Ottakring’den Ömer Paşa’ya gelen 46 numaralı tramvay:
Sedef Hatapkapulu kendiyle, sanatçılarla, bizimle konuşuyor...
“Bu fikir, hani tramvaya bindik gidiyoruz fikri, keşke sınırlar olmasa fikri yeni ve farklı bir şey değil. Belki banal de kaçabilir ama banal şeyleri de sevebiliriz. Çünkü bunun artık saklayacak bir tarafı yok; keşke sınırlar olmasa. Hepimizin dileği bu.”

Sedef Hatapkapulu / Behrouz Heshmat / Sabine Groschup
Sedef Hatapkapulu ile yollarımız 2000’lerin başında kesişti. Kendisini ismen biliyordum zaten, derken bir gün “çocuklara ve büyüklere kültür-sanat” motto’suyla yola çıktığımız küçük mekânımızda kapımızda belirdi – iyi ki… Çok güzel projeler yaptık onunla, çok güzel sohbetler ettik. İstanbul-Viyana-Moskova-İstanbul seyrindeki yaşamı, ikizleri üniversite için Viyana’ya gidince Viyana’ya yöneldi. O sıralar uzak düştük birbirimizden – keşke düşmeyeymişiz. Derken benim yolum ondan farklı olarak kısa süreliğine Viyana’ya düştü tıpkı onun gibi oğlumun peşinde ve kaldığımız yerden sohbetimize devam ettik Sedef’le Viyana’da. O zaman öğrendim şubat ayında İstanbul’da bir sergiye hazırlandığını ve merakla beklemeye başladım.

Bu yıl 40. yılını kutlayan, lise yıllarımda sıklıkla kapısından girdiğim küçük, samimi Mine Sanat Galerisi’nin yeni mekânına da bu vesileyle adım atmış oldum. Galerinin orta yerinde, üzerinde mandalina dolu çanak, kutular, kartlar, post-it’ler, dosyalar ve defterler, defterler, defterlerle dolu masa; masanın sağında ve galeri vitrininin önündeki açık gardıropta askılara asılı resimler Sedef’in Grundsteingasse’deki küçük dairesini anımsattı girer girmez. Farklı olarak, burası daha geniş, daha aydınlık ve başka bir dolu yapıtla doluydu haliyle. Belli ki Sedef 46 numaralı tramvayı Ottakring’den Ömer Paşa’ya getirmeyi başarmıştı.
Dünya çapında tanınmış Avusturyalı sanatçı Maria Lassnig’in öğrencisi olan Sedef Hatapkapulu ve sınıf arkadaşları Roland Schütz, Bele Marx & Gilles Mussard, Hannah Feigl, Paul Horn, Sabine Groschup, Annette Wirtz ile Fatih Aydoğdu, Eylem Ertürk, Christina Goestl, Yeşim Hatapkapulu, Behrouz Heshmat, Zorica Luschin, Hella Matthes, Richard Schütz, Georgia Sever, Hermann Staudinger ve Ceija Stojka’nın yan yana, iç içe duran, birbiriyle konuşan işleri sadece Mine Sanat Galerisi’nde değil, Oyuncak Müzesi ve Ömer Paşa’nın bazı dükkânlarında 28 Mart’ta yeniden tramvaya binip evlerine dönene dek bizlerle de konuşmaya hazırlar.
46’nın hikâyesiyle başlayalım…
46 bizim Parlamento ile Ottakring bölgesi arasında çalışan tramvayın numarası. Ottakring bütün sanatçıların olduğu bölge; eskiden de işçi mahallesiymiş. Şu anda sanatçılar, mülteciler, yetmiş iki milletten insanın bulunduğu, çok karışık, gerçekten çok renkli bir yer.
Sen tekrar Viyana’ya gitmeden önce burada Milli Reasürans’ta bir sergin olmuştu. Onun öncesinde de burada açtığın sergiler vardı. Senin büyük boyutlu, soyut işlerini görmüştük bu sergilerde. İstanbul’da kolektif çalıştığın söylenemez, zaten burada öyle ortamlar da yok pek. Ama Viyana’da bir kolektivizmin içindesin. Daha içli dışlı, her şeyin paylaşıldığı bir üretim ortamının içinde, üstelik kapalı bir mekân da değil, sokağa, mahalleye yayılan bir ortam. Böyle bir bireysel üretimden birlikte düşünmeye, üretmeye geçişi merak ediyorum.
Bütün sınıf arkadaşlarım… Herkes büyümüş, herkes sanatını yapıyor, devam ediyor. Ben sonuçta tekrar 2016’da gittiğim zaman ve üstüne vatansız kaldığım zaman orada kendi camiamın içine düştüm aslında ve daha iyi bir şey gelemezdi başıma. Bu kadar tatsız bir hikâyeyi onlarla birlikte yaşamaktan daha iyi bir şey olamazdı.
Sen o mahalleye gittiğinde vatansız kalmış mıydın zaten?

