınıftan insanların canlarının ve mallarının hiçe sayıldığına dair anlatılar için köy uygun bir arka plan olarak seçilmiştir. Köyde daha dolaysız yaşandığı düşünülür bu ilişkilerin. Köy bu anlamda elverişli ve kullanışlıdır. Ülkeyle ilgili kaygılar, tespitler, çözüm önerileri bu sahnede türlü şekillerde ifadesini bulur.
İlgi çekici örneklerden birinde parti çekişmesi de köy sahnesinde temsilini bulur. Kemal Bilbaşar’ın 1953’te yayımlanan Pembe Kurt kitabındaki aynı isimli öykünün[23] geçtiği köyde iki ağa vardır, biri CHP’li Ali Ağa, öbürü DP’li Hüseyin Ağa. Babası İttihatçı olan Ali Ağa, “Mustafa Kemal’in hizmetine girip Yunanlılara karşı savaşan Demirci Efe’nin çetesine yazıl[mıştır]” gençliğinde, Ağa olması da savaş sonrasında gerçekleşmiştir zaten. Köydeki büyük çiftliği sahibi Kirye Mihal’ın Yunanistan’a kaçmasının ardından bir yıl kadar bu Hüseyin Ağa sahiplenmişse de, göğsünde İstiklal madalyası elinde iskân senediyle köye dönen Ali Ağa ondan almıştır. Hükümet burayı Ali Ağa’ya ve mübadillere vermiştir. Bu iki ağa ektikleri ekinden Dünya Savaşında tuttukları ülkeye, hatta satın aldıkları traktöre varana dek hemen her konuda farklı tercihler yaparlar. Köyün öğretmeni Halk Partili ağadan, imamı DP’li ağadan yanadır. “Pembe Kurt”un anlatı zamanı 1950 senesidir, seçimlerin kısa süre öncesidir, bu açıkça belirtilir. İki ağa arasındaki rekabet en sonunda bir traktör yarışması-çekişmesine varır. Ali Ağa’nın traktörünü öğretmen, Hüseyin Ağa’nınkini şehirden gelen makinist kullanacaktır. Makinist yarışma öncesi tarafların karşılıklı efelendikleri sırada Hüseyin Ağa’dan yana olan köylülerin nabızlarına göre şerbet verirken, yakındaki seçimi DP’nin kazanacağını, o zaman köyün çocuklarının öğretmene değil imama emanet edileceğini söyler. Görüldüğü gibi köy öykülerinde ve köy romanlarında çok sık rastlanan karşıtlıkların hemen hepsi bu öyküde mevcuttur. Öykünün sonu da ilginçtir. Öğretmen yarışı kazanır, peşinden Ali Ağa’nın kızıyla evlenir, kısa zaman sonra Ali Ağa ölünce çiftliğinin başına geçip işletmeye başlar, kooperatif adına bir çırçır değirmen bile kurarlar.
“Pembe Kurt”taki makinistin imamla öğretmeni karşı karşıya getirmesinden söz etmişken bir parantez de Fahri Erdinç’in bir öyküsü için açmak istiyorum. Fahri Erdinç, henüz kitabı yokken Seçilmiş Hikâyeler dergisinin kendisine özel sayı hazırladığı, İlhan Tarus, F. Celalettin gibi dönemin önemli öykücülerinin, özellikle de Esendal’ın ilgisine mazhar olmuş, Sabahattin Ali’yle usta-çırak ilişkisinde bulunmuş, onun çizgisinden giderek öykülerinde yoksulların, dar gelirlilerin, emekçilerin hayatlarından kesitleri anlatmış bir yazardır.[24] Ne yazık ki Sabahattin Ali’nin öldürülmesinin ardından 1949’da Bulgaristan’a kaçmak zorunda kalmıştır. Köyde geçen öyküleri çok azdır, ama bunlardan birine dikkat çekmek isterim. “İftira” başlıklı bu öyküde bir köy öğretmeni anlatılır. Cumhuriyetin bir köye atadığı ilk öğretmendir. Onun köye atanmasıyla köy çocuklarına Kelâm-ı Kadim öğreten Hatip Hoca’nın pabucu dama atılır. Ne ki Hoca “dershanesini evine nakle[der]”. Öğretmen ilk sene sadece okulun hademesine alfabe öğretebilir. Yine de yılmadan çabalar ve “üç sınıflı bir köy mektebi” meydana getirir köyde. Yeni harflerin geldiği yıl hastalanıp ölür. Bu öyküye değinmemin nedeni Köy Enstitülü yazarların sonraki yıllarda sıkça işleyecekleri öğretmen-imam çatışmasına bir örnek teşkil etmesi. 30’lu, 40’lı yıllarda kaleme alınmış öykülerde bu çatışmanın ele alındığı öykülere pek rastlamayız.
