Ortalama bir hüzün
“Aslında bu kitabın en orijinal tarafı, roller tersine döndüğünde okurun kendi yazdıkları aracılığıyla bunları kitaplaştıran yazara da, biz yeni okurlara da hikâye denen şeyden ne beklediğini, ne umduğunu göstermesi. Tuhaf bir ayna gerçekten de.”
Paul Auster, 2006. (Fotoğraf: Timothy Fadek)
“Benim böyle bir şey yapmaya hiç niyetim yoktu” diyor Paul Auster. Bir radyo istasyonu o sıralarda çıkmış romanı için röportaj yaparken “her ay gelip bizim programda bir hikâye anlatır mısınız?” diye teklifte bulunmuş. Yazı dışından insanlar, dahiyane fikirleri olanlar, yazarların işini genellikle küçümseyip böyle tekliflerle gelirler: “Ne olacak, ayda bir gelsin, yazdığı bir hikâyeyi okusun!” Sanki dünyanın en kolay işiymiş gibi. “Yazar değil mi, yazıverir…”
“İlgimi çekmedi,” diye devam ediyor Auster. “Kendi yazımı yazmak yeterince zordu ve beni ardarda hikâye yazmaya zorlayacak bir işe kalkışmaya hiç mi hiç ihtiyacım yoktu.” Fakat eve gidince kendisi de yazar olan karısı Siri Hustvedt teklifi ‘tepetaklak’ etmiş. “Hikâyeleri senin yazman gerekmez” demiş, “insanlardan oturup hikâye yazmalarını iste, sonra da bunların en iyilerini okursun.” Bu fikir True Tales of American Life edited and introduced by Paul Auster (Amerikan Yaşamından Gerçek Hikâyeler, seçen ve sunan Paul Auster) adlı nev-i şahsına münhasır, dev, 475 sayfalık kitabın doğmasına yol açmış.[1]
Proje sonunda Auster’i o kadar ilgilendirmiş ki önce teklife kulak asmayan Auster, kitaba yazdığı önsözde önce şu duygusal satırları kaleme almış: “Hepimizin iç dünyaları var. Hepimiz bu dünyanın bir parçası olduğumuz ama orada sürgünde bulunduğumuz duygusuna sahibiz. Hepimiz kendi varoluşumuzun ateşleriyle yanıyoruz…” vb. Sonra zenaat erbabı kisvesine geri dönerek şöyle demiş: “Bu hikâyelerin ancak küçük bir kısmı ‘edebiyat’ diye adlandırılabilecek gibiler. Başka bir şey bunlar, çiğ, kalbe çok daha yakın ve onları yazanlar ne tür hünerlerden yoksun da olsalar yazdıkları hikâyelerin çoğu akıldan çıkmayacak gibi.” Önsözünü bitirirken de yazarlığını konuşturmuş: “İmgeler berrak, yoğun ama bir biçimde de hafif. Ve her biri de cebinize sığacak kadar küçük. Hep yanımızda taşıdığımız aile fotoğrafları gibi.”
Bu hikâyelerin bazıları gerçekten de Auster’ı ilgilendirecek kadar Auster hikâyesi gibiler; yıllarca hiç tanımadığı babasını arayıp da sonunda onun çalıştığı binanın hemen yanındaki binada çalıştığını keşfeden öksüz kızın hikâyesi mesela. Hakkını da vermek lazım, Auster’ın romanlarında hayatın mucizevi tarafları hep hayatın zorlukları ile iç içedir. Kendisi Türkçeye Cebi Delik (İngilizce adı Hand to Mouth) diye çevrilen otobiyografisinde, üne kavuşmadan evvelki yoksul yıllarını o günlere büyük bir sadakat ve hüzünle anlatır. Bu derleme ise on tematik bölüme ayrılmış; Hayvanlar, Eşyalar, Aileler, Komiklikler, Yabancılar, Savaş, Aşk, Ölüm, Rüyalar, Düşünceye Dalmalar.
Aslında bu kitabın en orijinal tarafı, roller tersine döndüğünde okurun kendi yazdıkları aracılığıyla bunları kitaplaştıran yazara da, biz yeni okurlara da hikâye denen şeyden ne beklediğini, ne umduğunu göstermesi. Tuhaf bir ayna gerçekten de. Kitabın ilk hikâyesi “Tavuk”: “Bir Pazar sabahı erken Stanton Sokağından yürürken, birkaç yarda ötemde bir tavuk gördüm. Tavuktan daha hızlı yürüyordum, o yüzden çok geçmeden ona yetiştim. Onsekizinci Avenue’ye yaklaşırken, tavuk onsekizden güney yönüne saptı. Dördüncü evde, evin girişine daldı, ön basamaklardan hoplayarak çıktı, gagasıyla metal kapıya sertçe vurdu. Biraz sonra kapı açıldı, tavuk içeri girdi.” Linda Elegant, Portland, Oregon.