Evet, mahkeme devam ediyordu. 2015’te başlamıştı. Ben o zaman burada hem Ütopya’da hem Boğaziçi Üniversitesi’nde ders veriyordum. Vatansız kalmam siyasi bir durumdan falan değil. Avusturya çifte vatandaşlığı kabul etmiyor ama ben çok kısa bir süre çifte vatandaş oldum. Avusturya kanunlarına göre bir gün bile çifte vatandaş olursan düşüyor vatandaşlığın. Geçmişte böyle durumlara biraz daha tolerans gösteriliyordu, ama artık her iki ülke de bu konularda daha katı. Bu durumda hemen itiraz etmen gerekiyor; ben de ettim. Yani bu garip, Kafkaesk bir hikâye oldu. Sonuçta benim istemeden yaptığım bir yanlışlık diyebilirim. Böyle ciddi durumları kendi algıladığın şekilde kendine ifade ediyorsun. Bu kadar sorun değildir diyorsun. Sonra da başına bir şey geldiği zaman, haksızlığa uğradım demeye hakkın olduğunu da düşünmüyorsun. Ben Avusturya çifte vatandaşlık istemeyince Türkiye vatandaşlığından çıktım. Sonra o geriye dönük işlem yüzünden dava açıldı ve Avusturya vatandaşlığından da oldum. İki oğlum Viyana’ya gitmişti, ben buradaydım. Avukatım 2016’da davanın son celsesinde Viyana’da olmamın daha iyi olacağını söyledi, çünkü yoksa bir süre Avusturya’ya giremeyecektim. Çocuklarım oradaydı. Böyle bir şey başıma gelmeseydi gitmezdim. Yıllarca Avusturya’dan çıkamadım. Avrupa Birliği içerisinde bile gezemiyordum. Herkes, bilhassa Avusturyalı arkadaşlarım, çevrem, hukukçularım, “Ne kadar büyük bir hadise, haksızlık, felaket, işte devletler böyle” falan dedi. Ama ben dünyayı bir yandan da başka türlü algıladığım için, ayıp denen bir şey var diye düşünüyordum; Türkiye’de ya da dünyada insanların başlarına neler geliyor… Bunu bir konu yapmak hiç istemedim o yüzden. Şükrettim halime sürekli. Ama sonuçta yine de, canımın acıdığı yerlerde bunu kendime mesele yaptım.