Benzerlikler çok olmakla birlikte köyde geçen öyküler kesinlikle birörnek değildir. Çok temel farklılıklara da rastlayabiliriz. Aşağı yukarı aynı yıllarda yazılmış iki öykü üzerinden böyle bir yaklaşım farkına bakılabilir. Bunlardan ilki Sadri Ertem’in 1934’te yayımlanan Korku kitabındaki “Bu Tarla Resmen Ormandır” öyküsü[25], öbürüyse Kenan Hulûsi’nin 1939’da yayımlanan Son Öpüş kitabındaki “Çalınan Tarla”[26]. Her iki öykünün kahramanları da kamuya ait arazileri çevirip tarla yaparlar. “Çalınan Tarla”daki Yetimoğlu taşlarla çalılarla dolu araziyi taşları çalıları söküp ekin verir hale getirir, ama ekinlerinin boy vermeye başladığı sırada askere alınır. Asker dönüşü tarlasının çalındığını görür. Onun tarlasının yanındaki arazinin taşlarını temizleyen biri Yetimoğlu’nun tarlasından da toprak ve fidanları alarak kendi tarlasını ihya etmiştir. Yetimoğlu bunun üzerine mahkemeye gider, mahkemenin onun lehine verdiği kararla öykü biter. Çalan adam kendi tarlasından değilse de (hâkim bayındır hale getirilen bu tarlanın da bozulmasından yana değildir!) civardan toprak taşıyarak Yetimoğlu’nun tarlasını eski haline getirecektir.
Sadri Ertem’in öyküsündeyse köylü Mehmet askerdeki komutanın “Memlekette bir karış boş yer kalmamalı” sözünü düstur edinerek bulduğu kıraç bir araziyi bayındır hale getirir. Ne var ki bunu yaptığı için yargılanır ve devlet malına tecavüzden hapse girer. Sonuçta her iki öykü de topraksız köylü meselesini bir biçimde gündeme getirmekle birlikte, Sadri Ertem’in öyküsü daha gerçekçi ve eleştirel hiç kuşkusuz, Kenan Hulûsi’nin öyküsüyse fanteziye kaçıyor. Gelgelelim köy ve köylülük meselesine ilişkin öykülerinde eleştirel kimi tonlar olmasına rağmen Sadri Ertem’in de bu meselelerin kökenine dair bütünüyle sağlam eleştiriler getirdiği söylenemez. Mehmet Ergün’ün ayrıntılı incelemesinde[27] vurguladığı gibi, “Silindir Şapka Giyen Köylü”[28] ya da “Tetkik Seyahati”[29] öykülerinde ışıldak köye inceleme yapmaya giden aydınlara, onların yanlış anlamalarına, şapşallıklarına tutulur, köylünün sefaleti ya da yolların nasıl yapıldığı, köylünün bu uğurda nasıl ağır biçimde sömürüldüğü karanlıkta kalır.
