Oğuz Demiralp ile söyleşi:
“Kuramın fetiş haline getirilmesine karşıyım.”
“Bir metnin güzelliğini anlamak için çok fazla kurama gerek yok. Edebiyatı sevmek, içinde onu hissetmek gerekiyor. Elbette kuramları, belli yaklaşımları öğreniyorsunuz, içselleştiriyorsunuz. Kendi yazılarınızda da bunun yansımaları görülüyor. Fakat fazla kuramsallığın edebiyatı öldürdüğünü söylemek mümkün.”
Oğuz Demiralp
Biraz mesleki yaşantınızdan başlamak istiyorum. Emekli bir büyükelçisiniz. Dışişlerinde yıllarca görev yaptınız. Fakat bunun yanında bir de eleştirmen kimliğiniz var. Bu iki kutbu nasıl birleştirdiniz? Bir yandan bürokratik çalışmaların yoğunluğu, bir yandan da yazı yoğunluğu, çünkü çeşitli konularda yazdıklarınız var. Nasıl edebiyata, eleştirmenliğe yöneldiniz? İlk gençliğinizde mi başladınız? Yoksa sonradan mı böyle bir tutku doğdu?
Ben aşağı yukarı 1974’ten beri yazıyorum. Diplomatlığa ise 1978’in sonunda başladım. Dolayısıyla bir edebiyat meraklısının diplomat olmasından söz etmek lazım, bir diplomatın edebiyatçı olmasından değil. Tabii diplomasi ile edebiyatı bir araya getiren ilk insan ben değilim. Ülkemizde nedense garip karşılanıyor ama Türkiye’de de, yurtdışında da birçok diplomat yazar var. Yazarların hepsi edebiyat alanından gelmiyor, başka meslekleri olan birçok yazar var. Dolayısıyla ben de başka işlerin yanı sıra yazarlık yapanlardan birisiyim. Profesyonel bir yazar değilim belki, ama ihtiyaç duyuyorsunuz, yazıyorsunuz. Gayet basit bir cevabı var. İhtiyaç duymazsanız, yazmazsınız. Gereksinim.
Yazarlığa başlarken yahut başlamadan önce bir okuma stratejiniz var mıydı?
Okumayı ben beş yaşından beri severim. Dolayısıyla bir stratejim olmadı. Ne bulursam onu okudum, açıkçası. Zaman içinde, tabii, bazı yazarları beğendim, bazılarını beğenmedim. Bir zamanlar bir Yazı dergisi vardı. O dergiyi çıkaranlardan biriydim. Derginin ilk sayısında çok iyi yazarlar vardı, fakat eleştiri yazısı yoktu. Benden yazmamı istediler. Ben de Ece Ayhan üzerine yazdım. O dönem Ece Ayhan epey çetin cevizdi. Böyle başlamış oldum “eleştirel deneme” yazmaya. Ondan sonra, okurken yazma gereksinimi duyuyorum bazen. Okuduğum üzerine ya da üzerinden yazıyorum. Yaptığım işe de okuyazmak diyorum. Okuryazarlık yapıyorum yani. Temel olarak yaptığım iş bu oldu.
Yazıdaki üslubunuz, argümana girme yönteminiz, yazıda yapı konusunda etkilendiğiniz eleştirmenler kimler?
Türkiye’de çok kuvvetli bir eleştiri geleneği yok. Fakat Nurullah Ataç’ın yazıları, eleştirmenler olarak Tanpınar’ın, Memet Fuat’ın yazıları diyebilirim. Tahsin Yücel’i unutmayalım. Yabancılardan ise beni en çok etkileyen Maurice Blanchot oldu. Gençliğimde Roland Barthes’ı da iyi okumuştum, fakat Blanchot beni daha çok etkiledi. Yine George Steiner’in ismini anabilirim. Geldiğim aşamada, eleştiri anlayışı açısından kendimi Cenevre Okulu’nun hısmı gibi görüyorum.
Tanpınar üzerine de yoğun çalıştınız. İki kitabınız var onun edebiyatıyla ilgili. Tanpınar hakkında da konuşmak istiyorum bu yüzden. Tanpınar yazınında sizi etkileyen ne oldu?
Evet, Tanpınar hakkında üçüncü bir kitap tasarlıyorum. O da Tanpınar’a Biraz Huzur Verelim gibi denemelerden oluşacak. Bugünlerde Aydaki Kadın üzerinde çalışıyorum. Tanpınar, tabii, 20. yüzyıldaki en kapsamlı edebiyat insanımız diyebiliriz. Çok kültürlü bir aydın, o kültürünün enginliği, gözlem ve çözümlemelerinin derinliği, üslubu, fikirleri... Türkçesi demeyeceğim, bana Türkçede örnek olan Ataç’tır ama Tanpınar’ın kendi dil anlayışında çok usta olduğunu görüyorum. Dünyaya, geçmişe bakışı, özellikle Huzur’u beni çok etkiledi. Her alanda yapıt üretmiş birisi. Roman, öykü, deneme, eleştiri ve şiir alanında çok önemli bir isim. Türk edebiyatında uzmanlaşmaya çalışanların Tanpınar’ı derinlemesine, enlemesine ve boylamasına okumasını öneririm. Onu okumadan Türkçe edebiyatta adım atmanın güç olduğunu da düşünüyorum.