Nihayetinde sende bir yersizlik hissi oldu çünkü…
Olmaz mı? Yani kapılar orada işte; kapılar suratıma kapatılmış gibi hissettim. Sonra, ben biraz da mizacımdan dolayı, hem kendime hem de benim etrafımdaki insanlara, bir sıkıntı varsa, onu böyle püre yapıp yenilir yutulur hale getiririm ya da işte gülünecek bir hale getirmeye çalışırım elimden geldiğince. O zaman, bu bir şekilde, ne bileyim, esprili bir şey oluyor sanki. Bir yandan kendimi de rahatlatmak için çok amaçlı kullanıyorum resmi.
Ama işte mülteci konumundasın bir taraftan ve mültecilik kavramı artık o kadar olumsuz ve gerçekten insanlık dışı durumları akla getiriyor ki… Vatansız olmak ve sınırlandırılmak her koşulda hoş değil. Öte yandan seninki görece kabul edilebilir bir durum. O noktada senin arkadaşlarının olması ve sizin birbirinizi de kollayarak üretim içerisinde olmanız sana eminim iyi gelmiştir.
Tabii, çok iyi geldi. Orada kalınca insan hayatını film şeridi gibi gözünün önünden geçiriyor. Şu anda aslında bu sergi de böyle filmlerin kareleriymiş gibi. O yüzden otobiyografik de bir sergi.
2016’da tekrar Viyana’ya dönmeden önce burada son gördüğümüz işlerine baktığımızda daha büyük boyutlu, renkli, soyut işler varken, bugün burada, bunca sanatçının arasındaki Sedef’in işleri daha kavramsal, bazıları deneysel ve desenlerin de var. Bütün not defterlerini bize açmışsın, sesli düşünüyormuşsun gibi. Sanki senin akıl defterine bakıyoruz burada.
Evet, çok fazla defterle çalışıyorum. Aklımızın, atölyenin bir görüntüsü gibi geliyor bu defterler. Hani nasıl insan bir şeylerin yerini değiştiriyor, oturma odasında bir şeyi sağdan alıp sola koyuyor, bütün düşünce alanlarının, defterinin içinde onu yapabiliyorsun. Onun için çok defterle çalışıyorum. Dedim ya, hayatım film şeridi gibi gözümün önünden geçti diye. On senedir orada kimliksizim, öyle hissediyorum gerçekten. Resmen sayılmıyorsun. Görünür değilsin sanki. Kâğıt üstünde görünmüyorsun zaten. Ama insanlar seni gördükçe, arkadaşların, eşin, dostun seni var saydıkça, herkes seni bir şekilde saçağının altına aldıkça var olduğunu anlıyorsun. İsterse ortasından çatlasın yabancılar ofisleri, polisler, yok bilmem ne yaparsa yapsınlar… Bence bu bütün dünya için geçerli. Seni, eşin, dostun, komşun, oradaki insan, halk görüyorsa sen yok olmuyorsun. O zaman durum o kadar dokunmuyor.
Burada galerinin ortasında oturduğumuzda –ki büyük bir galeri değil burası– çok yoğun bir üretimin ortasında olduğumuzu hissediyoruz hemen. Burada çok iş, çok sanatçı var. Farklı yaklaşımlar, teknikler var. Bir taraftan da gerçekten bir atölyenin ortasındaymışız gibi şu masa. Sanıyorum yansıtmak istediğin şey de tam olarak buydu.
Buraya 46 tramvayına binip sadece arkadaşlarımı, onların işlerini, ortaklaşa meselelerimizi, –ki aslında bütün dünyaya ait olan meseleler bunlar– herkesin işlerine yansıdığı haliyle birbirleriyle konuşan işleri getirmek istemedim. Oranın havasını da getirmek istedim. Benim evde de ortada masam var. Zaten Ottakring’de hep küçük yerlerde yaşıyorsunuz. İşte o masanın üstünde bütün işler durur, insanlar gelir, konuşulur, yenir içilir. Çalışılır, üretilir. Yani Grundsteingasse 32’de de böyle ortam. Orada zaten biliyorsun, bir apartman projesi gibi bir şey bizim yaşadığımız yer. Farklı jenerasyonlar hep beraberiz, sanki biraz köy gibi.
Bir küçük topluluk, değil mi?