O dönemde köyde ya da kırsalda geçen öykülerin pek çoğunda yazarların “karşılaşma anları” kurguladıklarını belirtmek lazım. Bu eğilim şehirde geçen öykülerde de vardır, ama orada ağırlık kadınla erkeğin karşı karşıya gelmesindedir. Önceleri konaklardaki akraba gençlerdir karşılaşanlar, sonraları sokaklarda, devlet dairelerinde, salonlardaki karşılaşmalarla (ki bunlar birbirini karşılaşma ânı öncesinde tanımayan insanlardır çoğunlukla) öykülerin gerilimi kurgulanmıştır.
Şehirli anlatıcının köy/kır hayatıyla karşılaşması, aynı zamanda köydeki/kırsaldakinin yabancıyla karşılaşmasıdır (bu yabancı kimi zaman da doğrudan devlet görevlileridir), başka bir deyişle kapalı köy/kır hayatında bir gedik açılmasıdır. Nitekim başta değindiğim Refik Halid’in “Yatık Emine” öyküsü de sürgüne gönderilen hayat kadınının “durgun” kasabada neden olduğu “fırtına”ların hikâyesidir. Gelgelelim, bu karşılaşma ânında neyin görünürlük kazandığının tercihi önemli, köylünün hali mi, şehirli aydının şapşallığı mı? Bu bağlamda Sabahattin Ali’nin aldığı tutum Sadri Ertem’den farklı olarak köylülerin sefaletini görünür kılmaktan yana olmuştur. 1943’te yayımlanan Yeni Dünya’daki “Asfalt Yol” öyküsünde[30] köylülerin bazısı köy amelesi olarak çalışırlar. Çalışmaktan beklentilerinin baştan vergi borçlarını ödemek olduğu belirtilir. Yol inşaatında çalışan ameleler açıkta yatar, o köyün delikanlıları geceleri evlerine dönüyorlarsa bile bitkin haldedirler. Üstelik, “Müteahhidin başlarına diktiği memur ekmek yemek için bile on dakika zor izin veriyor[dur].” Yol biter sonunda, ne var ki kağnılar yola zarar verdiği için köylülerin yolu kullanmaları yasaklanır. “Daha parası ödenmeyen yolun, o büyük zat şehri bir kere bile şereflendirmeden on beş gün içinde eski haline dönmesi tehlikesi karşısında” bu karar alınmıştır. 1936 tarihli Kağnı’da yer alan aynı isimli öyküde[31] de yaşlı kadın oğlunun öldürüldüğünü bildiği halde şikâyetçi olmaz. “Oğlunun acısı daha içinden çıkmamıştı[r], fakat hükümet kapısına düşmek ona oğlunun ölümünden daha korkunç geliyordu[r].” Yol ameleliği uzun yıllar köylüler için bir dert ve belki de çözüm olmuş. Öykülerde de sıkça değinilmiştir bu konuya. Bir örnek de Kenan Hulûsi’den verilebilir. 1941’de Vakit’te yayımlanan “Yol Amelesi” öyküsünde[32] Hasan Karaca başka öykücülerin yapıtlarında rastlanmayacak şekilde yol ameleliğini sever ve şirketin aldığı bir başka yol ihalesinde çalışmak için Sivas’a gitmeye karar verir öykünün sonunda. Yaptığı işle gurur duyar Hasan Karaca.
“Bir saniye gözlerini kapadı, beş on sene sonrayı düşündü. Bütün dolaştığı köyleri, tepeleri aşan, balçıksız ve çamursuz bir yol sarıyor, develerin rahatça gidip geldiği bu yol kenarında sarı birtakım dağ çiçekleri açıyor ve Hasan Karaca artık yorulmuyordu.”
