Orhan Koçak ile söyleşi:
“Aynadaki kitap / kitaptaki ayna”
“Önüme ne çıkarsa okuduğumu söylemek en doğrusu olur, edebi ve edepsiz metin ayrımı da pek yapmadan. Kerime Nadir veya Nihal Atsız’dan Michel Zevaco veya Turgenyev’e kadar. Bir 'strateji' izlemedim; kendimi edilgin biçimde teslim ettim kitaplara, metinlere, seslere, ışığa ve renklere. Başlarken beni 'yontacaklarına' dair en ufak bir inanç, hatta bilinç var mıydı içimde? Hiç hatırlamıyorum. Zaten sonuç da ortada.”

Orhan Koçak
İlk olarak okuma disiplini konusundan girmek istiyorum söze. Bir eleştirmen olarak çok geniş bir kuyudan su çekiyorsunuz. Edebiyat kuramlarının yanı sıra psikanaliz, sosyoloji, siyaset ve daha birçok alanda yazdınız, yazıyorsunuz. Elbette bu alanların hepsi birbiriyle kesişiyor. Fakat benim merakımı cezbeden, bu kadar farklı alanlarda birikim sahibi olabilmek için nasıl bir okuma stratejisi izlediğiniz. Gençliğinizden itibaren bir teknik, strateji, ne dersek diyelim, oluşturup bu yönteme göre mi yol izlediniz okuma konusunda? Yani örneğin bir yazar seçip bütün kitaplarını art arda mı okudunuz? Yahut örneğin belirli bir konu seçip o konudaki temel metinlere mi yoğunlaştınız? Ya da edebi metinler konusunda kronolojik bir sıra izleyerek mi ilerlediniz? Böyle bir yönteme ihtiyaç duymadan, önünüze ne çıkarsa okudunuz mu yoksa?
Önüme ne çıkarsa okuduğumu söylemek en doğrusu olur herhalde, edebi ve edepsiz metin ayrımı da pek yapmadan. Kerime Nadir veya Nihal Atsız’dan Michel Zevaco veya Turgenyev’e kadar. Bir “strateji” izlemedim; kendimi edilgin biçimde teslim ettim kitaplara, metinlere, seslere, ışığa ve renklere. Başlarken beni “yontacaklarına”, adam edeceklerine dair en ufak bir inanç, hatta bilinç var mıydı içimde? Hiç hatırlamıyorum. Zaten sonuç da ortada.
Yazılarınızdaki üslubun yaygın eleştiri yazınından farklılaştığını düşünüyorum. Bu üslubu oluşturabilmek, yazılarınızdaki düşüncelerinizi, önermelerinizi adım adım aktarabilmek için zaman içine yayılan belli bir çaba gösterdiniz mi? Üslup konusunda kendinize örnek aldığınız yazarlar yahut eleştirmenler var mıydı? Kimlerden daha çok etkilendiniz?

