Ölümün sıradanlığı ve hastalığın gerçekliği:
“Önce öldü, hastalandı sonra”
“Susanna Bissoli’nin Çarpılma’sı zaman zaman karanlıkların oyulduğu, tekinsizliğin sezdirildiği, ancak sıradanlığın hiçbir zaman aksamadığı bir gerçeklik sunuyor bize.”

Susanna Bissoli
Susanna Bissoli’nin yeni romanı Çarpılma, Olinda Kitap tarafından Duru Aygüven’in özenli çevirisiyle geçtiğimiz aylarda Türkçeye kazandırıldı.
“Ah Sant’Aló! Önce öldü, hastalandı sonra” epigrafıyla başlayan Çarpılma, ana karakterin nükseden hastalığını çekirdeğe alarak karşılıyor bizi. Sonrasında da çekirdeğin etrafını kaplayan tüm diğer kavramlarla birlikte bir gelişim ve özbenliği keşfetme hikâyesine açılıyor.
Miras
Çarpılma’daki ana karakterimiz Vera iyi bir mirasçı. Öyle ki, Susanna Bissoli hikâyenin açılan her katmanıyla bunu bize yeniden ispatlıyor. Annesinden devraldığı hastalığın yanında, babasının yazarlığını alıyor Vera. Kitabın ilk sayfalarında bu iki aktarımdan birinin farkında, ancak diğerine yabancıyız. Çarpılma’daki asıl kırılma noktamızın da bu olacağını henüz bilmiyoruz.

Çarpılma
çev. Duru Aygüven
Olinda Kitap
Şubat 2025
220 s.
Vera’ya annesinden kalan meme kanseri, gördüğümüz ilk miras. Meme kanseriyle savaşmanın yollarını da hepimizin bildiği, alışık olduğu gerçekliklere çıkarıyor Bissoli: Yoğun bir tedavi süreci. Ardından sıradan ve dingin meselelerin içinde buluyoruz kendimizi. Öncelikli olarak Vera ve kızkardeşi Nora arasındaki günlük konuları kovalıyoruz. İşte burada Susanna Bissoli’nin kalemini farklı kılan ve böylesi sıradan bir hikâyeyi bu kadar etkileyici bir hale getirerek kısa bir süre içinde kitabın altı dile çevrilmesine olanak sağlayan gerçeklik günyüzüne çıkıyor: Hayatın olağan akışının çekirdektekinin etrafını usul usul sarması ve onunla birlikte yeni bir yaşam biçiminin oluşması. Bu noktada Herakleitos’u anmak istiyorum. Herakleitos dünyanın sürekli akış halinde olduğunu, her zaman “oluş”un devam ettiğini ama hiçbir zaman tam anlamıyla “olmak” kavramına erişilmediğini savunmuştur. Çarpılma’da da gördüğümüz tam olarak bu. Vera’nın hastalığı akışa eklenen yeni bir ayrıntı yalnızca. Her şey olmaya, akmaya ve sürmeye devam ediyor. Nora işe gidiyor, Nora’nın kızı Alice günlük hayatını kovalıyor, Vera ve erkek arkadaşı Franco hastalığın getirdiği yeniliklerle ilişkilerini sürdürüyor. Bu da bizi hastalığın merkeze alındığı bir hikâyeden çok, hastalığın hayatın olağanlığına eklendiği etkileyici bir serüven okumaya götürüyor.
Zeno’nun defterinden düşenler
Vera’nın hastalığı ve hastalığın getirdiği tedavi onun günlük yaşamını yavaş yavaş değiştiriyor. Annesinin ölümünden sonra kendine düşen miras payıyla bir ev almış olan Vera, hastalığının nüksetmesiyle beraber bu evde tek başına yaşamanın imkânsızlığını tadıyor önce. Bu noktada yaşamını başka bir şekle sokmak ve evinden ayrılmak zorunda. Peki nasıl? Kızkardeşinin küçük bir çocuğu olduğu için hastalığının etkilerini onların yaşadığı eve taşımaktan kaçınıyor Vera; benzer bir çatışmayı sevgilisi Franco’nun evine taşınmayı düşündüğü zaman da yaşıyor. Nihayetinde babası Zeno ile birlikte yaşamaktan başka bir çıkar yol görünmüyor Vera’ya. Yalnız kalmasının olanaksızlığı üzerine verilmiş bu karar kitabın asıl ve derinlikli yolculuğunu da başlatıyor.
İşte tam da bu noktada yazar hikâyenin bel kemiğine Zeno’yu da ekleyerek bizi usulca dikey bir yolculuğa, geçmiş ve bugün arasında mekik dokuyacağımız çözümlemelere götürüyor. Böylece de kurmacanın içindeki diğer kurmacanın kapılarını aralayan ve hikâyeyi de derinleştiren paralel bir yolculuk başlatıyor.