Kenan Hulûsi’nin öyküsünde de en sonda bir yorgunluktan söz ediliyor olsa bile, bu, Sabahattin Ali’nin öyküsündeki yorgunluğu andırır bir hal değildir. O dönem şehirde geçen öykülerde kahramanların ad ve soyadlarıyla anılması yaygındır, köylüler lakaplarıyla anılırlar. Bu öyküde köylüyü soyadıyla birlikte anması da ilginçtir Kenan Hulûsi’nin. Köy romantizminin bir örneği olarak değerlendirilebilir bu öykü. Hulûsi’nin romantize ettiği bir başka köylü işçi de “Cumali” öyküsünde[33] karşımıza çıkar. “Yol Amelesi”nden birkaç gün sonra yine Vakit’te yayımlanmış bu öykünün kahramanı askerde iyi bir eğitim alır, çok şey öğrenir. Komutanları ondan tezkere bırakıp orduda kalmasını söylediklerinde, “Buradan daha fazla köyde yapacak işlerim var. Bana öğrettiğiniz şeyleri gidip ben de orada öğretmek istiyorum,” diyerek reddeder. Bu, tam da o yıllarda kurulan Köy Enstitülerinin kuruluş amacına uygun bir tutumdur.
Kenan Hulûsi’nin bu öyküsünde askerlik Cumali’ye çok şey öğretmişse de devlet kurumları Sabahattin Ali’nin “Kağnı” öyküsünde bir örneğini gördüğümüz gibi öteden beri korku kaynağıdır köylü için. Erkan Irmak’ın vurguladığı gibi Osmanlı’da yüzyıllar boyunca “temelde yalnızca vergi veren ve askere alınan ya da yükümlü oldukları tımarları besleyen” kimselerdir köylüler. Devlet ya da “hükümet kapısı”nın yarattığı korku Cumhuriyet’te de devam etmiştir. “Kağnı”daki yaşlı kadına benzer iki yaşlıya da Sadri Ertem’in “İki Sıtmalı”sında[34] rastlarız. Bu iki ihtiyar devletin verdiği sıtma ilacını devletin verdiği şeyi er ya da geç geri alacağını düşündükleri için yutmayıp saklarlar. Beri yandan Kenan Hulûsi’nin bir öyküsünün satır arasında da bu korku kendini gösterir. Hulûsi’nin bir başarı hikâyesi gibi kaleme getirdiği, köylü bir adamın proleterleşmesinin hikâyesi olarak da okunabilecek “Dörthanların Kulaksızı” öyküsünde[35], Dörthanlar “kuş uçmaz kervan geçmez” sözünün timsali olarak tanımlandıktan sonra “Köy halkı[nın] da hani bundan pek keder duym[adığını] belirtir anlatıcı. “Sadece şu vergi memurları da bir uğramasalardı!..”
Daha çok şehirde geçen öyküler yazan F. Celâlettin, henüz yirmi yaşındayken 1915’te yazdığı “Salgın” öyküsünün[36] girişindeki vergi tahsildarının köye gelişinin anlatıldığı sahne de meseleyi açıkça ortaya koyar.
“Nal seslerini duyan sığırtmaç, tahsildarla jandarmaları görür görmez:
‘Salgıncı geldi,’ diye bağıra bağıra köye doğru kaçtı… […]
Çocuğun kaçışından işi anlıyan köylüler birer birer savuşuyorlar, kapılar kapanıyor, arkasına destekler vuruluyor, mazgallardan rengi uçmuş fesli, yemenili başlar gözüküyor, kayboluyordu.”
Öykünün devamında, “salgıncılar[ın] tıpkı bir salgın, veba, kolera, karahumma salgını gibi saldırdı[kları]” vurgulanır.
Köylünün devletle karşılaştığında yaşadığı bocalamaya tersinden bakan ironik bir öyküyü anmak mümkün burada. İlhan Tarus’un 1953’te yayımlanan Ekin İti başlıklı öykü kitabında yer alan “Halka İyi Muamele”[37]de kaymakamlığın müracaat kalemi müdürü Abdülkerim Bey’le karısı bir eşkıya tarafından kaçırılan köylünün karşılaşması anlatılır. Müdüre “sıkı tenbihat veril[miştir;] “halka iyi muamele edilecek. Herhangi bir iş için gelen köylü, kentli, zengin, fukara, herkes hiçbir ayrıntı yapılmadan nezaketle, kibarlıkla karşılanacak[tır.]”