Bayan Elegant’ın bu gerçekten ‘elegant’ ve ekonomik hikâyesinden kitabın böyle fantastik küçük vinyetlerle dolu olacağı sonucuna varmak doğru olmasa da bu hikâye birazdan okuyacağımız hikâyelerde başka bir damarın belireceğini haberliyor: hayret, tesadüf, tevafuk ve mucize.
Bir kadının ısrarla kendisini izleyen küçük sokak köpeğinde yakınlarda ölen kocasının bakışlarını görmesi; laf ola bir dileğin gerçekleşmesinin, çok daha gösterişli başka bir dileğin yerine gelmesini önlemiş olabileceği (‘Allahtan başka bir şey istesem olacaktı’); kopan bir saat zinciriyle yıllar sonra bir rehincide burun buruna gelmek; kaybetmek, bulmak, kaybetmek, yeniden bulmak, nihayet kesinkes kaybetmek ( eşya –ki Tanpınar’a göre ‘üzerimizde hakkı vardır’– ile kurduğumuz duygusal ilişkinin hikâyesi); çalınan bas gitarın dönüp gelip sahibine kavuşması; derken, deminden beri aklımızdan geçirdiğimiz şeyin bir hikâyede aynen karşımıza çıkması – O. Henry! Tavanarasında bulunan el yazmasının O. Henry’nin o zamana kadar ortaya çıkmamış bir hikâyesinin müsveddesi olması!!!
“Hey dostum, işte bütün bu hikâyeler de aslında birer O. Henry hikâyesi değil mi?” O meşhur hikâye, birbirine hediye almak için biri uzun saçlarını diğeri saatini rehine veren yoksul sevgililerin kuşaklardır okunan hikâyesi? (Maupassant’ın neredeyse Kaşağı kadar üzücü Gerdanlık hikâyesini de unutmamak gerek.) Burada söz konusu olan O. Henry hikâyeleri okuyan kuşaklarca okurun zihinlerinde kalmış bir tortu mu o halde, yoksa O. Henry adlı yazarın okurun ne tür hikâyeler okumak istediğine dair şaşmaz sezgisi mi?
Ama şu da var, bir sonraki hikâye olayın basit bir simetriden öte, uzanıp giden gizli bir arzu hattına işaret edebileceğini de vurgulayacak. Borç harç aldığı külüstür yıllarca dayanıp da sonunda pes edip araba çöplüğüne gittiğinde Lauren Shapiro şöyle diyor: “Yüzümden yaşlar süzülerek eve döndüm. Buraya bakın, insanlar tren yolları hakkında şarkılar, saksıdaki çiçeklerine kasideler, ağaçlar hakkında piyesler yazmışlar, beyzbol sahaları hakkında filmler yapmışlar. Demek ki yalnız değilim, arabama ağlarken.” (“Aşk oldu aşinalık” gibi.)
Yıllar sonra bulunan, babadan oğula geçen nesneler; kızlara annelerini hatırlatan, eşyalarla mucizevi karşılaşmalar; ürperten büyüleri andıran tesadüfler. Bunları okurken insan hikâyenin okur nezdinde hâlâ kutsal kitaplarda ya da masallarda anlatılan mucizeler gibi bir şey olduğu ya da olmasının istendiği duygusuna kapılmadan edemiyor. Belki de hikâyeden beklenen gerçekten hâlâ, derinden derine, bir mucizenin anlatılışı ile hayal gücümüzü, iç gözümüzü kamaştırması… Kimse, yazarın ‘iç yaşamını’ merak etmiyor. (Gerçi, ona da geleceğiz.)
Ama bu hikâyelerin başka bir yönü de bu tesadüflerin, mucizelerin altında aslında o annelerle, babalarla, kardeşlerle kurulan –kurulamayan– belki daha iyisinin kurulması istenen ilişkilere dair isteklerin, hasretlerin yatıyor olması. Aynı zamanda o babaların zamanında fark edilmeyen zor zamanları, hikâyeleri okudukça bütün Amerika coğrafyasını kaplar gibi görünen, zor zamanlar gelince pılıyı pırtıyı arabaya doldurup başka bir eyalette ya da yerde hayata yeniden başlama mecburiyetinin, taşınmaların zorluğu.