Bu noktada bu yolculuğu başlatan, yani ateşi yakan imgeye değinmeliyim.
Eski bir yazar olan Vera uzun zamandır süregelen bir tıkanmanın tam ortasında. Nora, Vera’nın bu konudaki destekleyicisi gibi görünse de, dominant tarafı onu kimi noktalarda olduğu gibi burada da pasif bir zorba olarak adlandırmamızı sağlıyor. Başka bir ifadeyle, Vera yazamadığı için Nora tarafından baskılanıyor. Bunun Nora için bir tür iyileştirme düşüncesi olduğu gizil bir detay. Bu detayı ara ara sezdiren Bissoli aslında buraya bakmamızı değil, burayı aklımıza kazımamızı istiyor. Çünkü bizi hazırladığı imge Zeno ve Vera’nın çıkacağı yolculuk. Ve sormamızı istediği soru da şu: Yazmak Vera’yı iyileştirecek mi?
Peki, yazmak nasıl mümkün olacak?
Yazımın başında değindiğim miras mefhumunu bu noktada yeniden ele almak istiyorum. İlkokul mezunu Zeno’nun kitaplara olan ilgisini geçmişi araladığı katmanlarla ve bizimle aynı anda fark ederek veriyor bize Vera:
“Babamla çok çizgi roman okurduk: Lanciostory, Intrepido, Skorpio, Il Monello… Bazen kapakta yer alan yarı çıplak kadın resimleri nedeniyle bunları gizlice okurduk; annem banyoda veya yatağın altında unuttuğumuz bir tanesini bulursa, tiksinmiş yüz ifadesiyle bize ahlaksızmışız gibi bakardı.”
Vera okuyan ve yazan tarafını hatırlarken babasıyla geçmişte kıyılarında dolaşmış olduğu yolculuğu anlamlandırıyor ve böylece Zeno’nun yazan tarafıyla tanışıyor. Akabinde de Zeno ve Vera arasında bir anlaşma meydana geliyor: Zeno’nun deftere yazdıklarının Vera tarafından bilgisayara geçirilmesi. Bu kısmı ele almak istiyorum. Vera ve Zeno arasındaki bu eş yolculuk bizi geleneksel ve modernin çarpışmasına götürüyor. Vera’nın güncel olanı uygulama isteği Zeno’nun geçmişinden getirdiklerini koruma dürtüsüyle çarpışıyor. Ancak bunlar güçsüz tez ve antitezler olduğu için ortaya başka bir gerçeklik çıkmıyor. Yalnızca küçük dokunuşlar ve belki belli başlı değişikler, o kadar. Bu detaylar da Bissoli’nin kitabın bütününde kurduğu sıradanlığı başarıyla korumasını sağlıyor.
Alice’in Harikalar Diyarı
Susanna Bissoli, Çarpılma’da küçük ama etkileyici detaylar vermiş bize. Bunlardan biri Zeno’nun evinin bahçesinde bir süredir yaşayan siyah tavşan Toni. Kitabın bir noktasında Nora, Toni’den şöyle bahsediyor: “Geldiğinden beri belalar başımızdan eksik olmuyor.” Bunu Nora’ya söyleten şey, Vera’nın tekrarlayan hastalığının yanında Zeno’nun da hastanelik hale gelmesi ve akabinde evin yeni üyesi olan beyaz tavşan Leone’un bilinmezlikle son bulan hikâyesi.
Tavşan imgesi birçok farklı anlama sahip olsa da, burada bana iki şeyi çağrıştırdı. Bunlardan ilki Alice’in Harikalar Diyarı’nda olduğu gibi bir büyüme hikâyesini işaret etmesi, ikincisi ise Budizm’deki şekliyle “kendini feda etme” hali. Öyle ki, bu iki bakış açısını birleştirerek Toni ve Leone’un kitaptaki iki ana karakteri, Vera ve Zeno’yu temsil ettiğini düşünürsek, ikisinden birinin kaçınılmaz sona doğru ilerlediğini, diğerinin de bir büyüme veyahut farkındalık geliştirmeevresinde olduğunu görmememiz olanaksız olur. Kitapta Vera ve Zeno’yu iskambil oynarken gördüğümüz sahnede ikili arasında kimin ölüp kimin kalacağına dair yapılan konuşma da aslında tam olarak bu amaca hizmet eder.
“Ah Sant’Aló! Önce öldü, hastalandı sonra.”
Yazımın başında bahsettiğim Bolonya atasözüne, kitabın bütününde bana bu sözü çağrıştıran noktalarla değinmek istiyorum. Yazar bize “Önce öldü, hastalandı sonra” derken ne demek istiyor olabilir?
Bu başlık altında ilk olarak bahsetmek istediğim Azize’nin temsil ettikleri. Azize, Zeno tarafından anlatılan, ancak en başlarda gerçekliği muallakta bir karakter. Yine de Azize’nin Vera’da uyandırdığı his çok açık: Yeniden yazma isteği. Bu noktada Azize’nin önceleri bir his ya da bir kavram olarak bizimle dolaştığını söyleyebilirim. Ete kemiğe bürünüp bürünmeyeceğini kitabın sonuna bırakmış Bissoli. Vera’nın yeniden yazmaya başlayıp başlayamayacağı da yine Azize’yle ilintili. Bu yüzden tüm saydamlığının yanında Çarpılma için önemli bir karakter Azize. Yukarıda bahsettiğim ölüm ve hastalık imgelerini ve öldükten sonra yaralı olarak varolmanın halini de tam olarak şuradan yakalıyor:
“Meryem Ana ona görünüp ölüm tarih ve saatini vermiş, insanlar da bu yüzden kasabaya akın etmiş. O akşam azizenin evinin önünde on beş bin insan toplanmış. Ve kadın ölmemiş.”