Öyküdeki köylü yanlış yere gelmiştir, müdür abartılı bir nezaketle, ayakta durmayıp oturmasını rica ederek adamın derdinin çözümünün kendisine olmadığını anlatmaya çalışır. Öykü ikisi arasındaki diyalogla sürer; köylü ısrarla jandarma vasıtasıyla karısının eve dönmesinin sağlanmasını ister, müdür kibarlığını bozmadan bunun onların görevi olmadığını anlatır. Halka iyi muamele emri köylüyü kalemden kovmasını engellemektedir, çareyi kurtarın beni diyerek kaçmakta bulur. Köylüyle devletin karşılaşması çözülmesi imkânsız bir yumak olarak ortaya konur öyküde; en azından yukarıdan gelen emirlerle bunun mümkün olmayacağını vurgular Tarus. Aynı kitaptaki “Keçi”[38] öyküsünde de keçilerin ormana verdiği zarardan söz eden öykü anlatıcısı, “Bulgariyeden gelen göçmen” köylüden sıkı bir fırça yer. Devlet, “anavatandır” diyerek gelen bu göçmenlere hiçbir şey vermemiştir; ne toprak ne çift çubuk ne de hayvan. Köylü yakınlardaki Aband Oteline “gençleşmeğe” gelenlerin sütlerini, peynirlerini bu keçilerden temin ettiklerini söyler. “Şaşının, topalın, çarpığın çeşitlisi var orada be… Hepsi, destelerle para yedirirler ütelciye…” Asalak zenginlerle topraksız köylü arasında sıkışıp kalmış biri olarak çizilir öykünün aydın anlatıcısı. Evet, keçiler ormana zarar veriyordur, bu konuda haklıdır, ama sadece bunu yasaklamak çözüm değildir. Köylünün söyledikleri karşısında gıkı çıkmaz nitekim anlatıcının.
Köy sadece iktisadi gelişme, kalkınma, yozlaşma, sömürü gibi konularda yazarların fikirlerini ortaya koyabilecekleri bir sahne işlevi görmez, başka iki konuda da edebiyatçılar için kullanışlıdır. Cinsellik ve halkla aydın arasındaki uçurum. En başta Refik Halid’in “Yatık Emine”sinden söz ederken değinmiştim, anlatıcı, “Köylerinde ahali apaçık, kaç göçsüz gezip yaşadıkları halde bu kasabada kadınların iki gözünü birden görmek imkânsızdı,” der. Köy yerindeki “kaç göçsüzlük” erkeklerin ve kadınların cinselliklerinden, cinsel arzularından ve bunun neden olduğu “insan dramlarından” söz edebilmek için de oldukça elverişlidir. Şehirde geçen öykülerde cinsellik çok daha dolaylı olarak anlatılmıştır, oysa köyde geçen öykülerde çok daha erken zamanlarda cinsellik çok zaman erkeğin kadın üzerindeki iktidarının bir görünümü olarak, ama bir yandan da onların başlarına bela açmayı göze aldıkları karşı konulamaz bir tutku olarak ifadesini bulmuştur. Beş Romancı Tartışıyor’da “insan dramı”na vurgu yapan Kemal Tahir’di; Göl İnsanları’ndaki öykülerinde erkekler cinsel arzularıyla beraber çizilmişlerdir. “Gelin-Kadın Oyunu”[39] öyküsündeki Bekir, köyün belki de en “düzgün” adamıdır, başka erkeklerin tasallutundan kaçan Sultan ona sığınır. Sultan’ı teyzesinin köyüne götürmek için açlığı ve bin bir zorluğu göze alan Bekir, Sultan’a yönelik cinsel arzu duyduğunda önce, “Tövbe, tövbe! Bize iltica etti karı,” dese de birlikte çıktıkları kaçış yolculuğunun son gününde sessizce ırmak kenarında su içmekte olan kadına saldırmadan duramaz. “Göl İnsanları” öyküsündeki[40] Hamdi de kadınlarının büyük bölümü para karşılığı erkeklerle yatan Sarıcaköy’ün haline üzülmekte, şaşırmaktadır. Gelgelelim bu şaşkınlık oradaki kadınlardan biriyle “oynaşmasına” engel olmayacaktır. Beri yandan öykünün sonunda öldürülmeyi göze alarak genç işçiyi işverenleri Kaptan’ın tasallutundan koruması belki de Sarıcaköy’de yaşadıklarının yarattığı suçluluk duygusunun bir sonucudur.