“Örnek almak” fazla iddialı olur, ama etkilendiklerim, özendiklerim, taklit ettiklerim elbet oldu, bugün de onları taklit ettiğimi görüyorum. Konuyu sadece “üslup”la sınırlarsak (cümlenin ve pasajın yapısı, şekli; argümanın başlatılma ve sürdürülme, bükülme ve döndürülme tarzı… ritim) en çok şu yazarlara/eleştirmenlere “yakalandığımı” söyleyebilirim: Bizden en çok Cemal Süreya, kısmen Tanpınar, sonra Enis Batur, dışardan Baudelaire, Paul Valery, Sartre, Walter Benjamin ve Adorno, R. P. Blackmur ve Adrian Stokes. Bir denemeci sayacak olursak Robert Musil… 18 Brumaire ve Kapital’in Marx’ı… Daha yenilerden Fredric Jameson.
Bir yazıyı yazmaya karar verdiğinizde ve başladığınızda uzun süre ara vererek mi yazarsınız, yoksa kısa aralıklarla yahut bir oturuşta bitirir misiniz?
Bunu yazının konusu ve dinamiği belirler. Bir de yaş ve fizik kondisyon. İhtiyarladıkça günde 3-4 saatten uzun ve üst üste üç gün çalışamaz oldum.
Üstteki soruyla bağlantılı olarak, “Aynadaki Kitap/Kitaptaki Ayna” yazınız en uzun metinlerinizden biri. Bu yazıyı ne kadar sürede yazdınız?
Takılma, okuma, homurdanma, kikirdeme ve yazma sürecini birlikte alırsak yaklaşık 4-5 ay. Bu kitap o sırada arkadaşlarım İskender Savaşır, Mahmut Temizyürek ve Nurdan Gürbilek’in dilinden düşmüyordu. Oradan takıldım.
“Aynadaki Kitap/Kitaptaki Ayna” yazınızda sık sık parantez içerisinde cümleler karşımıza çıkıyor. Bunu bir yazım tekniği olarak, örneğin okuyucuyu sıkmamak için bir yöntem olarak mı kullandınız? Yoksa yazıyı yazarken içinizde yükselen seslerin (bu tarz seslerden parantezler içinde de bahsediyorsunuz) ifadesi mi? Yani okurla daha da samimi olmak mı amacınız bu cümlelerle?
Samimi veya içli dışlı olmaktan çok, güldürmek, eğlendirmek istemek diyelim. Evet, zaman zaman farklı, hatta münafık sesler yazının bir noktasında üreyiveriyor ve parantez içine alarak bunlara hadlerini bildirmek gerekiyor.
“Aynadaki Kitap/Kitaptaki Ayna” yazınıza “Gürültü artmış olmalı: Karakoldayız şimdi” ile başlayan bir bölümle son veriyorsunuz. Bu beni oldukça etkileyen bir son oldu. Açık bir biçimde sormak istiyorum Orhan Bey, yazıya böyle bir bölümle son verme amacınız neydi? Neden yazdınız böyle bir bölümü? Hangi sorulara cevap vermek yahut hangi yeni soruları ortaya atmak için yazdınız? “Sonra su içtim ve uyudum” ifadesi de size mi ait yoksa bir alıntı mı?
Bu sonuçta akademik bir yazı değil, bir polemik yazısıydı. Gürültü artınca tarafların kendilerini karakolda bulmaları beklenir; şarkıyı bilirsiniz, “karakolda ayna var”. Karakol sadece sopa atma/yeme yeri değil, aynı zamanda bir barışma, uzlaşma, rahatlama yeri de olmalıdır. 12 Eylül cuntası da sağcılarla solcuları zindanlarda “karıştır-barıştır” politikası uygulamak istemiş değil miydi? Ama bu barışma hayatta değil de edebiyatta, kitapta, yazının karakolunda mümkün oluyor. O yazının hazımsız öznesi de artık içindekileri boşaltmış halde karakolda oturmaktadır şimdi; bir gözü amirde, bir gözü aynada. Siyasal seçimleri nedeniyle ara sıra takıldığım arkadaşım Enis Batur yazıyı okuduktan sonra arayıp, “Şimdi kendini boşalmış tanker gibi hissediyorsundur” demişti; nezaketinden “mide” veya “bağırsak” sözcüklerini kullanamıyordu. Su ve uykuyla ilgili ifade, Cemal Süreya’nın Sevda Sözleri’ndendir, ama onda özne birinci tekil değil, birinci çoğuldu.
Sorularımın çoğunda “Aynadaki Kitap/Kitaptaki Ayna” yazınıza odaklandım.[1] Bu yazınızdan hem çok şey öğrendiğim hem de oldukça etkilendiğim için daha çok onun üzerinden gitmek istedim. Son soruyu da yine bu yazıdan yola çıkarak sormak istiyorum. Yazınızın bir yerinde parantez içinde şöyle diyorsunuz: (İskender, Keats miydi bunu söyleyen? Daha demin buradaydı.) Buradan iki soru sormak istiyorum. İlki “inançsızlığı askıya almak” ifadesini kimin söylediğini gerçekten o an hatırlayamadığınız için mi böyle bir cümleye yer verdiniz, yoksa bu birkaç soru önce sorduğum bir yazı tekniğiyle mi ilişkili bir şey? İkinci olarak da İskender Savaşır’ı anarak bitirelim istiyorum. Kendisinden ve dostluğunuzdan biraz bahseder misiniz? Nasıl biriydi İskender Savaşır? Onun karakterine ve dostluğuna dair neler söylemek istersiniz?

Gerçekten aklıma gelmediydi o anda. 30 küsur yıl önce ne masa veya diz üstü bilgisayar vardı ne de böyle basit bir “kim” veya “nerede-ne zaman” sorusuna ânında cevap alabileceğin Google. İngiliz romantiklerinden birinin söylediğini hatırlıyordum ama hangisi? Yazı almış başını gidiyordu, gemleyip kitap lügat karıştıracak halim yoktu. İskender her şey gibi İngiliz romantiklerini de benden iyi bilirdi, yazıyı yazarken onunla ve bazı başkalarıyla kafamda tartışmaktaydım zaten. Bu ses-soru da yine bir parantez içinde belirip kendini dayatıverdi. Dönüp bakmadan çok iyi bildiğim bir kitap rafına gider gibi bendeki İskender’e gitti elim. Öyleydi, ilk tanışmamızda (tam kırk yıl oluyor) hemen her konuda anlaşabileceğimizi ve hemen her konuda çatışabileceğimizi ikimiz de sezdik. Turgut, Edip ve Cemal direnç çizgimiz, asgari müştereğimizdi. O Adorno’dan hiç hoşlanmazdı, ben de (o tarihte) Arendt’ten. Deleuze’e tahammülsüzlük de bizi birleştirdi, tam olarak Ulus’a karşı olmasa da. Beni onunla Müge Gürsoy tanıştırmıştı, o da beni Ankara’dan Mustafa Arslantunalı, Sevda ve Sinan Kılıç ve Ulus Baker’le tanıştırdı. Ölümü, dünyadan değilse bile kendimden yeni şeyler bekleyemez olduğum bir dönemde yakaladı beni. Projeye, ihtimale, sürprize, ilgince açılan pencerelerden en önemlisinin kepengi sertçe indi. Nasıl Cansever’in ölümüyle harikuladenin, Ulus’unkiyle de neşenin penceresi köreldiyse.
EDİTÖRÜN NOTU:
[1] İlk kez Defter dergisinin Ağustos-Aralık 1991 tarihli 17. sayısında yayımlanmış olan "Aynadaki Kitap / Kitaptaki Ayna: Postmodern Anlatının Bazı Sorunları" adlı yazı, Orhan Koçak'ın Orhan Pamuk'a dair yazılarından oluşacak yeni kitabında da yer alacak.
Önceki Yazı

Hüseyin Rahmi’nin “Hayvanat Mitingi”
Hüseyin Rahmi Gürpınar, 23 Kasım 1908’de Boşboğaz ile Güllabi dergisinin 30. sayısında “Hayvanat Mitingi” başlığıyla bir yazı yayımlar. Okuyacağınız metin, II. Meşrutiyet sonrası koşullarda yükselen hürriyet, adalet ve eşitlik tasavvur ve tahayyüllerinin ufkunun nasıl genişlediğini göstermesi bakımından kıymetli.