Böylece de O. Henry dünyasından Steinbeck’e, Gazap Üzümleri’ne geçiş. “Babamın kuzgun karası saçları vardı, gür ve dalgalı, tıpkı Çifte Tazminat’taki Fred Mc Murray gibi, pek az kırlaşmıştı bu saçlar.” Ama bu baba, yaşını göstermese de altmış yaşında olduğunu söylemek zorunda kalınca başvurduğu işi kaybeder. Bazen ailede saçma neşe ve mutluluk anları, ama çok ender. Christine Kravetz’in hikâyesini bitirirken diyeceği gibi: “Şu yaşımda daha çok şunu bilmek istiyorum: yüzde kaçtır bir mutlu son ihtimali?”
Başkalarıyla, ‘yabancı’yla karşılaşmalar, gizli ırkçılık, çoğu zaman bir çatışma, bazen ‘bilinmeyen’; hayatına soktuğu yabancı tarafından kafasına dört kurşun sıkıldığı halde ölmeyen ve onunla bir anlaşma yapacak kadar kafası berrak olan gezginin muhtemel katiline verdiği sözü tutması, onun da kendi verdiği sözü tutmuş olduğunu ümit etmesi; polise gitmeyeceğim, sen de kimseyi öldürmeyeceksin… “Bir söz vermiş, karşılığında bir söz almıştım. Ben sözümü tuttum. Ray’in de sözünü tuttuğunu düşünmek istiyorum,” diye bitiyor bir hikâye. Şüpheci okur “acaba?” diyecektir elbette. Gene de, her şeyi bir yana bıraksanız bile, Truman Capote’nin Soğukkanlılıkla (In Cold Blood) romanı kadar detaylı bir ‘gerçek suç’ hikâyesi. ‘Cehennem Başkalarıdır’ın Amerikancası.
Savaş denildiğinde birçok Amerikalının Amerikan Özgürlük Savaşı’na kadar geri gitmesi de ilginç. Kuzey-Güney Savaşı’na, oradan elbette Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarına, Vietnam’a uzanan bir çizgi. Tabii gene tesadüfler, mucizeler, savaş sırasında da olsa karşılıklı insani davranışlar, onurlu jestler... Bir hikâyede Vietnam savaşının aslında hâlâ birkaç kuşak Amerikalının içinde yaşadığı hissi dile getirilirken, Auster önsözde şundan da bahsediyor: “Tabii ki kafayı sıyırmış olanlardan da yazılar geldi, beklediğimden daha az sayıda olsa da (…) Daha geçen hafta hikâyesini ‘Cerberus’ diye imzalayan ve adresini ‘Yeraltı 66666’ olarak veren bir adamdan bir hikâye geldi. Adam Vietnam’da denizci olarak geçirdiği günlerden bahsediyor ve hikâyesini mangasındaki bir grup askerle birlikte çaldıkları bir bebeği kızartıp kamp ateşi etrafında yemelerini anlatışıyla bitiriyordu. Yaptığı şeyden gurur duyuyor gibiydi. Hikâye gerçekse hiç şaşmam. Ama bu, hikâyeyi radyoda okumakla ilgileneceğim anlamına gelmiyor.”
Aşkla ilgili hikâyelerin ise en şuruplu, en iyi ihtimalle en O. Henryvari hikâyeler olacağı düşünülebilir. Şaşılacak olan, bu bölümdeki hikâyelerin en iyilerinde ‘aşk gibi’ başlayan –çoğu zaman da bir tesadüfle– şeyin ilerleyen satırlarda aslında sıkı bir arkadaşlığın başlangıcı olduğunun ya da belki de hiç var olmadığının dile gelmesi: “On yedi yıl sonra yeniden karşılaştım onunla… hâlâ aynı kız… ona tanışmamızın nasıl da zihnime kazındığını söyledim… Boş boş baktı bana. ‘Kusura bakma ama hiç hatırlamıyorum’ dedi.’ Ya da ’Susie,’ diyordu kartta, ‘hiç aklımdan çıkmadın, on yedi yıldır aklımdasın. Umarım iyisindir, en iyi dileklerimi yolluyorum. Sevgiler, Ted.” Ya da “Paul o anda arkadaşımdı, hâlâ öyle… Ellilerimizdeyiz, ve birbirimizden binlerce kilometre uzakta yaşıyoruz… Başka başka insanlara âşık olduk, ama birbirimizi hiç gözden kaybetmedik.” Belki de en ‘realist’ hikâyeler Aşk başlıklı bölümdekiler.