Yukarıda köylülerle şehirlilerin, bilhassa şehirli aydınların karşılaşmalarının pek yeğlenen bir tema olduğunu belirtmiştim. Bu tarzda kaleme alınan öyküler bir yanıyla köy gerçekliğinin şehirli okurlara iletilmesi amacını da taşıyor olsa da öncelikle aydın eleştirisidir. Aydınların halktan kopukluklarına işaret etmek isteyen öykücülere halkla, milletle, memleketin ruhuyla eşdeğer görülen köylüler daha uygun görülmüştür.
Sadri Ertem’in “Silindir Şapka Giyen Köylü” ve “Tetkik Seyahati” öykülerine değindim, bu öykülerde şehirli aydınlar köylülerin yaşantılarından bihaber olmaları nedeniyle gülünç duruma düşerler. Sabahattin Ali’nin 1943 tarihli Yeni Dünya’sında yer alan “Bir Konferans”[41] öyküsü de bir yanıyla şehirli aydının beyhude konuşmalarına dairdir, ama köylüler bu öyküde Ertem’in öykülerindeki gibi edilgen bir noktada durmazlar. Daha doğru bir deyişle, edilgenliklerinde etkin bir yan vardır. Bilim insanlarının söylediklerinden tek kelime anlamadıkları halde seslerini çıkarmazlar; bu anlamda edilgendirler, ama neden böyle davrandıkları sorulduğunda içlerinden birinin verdiği, “Anlamadık diyelim de bir daha baştan mı anlatsın?” yanıtı şehirli aydının yaptığı beyhude işi daha çarpıcı hale getirirken köy insanının ayrı bir mantığı, aklı olduğunu, belki de bu sayede kendisini koruduğunu, var kaldığını hatırlatır. Okumuş şehirli-cahil köylü ikiliği tersine döner, şehirlinin cehaleti berraklık kazanır. Ama bu bahisteki en çarpıcı öykü Sabahattin Ali’nin 1937’de yayımlanan Ses kitabındaki “Köpek” öyküsüdür[42]. Yine birbirini anlamama hali vardır bu öyküde; şehirlinin “halkla, köylü ile temas cazibesi[ne]” kapılarak sorduğu aptalca sorular karşısında “çobanın kendinden emin tavır ve ağırlığı” şehirli adamı sinirlendirir. Bu noktada iletişimi sağlamak için şehirlinin söylediği bir söze mim koymak isterim. Kemal Tahir’in Beş Romancı Tartışıyor’daki tezini andırır: “Biz de sizin gibi köylüyüz, aslımız köylüdür. Hepimiz biriz demek istiyorum.” Öykünün sonu trajiktir. Şehirli gülünç duruma düşmekle kalmaz, çobanın en sevdiği şeyi, köpeğini öldürür. Daha önce şehirli adamın meramını anlatamaması karşısında ona haksızlık yaptığı vehmine kapılan çobanın o sırada duyduğu üzüntü başka bir duyguyla yer değiştirir.
“Deminki teessürünün yerini daha hakiki, daha yerinde bir acı almıştı. Gidenlere hiçbir alakası, hiçbir yakınlığı olmadığını, bilakis onların kendisini en sevdiği bir şeyden ayırdıklarını apaçık görüyor ve yaşaran gözleriyle ölü köpeği okşuyordu.”