Komün. Bu apartman projesini kuranlar ilk başta şey diye düşünmüşler; biz böyle yaşlılar yurdunda, kimimiz kimsesiz olmadan ölmeyelim. O yüzden bir ortak yaşam alanı yaratmışlar aslında. Ayda bir toplanıyoruz. Onun dışında herkes herkese yardımcı oluyor. Hastalandığında birilerinin sana çorba getirebileceği, çarşıya pazara gidemediğinde rica edebileceğin bir ortam. Pandemide de çok şanslıydık bu açıdan. Apartmanın ortasındaki avlu çok işimize yaradı. Komün ama herkesin evi ayrı yine de; kapımı kapatıp kendi evime çekilebiliyorum. Ayrıca bölgemizde, yani Grundsteingasse’de gene Maria Lassnig’in atölyesinden olan Roland Schütz, Richard Schütz kardeşlerin yönettiği, Kunstankstelle Ottakring var. Kunstankstelle sanat benzin istasyonu demek. Burası gerçekten benzin istasyonu. Hani apartmanların altında eskiden benzin istasyonu olurdu. Öyle bir apartmanın altında. Benzin istasyonunu kapatmışlar, orayı galeriye çevirmişler. Artspace gibi. İşte ne bileyim, workshop’lar, ufak konserler ya da performanslar ve senede üç kere de festival gibi sergiler düzenleniyor. Mahallenin muhtarı gibiler. Gençler için de alternatif bir sanat alanı, ama bizler de açıyoruz sergimizi.
Buraya bavulunda işlerini getirdiğin sanatçılar hangi kuşak diyebiliriz? Maria Lassnig’in öğrencileri olduğuna göre biraz daha sanıyorum senin dönemin, değil mi?
Evet, evet, benim dönemim. Nasıl diyeyim sana… Bu sergideki sanatçıların yarısı Lassnig’in öğrencileri, benim sınıf arkadaşlarım, diğer yarısı da Viyana’da tanıştığım, arkadaş olduğum, Türkiye’den de sanatçıların olduğu, işte Fatih Aydoğdu var, Eylem Ertürk var, Georgia Sever var, sanatçı dostlarım. Orada bir kadın merkezinde de –Frauen Zentrum– çok aktifim. Oradan tanıdığım bir marangoz var, Hella Matthes. Sanatçı demiyor kendisine, marangozum, arıcıyım diyor. İşte eski demir paralardan yaptığı insanlar var sergide. Hepsi hem insan olarak hem de işlerine çok saygı duyduğum sanatçılar.
Galeri ortamından konuşuyoruz ama, Oyuncak Müzesi var, galerinin yanındaki kuaför var, eczane var, fırın var. Biliyorum, mekânları biraz daha çoğaltmak istiyordun ama nihayetinde bizim çok alışık olmadığımız bir kolektif çalışma ve onun yansımasını görüyoruz Ömer Paşa’da. Grundsteingasse’deki ölçekte olmasa bile…
Sonuç itibariyle bu fikir, hani tramvaya bindik gidiyoruz fikri, keşke sınırlar olmasa fikri yeni ve farklı bir şey değil. Belki banal de kaçabilir ama banal şeyleri de sevebiliriz. Çünkü bunun artık saklayacak bir tarafı yok; keşke sınırlar olmasa. Hepimizin dileği bu. Keşke savaşlar olmasa, işte hayat bayram olsa falan… Ben, böyle kötüye odaklanacağıma, bu kadar çok savaş, bu kadar çoluk çocuk ölüyor, bir sürü tatsız tatsız hikâye, hayatlar varken, elimden geldiği kadar, hem aklımı da kaybetmemek için, iyi şeylere konsantre olmaya çalıştım; o da sınırlar olmasın keşke. Çünkü neden? İçimde en çok o bana dokundu. Bu sergiyi de onun için 46’ya bindirip Ömer Paşa’ya getirdim. Sergi metnimde de yazıyor:
“Öngörülemeyen inşaat çalışmaları nedeniyle 46 numaralı tramvay hattı güzergâhını Ottakring Grundsteingasse’den Ömer Paşa Caddesi, Kadıköy üzerinden devam ettirecektir. Anlayışınız için teşekkür ederiz.”
Viyana’da bunu çok yapıyorlar. Ottakring’e işte şu sokak yerine bu sokaktan gidecek tramvay diyorlar. İşte bu öngörülemeyen inşaat çalışmaları bunu düşündürdü bana. Bugün şu sokak yerine Ömer Paşa’dan gitse diye… Gerçek hayatta olamayacak bir şey ama en azından oyun gibi yapabilirim diye düşündüm ve yaptım.
Evet, mecazi anlam gibi ama öte yandan gerçek! Şu anda kaç sanatçının işi var sergide?

On sekiz. Ceija Stojka yaşamıyor. Bu masada 1943 yılında yapmış olduğu bir deseni var. Ceija Stojka, Hannah Feigl’ın komşusu. Hanna bizim sınıftan arkadaşım. Ceija Stojka, Avusturya için önemli bir yazar aynı zamanda. İkinci Dünya Savaşı zamanında üretmiş. İşte buradaki resimleri de Auschwitz’den. Orada yakınlarını kaybetmiş, okuma yazmayı kendi başına öğrenmiş bir yazar, sanatçı. Hannah çok sonra Ceija Stojka’nın epey büyük bir portresini yapmış. Kadın merkezimizde açtığımız sergide bu portre de vardı. Buraya da getirmek isterdim ama imkânlar el vermedi. Ben de Hannah’ın ödünç verdiği Ceija Stojka’nın desenlerini getirdim. Ceija ona hediye etmiş bunları. Getirdiğim bütün işlerin hikâyeleri var. Hepsiyle ilgili bir sürü şey anlatabilirim.
Çok önemli, çok güzel gerçekten. Çünkü nihayetinde Viyana’da bir şekilde sanatsal üretimin çok olduğunu bilsek de bu kadar direkt, bu kadar içeriden yansımalarını İstanbul’da görmemiz çok mümkün olmuyor. Sen 46 ile hem sanatçıların işlerini bizimle buluşturuyorsun hem de oradaki üretim alanına dair bir şey söylüyorsun.