İnsan tüketilen tonlarca kurgusal aşk hikâyesinin belki tam bu yüzden bir ihtiyaç olduğunu, aşkın itiraf edilemeyişinin ya da unutuluşunun aşk hikâyelerinin gerisinde yatan ‘asıl hikâye’ olduğunu düşünmeden edemiyor. Vuslatla sona eren aşk hikâyeleri bunların burukça tadının yanında biraz yavan.
Auster’ın hikâye derlemesinde yazanın ‘iç yaşamı’ denen şeye en çok dokunanlar, onun ‘meditations’ adını verdiği örnekler; yani herhangi bir kategoriye sığmayan düşüncelere dalma, insan varoluşunun ‘kendi kendinin farkına varma’ anları. Virginia Woolf’un deyişiyle ‘Varoluş Anları’… Bunlardaki serbest okuma parçası tadı öbür birçok hikâyedeki ‘verilen konu üzerine bir şeyler yazma’, sonra da okuyanı tesadüf/mucize tadıyla şaşırtma/doyurma eğiliminden çok daha farklı. ‘Edebiyat’a en çok yaklaşan örnekler bunlar.
Bunlardan kitabın başından beri de birçok var aslında. Eskiden sirk atı olarak çalıştığı için –diye düşünüyor anlatıcı– biraz gösterişçi bir at olan Vertigo’nun artık binek atı olarak çalıştığı çiftlikteki inadına başına buyruk, eski prima donna halleri; şöför babası tarafından işe gitmeden önce bir Jaguar’la okula bırakılan bu yüzden bütün çocukların nefretini üzerine çeken, buna çok üzülen, tam da babası işini kaybettiği gün nihayet yürüyerek ve artık öbür çocuklardan biri olduğuna inanarak gittiği okulda ilk dayağını yiyen Charlie Peters; annesiyle dikiş öğretmeninin dikiş konusundaki birbirine taban tabana zıt anlayışlarına hiç ses çıkarmadan insanların farklılığını tanıyan Donna Peters; seloteyp yeme alışkanlığında olan arkadaşı Patty’yi seyreden Thomas; günün birinde bir deniz kıyısında bütün bir gün boyu hiç sebepsizce dünyayla ve kendisiyle mutlak bir bütünleşme yaşarken Camus’nün yaz ve güneş hikâyelerini akla getiren Tanya; ilkbaharın gelişini “bir sardalye konservesini gümüş bir anahtarla açarmış gibi” yaşayan Eileen; martini’ye beslediği derin ve içten aşktan kusursuz bir monolog çıkaran Dede Ryan; insanların aklından geçenleri okuyabilen arkadaşı Peter’in marifetinin gerisindeki büyük sıkıntıyı yıllar sonra adlandirabilen Mark.
Ve nihayet “Ortalama Bir Hüzün” adlı hikâyede radyonun insanın yalnızlığını nasıl her türlü iletişim aracından daha iyi anladığını ve ona ilaçolduğunu anlatan Ameni Roza. Ki Paul Auster de bir karakter olarak bu hikâyede kaybolup görünerek kitabı noktalayacak: “Ürpererek, gerginlik içinde radyoyu açtım, aylar sonra. Paul Auster babasını kaybeden bir kızla (…) ilgili bir hikâye okuyor. Bizden kendi hikâyelerimizi istiyor. Koşulu bunların kısa ve gerçek olmaları. Ama bende anlatılacak ölümler, yolculuk hikâyeleri yok. Başıma konan talih kuşları, inanılmaz trajediler yok. Bende sadece ortalama bir hüzün var.”
Tamam işte, o.
[1] Kitap Babamın Tanrı Olduğunu Sandım: Radyo Hikâyeleri adıyla ve Sinem Yazıcıoğlu çevirisiyle 2015’te Can Yayınları’ndan çıkmış.
Önceki Yazı
Fatih Pınar'la söyleşi:
Bir tanıklık ve hayattan geçme biçimi
Fatih Pınar’la gemileri yakarak, rutini bozarak; konforlu alanları ret, sınırları ihlal ederek inşa ettiği hikâyesini ve üretimini Karşı Sanat’ta 6 Haziran’a kadar sürecek “Göz Göre Göre” başlığını taşıyan sergisi vesilesiyle konuştuk.
Sonraki Yazı
Franz K. Âşıkları:
Yazarla metni arasına girmek
“Sönmez, kahramanı Ferdy’nin Max Brod’a yönelik eyleminin gerekçelendirilebileceği makul tüm olasılıkları birer birer aradan çıkararak her aşamada merakı canlı tutarken, okuru da metnini de yavaş yavaş 'romanın merkezi'ne, 'sorunsallaştırım' hattına doğru yönlendirir.”