Son olarak şunu eklemek isterim, şehir insanının köylüye baktığında daha çok kendi kafasındaki köy ve köylü imgesini gördüğü meselesi ve bunun eleştirisi neredeyse öykücülüğümüz kadar eski. Geçtiğimiz aylarda büyük şair Tevfik Fikret’in toplu öyküleri yayımlandı. Fikret’in kaleme aldığı az sayıdaki öykülerden biri, “Tarlada” başlıklı öykü[43] de tam bu konuya ilişkin. 1899 tarihli bu öyküde kırlarda yürüyüşe çıkan anlatıcı uzaktan gördüğü çiftçiler için çok üzülür, mahsullerinden memnun olmadıklarını düşünür, onların geçimlerinin doğaya tabi olması ayrıca canını sıkar.
“Biz sanırız ki çiftçiler mesuttur, her toprağı kazan altın bulur. Hani ya o altınlar nerede? […] Onlar çiftçiler için değil şairler için altındır. Hazinelerini gaddar bir kıskançlıkla göğsünde sıkan taş yürekli tabiat, bu hasis sermayedâr onlara gıdadan ziyâde zehir veriyor. Daima pek yüksekten uçan bulutlar da insafsız: Onlar da şu siyah toprağın eşi; onların da bîçarelere merhameti yok, hiç yok.”
Ne ki öykünün sonunda konuştuğu çiftçi mahsulden hiçbir şikâyeti olmadığını söyler. Bu söz karşısında anlatıcı “kendi acılıkları, kendi karanlıkları” nedeniyle böyle yorumladığı sonucuna varır. Köyün ve köylünün farklı çatışmaların sahnesi olarak edebiyatçılarca yeğlendiğinden söz etmiştim, Fikret’in de bir anlamda bunu yaptığını düşünmek mümkün, bu öyküdeki köylü adam, aydın bir kişinin kendi iç çatışmasının açığa çıkmasının vesilesi olarak çıkar karşımıza.
•
EDİTÖRÜN NOTU:
Bu yazı, Nilüfer Belediyesinin 11-12 Aralık 2020 tarihlerinde çevrim içi olarak düzenlendiği Fakir Baykurt Sempozyumu kapsamında düzenlenen “Edebiyatta Köy ve Kırsal İzleri” başlıklı oturumdaki sunumun gözden geçirilip genişletilmiş halidir.
NOTLAR:
[1] Irmak, E. (2018) Eski Köye Yeni Roman, İstanbul: İletişim Yayınları.
[2] Nâzım Hikmet (1993), Kemal Tahir’e Mapusaneden Mektuplar, İstanbul: Adam Yayınları.
[3] Güntekin, R. N. (1965), Anadolu Notları, İstanbul: İnkılâp ve Aka.
[4] Makal, M. (2019), Bizim Köy, İstanbul: Literatür Yayınları.
[5] Makal, M. (1976), Bizim Köy 1975, İstanbul: Sander Yayınları.
[6] Makal, M. (1980), Hayal ve Gerçek, İstanbul: Derinlik Yayınları.
[7] Karay, R.H. (2014), “Beklediğime Doğru”, Edebiyatı Öldüren Rejim içinde (s. 251-252), İstanbul: İnkılâp Yayınları.
[8] Fakir Baykurt, Kemal Tahir, Mahmut Makal, Orhan Kemal, Talip Apaydın (1960), Beş Romancı Tartışıyor, İstanbul: Düşün Yayınları.
[9] Karay, R. H., (1964) Memleket Hikayeleri içinde (s. 7-30), İstanbul: İnkılap ve Aka Kitabevleri.
[10] Esendal, M. Ş., (1983), Sahan Külbastı içinde (s.48-53), Ankara: Bilgi Yayınevi
[11] Tahir K, (2018) Göl İnsanları içinde (s. 149-170) İstanbul: İthaki Yayınları.
[12] Nabizâde Nazım, (2019) Karabibik, (s. 3-5) Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Yayınları.
[13] Ömer Seyfettin (1970) En Güzel Hikâyeleri içinde (s. 300-340) İstanbul: Sander Yayınları.
[14] Esendal, M. Ş., (1984), Veysel Çavuş içinde, (s. 34-37), Ankara: Bilgi Yayınları.