Evet. Birbirlerinden çok farklı çalışan insanlar. Mesela burada Sütunlar Yas Tutarken / When The Pillars Wear Tearness diye bir iş var Bele Marx & Gilles Mussard’ın. Bele ve Gilles karı koca, hep beraber üretiyorlar. Bu iş, Tutsilere yönelik soykırımın otuz beşinci yıldönümü 2029’daymış, o yıla kadar tamamlamayı hedefledikleri bir sanal anma çalışması. Burada gördüğümüz iş bizim mahalledeki meydanın maketi. Maketin ortasında gördüğümüz bu sütun aslında yok, tamamen sanal. 2024’ün sonunda bizim mahalledeki sergilenişe atıf bu maket ve yanında gördüğümüz ve galerinin önünde dışarıya koyduğumuz barkodu okuttuğunuzda burada temsilini gördüğünüz sanal sütun beliriyor. Sütun soykırımda ölenlerin isimlerinden oluşuyor. Bir sanal ağıt gibi ve bunu değişik yerlerde sergilemek istiyorlar. Bu vesileyse İstanbul’a da gelmiş oldu. Çok güçlü ve çok sevdiğim bir iş. İnsan hem etkileniyor hem de kendi kendini sorguluyor bunu görünce.

Sabine Groschup’un bir işi var burada, Avusturya’nın Tirol bölgesindeki bir dağdan küçük bir kaya parçası; reçineli gibi ve arkası da nar gibi kırmızı ve onun üzerine yansıtılmış Sabine’nin gölgesinin olduğu bir video işi. Benim için sembolik bir anlamı var bu işin, o yüzden seçtim. İşte hepimiz kayıyoruz aslında ve bir şekilde kayarken bir şeylere tutunmaya çalışıyoruz. Bizi aşağıdan, sağdan, soldan birileri tutsun istiyoruz.
Ben küratör değilim. Bu sergiyi buraya getirmek için yola çıkarken de küratör gibi düşünmedim.
Hani demin dediğim o banal, keşke sınırlar olmasaydı durumu, yolların kesişmesi bu insanlarla. Sadece benim yollarım ya da Viyana’da olmam değil, meselelerimizin de örtüşmesinden dolayı. Fatih Aydoğdu’nun işinde olduğu gibi; İçimizden Biri / One Of Us, onu da çok seviyorum.
Evet, dediğin gibi sen küratör değilsin. Belli bir tema da yok belki ama sizin bütün o iç içe geçmiş üretim halleriniz, birbirinize dokunuş halleriniz, bir kısmınızın aynı ekolden, aynı atölyeden çıkmanız ve örtüşen meseleleriniz bütün dünyanın meseleleri olduğu için de bir yandan biz de burada 46 tramvayına biniveriyoruz sizinle.

Bir de 46’yı biliyorsun değil mi Türkiye’de? Ben bilmiyordum, oradan yola çıkmadım. Ben gerçekten Parlamento’yla proletarya bölgesi arasında çalışan tramvayı seçtim. Sonra bir gün oturuyorduk, Fatih bana, “Sen bunu cezai ehliyeti yoktur raporu yüzünden mi seçtin?” dedi. Hiç bilmiyordum bunu. “Yok, onun için değil” dedim, ama sanatçıların o kafasının gidik haliyle bayağı denk düşmüş bir yandan.
Evet, mecazi de bir anlam yüklenmiş farkına varmadan. Peki, biraz bu kolektivizmden çıkıp yine Sedef’e dönmek istiyorum. Orada hep bir arada üretme halindesiniz ama kendi üretimlerini sergilediğin alanlar da var. Yeni fikirler, projeler var mı?
Kadın merkezinde bir sergi düzenlemeyi düşünüyorum. Bu 46 sergisi gibi, ama içine başka sanatçı arkadaşları da ekleyerek devam ettirmek istiyorum. Bir de aklımda bilder roman gibi bir şey var. Resimli roman diyebiliriz. Bir sanatçının çocukluğundan itibaren oluşum hikâyesini anlatmak istediğim.
Ne zaman çıkmasını planlıyorsun bu kitabın?
2026’yı hedefliyorum. Burayı çok bilmiyorum, ama Avusturya’da çok destek alıyor sanatçılar.