Bu kavramları işaret eden bir diğer şey Vera ve annesi arasındaki mesafeli ilişki. İkilinin hiçbir zaman yakınlık kuramadığı, doğru düzgün konuşmadıkları aşikâr. Ve hatta Vera’nın annesi rolünü kızkardeşi Nora’nın üstlenmiş olması bu noktada önemli bir detay. İkili arasındaki gerçek ölüm ve hastalık kavramlarının dışındaki –olanlar olduktan sonraki– çırpınma hali Bissoli tarafından şu sözlerle veriliyor bize: “Bir keresinde anneme Bolonya’dan şikâyetlerle dolu bir mektup göndermiştim; sonra mektubun ona ulaşmasına engel olmak için en hızlı trene binip eve ondan önce varmıştım.”
Bu başlık altında değinmek istediğim bir diğer detay, Zeno henüz yaşarken evinin solucanlar tarafından istila edilmesi, yaşayan bir evin, ölü bir beden gibi yenmeye başlanması. Yani başka bir ifadeyle bir tür araf hali.
Bu bölümde son olarak ölü tavşan Leone’un içinde bulunduğu yolculuk halinden bahsetmek istiyorum. Leone’un ölü bedeninin önce açıkta kalması, sonra sıcaktan nasibini alması ve daha sonra saatler sürecek bir yolculuğa çıkması beni yine aynı cümleye götürdü: “Önce öldü, hastalandı sonra.”
Gölgeler ve gerçekler
Çarpılma’da Vera’nın ailesindekiler toplumsal rolleri tam olarak üstlerine giymiyor. Babası Vera için bir oyun arkadaşı. Zaman zaman eşdüzeydeki davranışlarıyla da kardeş imgesinde. Nora ise az evvel de söylediğim gibi anne rolünde. Anne Anite ise mesafeli ve dominant haliyle bir nevi baba.
Alice ve dedesi Zeno’nun ilişkisine baktığımızda ise Vera ve babası arasındaki sınırları aştıklarını ve daha iyi arkadaş olmayı başardıklarını görüyoruz. Yani oyun arkadaşı, oyun arkadaşı olduğunu kabul ediyor. Toplumun öngördüğü gibi davranmayı tamamen bırakıyor.
Bir diğer açıdan her birinin gölgesi bir diğerinin üzerine düşerek ailedeki rollerini de aksatıyor. Ancak kitabın başından sonuna gölgesinin rahatsız edici varlığını hissettiğimiz ölü anne Anite, bir nevi bizimle olmaya ve Vera’nın hikâyesindeki önemli rolünü hatırlatmaya devam ediyor. Bunun en büyük sebebi de elbette Anite’yi anılardan çıkarıp adeta yaşar hale getiren Zeno.
Susanna Bissoli’nin Çarpılma’sı zaman zaman karanlıkların oyulduğu, tekinsizliğin sezdirildiği, ancak sıradanlığın hiçbir zaman aksamadığı bir gerçeklik sunuyor bize. Öyle ki, çekirdeğin etrafında genişleyen hikâyelerle, hastalıkla başladığımız kitabı hastalığı neredeyse unutarak bitiriyoruz.
Yazarın anlattıkları ne kadar gerçek, ne kadar kurmaca, bilemeyiz. Ancak yazarın hayatıyla ilgili çok fazla bilgi sahibi olmasak da, Susanna Bissoli’nin ana karakter gibi bir zamanlar Bolonya’da yaşamış olması, son kitabını uzun bir aradan sonra çıkarması veyahut kitabı babasına ithaf etmesi, okuduğumuzun bir oto-kurmaca olabilme ihtimalini düşündürdü bana. Yine de düşündüğüm bu şeyi tam olarak anlamlandıramam, çünkü Zeno’nun Çarpılma’da dediği gibi: “Hikâyenin tamamını duymazsan bir anlamı olmaz.”
Önceki Yazı

Hafif bir baş dönmesi benim hikâyem
“Asuman Susam’ın ikinci dönemi diyebileceğimiz Dil Mağarası ile başlayan, sonrasında Kemik İnadı ve Plasenta ile devam eden dil kazısı, Kalbi Hızlandıran Şeyler ile devam ediyor.”
Sonraki Yazı

Margit Schreiner ile söyleşi:
“Kendini tanımak, yazmanın gereğidir.”
“Hayatım ve ben aynı değiliz. Anlatılan hayatım hafızayla karakterize edilir. Ve bu nedenle ‘gerçeklikte’ olduğundan da farklıdır. Gelişimimin aşamasına bağlı olarak her zaman şeyleri farklı şekilde hatırlarım.”