İşte kitapları için, sergileri için proje hazırlayıp sunuyorlar. Kadın Bakanlığı’nın ayrı, Kültür Bakanlığı’nın ayrı, mahallelerin ayrı destekleri var. Ben Ottokring bölgesinden olduğum için oradan bir destek bulabilirim mesela. Hem yayın hem sergi gibi düşünüyorum bu kitabı da.
Son olarak bu serginin bana çok iyi geldiğini söylemek istiyorum. Sergiyi kurmak için geldim ve fazla kalmadan kitabım için çalışmaya dönecektim, ama dönemedim. Hayatım, bütün lisem, ortaokulum İstanbul’da geçti. Ama uzun süredir buradan buharlaşmış gibi hissediyordum. Bu sefer bu buharlaştığım yerde tekrardan görünür olmak istediğimi fark ettim. On senedir Viyana’da yaşıyorum ve orada bir teşrik-i mesai içindeyim. Onu da buraya getirmek istedim. Bir çeşit geçmişi yeniden üretmek gibi. Aklımda kalanları kullanarak… Sergideki askılar gibi. Yaşadığımız bir sürü şey, ömür boyu zihnimizin içinde o askılarda duruyor sanki ve onlar da benim aklımın içinde.
Yeri gelince onu oradan çıkarıp…
Tam da yeri gelince, denk düşünce. Burada şimdi onu yapıyorum işte. Yeri gelmiş. Boş durmuyorum. Burası da atölyem gibi oldu. Mine Sanat Galerisi’ne de çok teşekkür ediyorum. Burayı böyle canlı bir atölye gibi kullanmama izin verdikleri için. Oturuyorum, yazıyorum, çiziyorum, devam ediyorum. Ara sıra geldiğim zaman burada kendimi iyi hissetmiyordum. Çünkü orada kapalı kaldığım zaman orayı kendi kabuğum, evim gibi hissedip ona tutunmuştum. Salyangoz gibi hissediyorum kendimi. Evimi sırtımda taşıyorum. Burada ise evsiz gibi hissediyordum, ama ilk defa şimdi gitmek istemiyorum ve hiç evsiz gibi hissetmiyorum. Tam tersine, burada yeniden o aidiyet duygusu gelmeye başladı.
Çünkü burası tıpkı senin Viyana’daki alanın gibi şu an. Onun etkisi olabilir mi acaba yine öyle hissetmende?

Tabii, o yüzden… Şimdi bunun bir fotoğrafını çek. Onu kes götür, Viyana’daki benim evin fotoğrafının içine yapıştır. Aynı… Yani işte o çağrışımlar ve her şey… Ben kendime yakın konulardan seçmişimdir üretimlerimi, gerçekten etime değen konulardan. Mesela manzaralarla özdeşleştiriyorum kendimi. Çok fazla manzara resmim vardır. Hani yapınca geçer gider diye düşünüyorsun ama yerleşmiş, gitmiyor. Ama en azından insanın acısı azalıyor. İlk gençliğimde, akademiye girdiğim yıllarda, sanki içimde bir iltihap var da o iltihabı resme akıtayım, çıksın istiyordum. Onu da kör parmağın kör gözüne göstermek, rahatsız etmek istiyordum. Şimdi tam tersini yapmak istiyorum. Artık resmime bakan rahatlasın istiyorum. Hayatımızda o kadar çok bizi acıtan şey var ki… Burada kendi portremde mesela; bir yandan tabii ki orada bir tutsak gibi dolanıyor sokaklarda, çok siyah ve çok köşeli ve hapsolmuş. Ama kafasında bulutlar var ve ben ona baktığım zaman hafifliyorum aynı zamanda. Hem hafif hem ağır. O portre eski bir şey. Ama işte bu sergide de havada bulutlar, pembeler, maviler var, ne bileyim…
Zaten pembe, sarı falan sende hep var.
Evet. Bir yandan da kendime iyi gelmek için yapıyorum tabii ki resimleri. İyi ki ressam olmuşum! Herkese çok tavsiye ediyorum. Çünkü herkesin yapabileceğini düşünüyorum. Yeter ki insan defter tutsun kendi kendine. Dilinle anlatamadığın, yüzleşemediğin bir sürü şeyi, başka bir dilde anlatabiliyorsun resimle. Bütün bunların çalışma alanı olabilecek bir geniş bir meslek.
Çok teşekkürler Sedef ve tüm arkadaşlarına da…
Ben teşekkür ederim.