Bugün okuduğunuz, sevdiğiniz çağdaş yazarlar var mı? Kimleri beğeniyorsunuz?
İsim sayarsanız birtakım insanları unutup dışarıda bırakıyorsunuz, o da kırgınlık yaratabiliyor. Elbette beğendiğim yazarlar var. Şöyle bir genelleme yapabilirim. Türk edebiyatının en önemli kısmı şiirdir. Çok güçlü şairlerimiz oldu. Türkçe, İngilizce ya da Fransızca gibi bir küresel düzeyde bilinen dil olsaydı bu şairler dünyada çok daha tanınırdı. Bugün de şiirde yaşı kemale ermiş çok iyi isimler var, ama genel olarak bir gerileme görüyorum. Öyküde de iyi örnekler çok, fakat onda da bir gerileme sürüyor. Romanda ise hiçbir zaman çok kuvvetli olamadık. Çok iyi romancılarımız oldu elbette, örneğin Bilge Karasu romanda ve öyküde eşsiz bir isim benim için. Denemede çok iyiydik, fakat son yıllarda deneme kalmadı, yerini köşe yazılarına bıraktı. Eleştiride gelişme var. Akademide edebiyat çalışmalarının çoğalması eleştirideki gelişmeyi sağlayan etmenlerden birisi. Eleştiride bizde olan eksiklik yorum eksikliği. Yorum yapmakta güçlük çekiyoruz. Ayrıca daha analitik, çözümleyici olmamız gerekiyor. Fakat eskisine oranla bir gelişme görüyorum. Bu alanda genellikle unutulan bir şey var. Eleştiri metni de bir yazın metnidir. Güzel Türkçe ile güzel yazılması gerekir. Güzel yazılan eleştiri metinleri pek az oluyor. Yani eleştiri yazın dışı bir şey olarak görülüyor sanki. Yarına bir eleştiri metnini taşıyacak olan şey dilinin güzelliğidir. Günümüzde eleştiri alanında çalışanların, sanıyorum, dikkatinden bu kaçıyor. 1980’lerden beri de genel olarak Türkçede bir bozulma var. Bu bozulmanın örneklerini eleştiri çalışmalarında da görebiliyoruz. Yusuf Atılgan’ın bir sözü aklıma geldi. Atılgan “Ben okuduğum kitabın Türkçesine bakarım, beğenmezsem üç sayfa sonra bırakırım” derdi.
Akademik üslubu kırma çabası da etkili mi sizce “güzel Türkçe” diye tanımladığınız kavramda?
Yok, herkesin kendi üslubu vardır. Kuru üslup da, canlı üslup da olabilir. Önemli olan konuşur gibi rahat yazmaya çalışmak, akıcı olmak. Bütün mesele bu. Kendini zorlayarak yazarsan olmaz. Bu söylediğim romanlar için de geçerli, eleştiri metinleri için de, deneme için de geçerli. Bir metnin okunabilmesi için su gibi akması gerek. Bu dil ve anlatım anlayışıyla ilgili bir şey. Bir de metinler ne kadar uzun olursa olsun bir bütündür. Tek bir cümle gibi kurmak gerekiyor metinleri. İyi bir metni okuduğunuzda bir konuşma rahatlığı içerisinde yazıldığını düşünürsünüz. Yalınlık, sadelik her alanda, özellikle edebiyat kılgısında en zor ulaşılan aşamadır.
Sizin yazma pratiğiniz nasıl peki, bir disiplininiz var mı? Bununla ilgili alışkanlıklarınız var mı?
Bir alışkanlığım yok, açıkçası. Ben kolay yazarım, öyle bir güçlüğüm yok. Fakat bir konunun ya da metnin beni yakalamasına bağlı, isteğime bağlı. Kendini edebiyat yargıcı gibi gören eleştirmenlerden değilim. “Madem o kadar iyi biliyorsun, sen roman, şiir yaz da görelim” derler adama. Aslında eleştirmenlik taslamak da istemem. Yani ben bir okurum, bazen yazıyorum. Anlayışım bir okuma defteri anlayışı aslında. Yazdığım zaman bir kitap üzerine ya da bir kitap üzerinden yazıyorum. Onları okuma defteri gibi biriktiriyor, olanak bulunursa kitap kitap biraraya getiriyorum. Eleştiri kuramlarına da çok takılmam.
Öyle mi? Kuram odaklı düşünmüyor musunuz?
Gençken meraklıydım kuramlara, insan gençken o tür şeylere daha meraklı oluyor. Aslında hepsi boş. Bir metnin güzelliğini anlamak için çok fazla kurama gerek yok. Edebiyatı sevmek, içinde hissetmek gerekiyor. Estetik duyunuzun gelişmiş olması gerekiyor. Elbette kuramları, belli yaklaşımları öğreniyorsunuz, içselleştiriyorsunuz. Kendi yazılarınızda da bunun yansımaları görülüyor. Fakat fazla kuramsallığın edebiyatı öldürdüğünü söylemek mümkün. Birçok kimse kuramlarla uğraşıyor, kuramlardan kuram çıkarıyor, yazın metinleri unutuluyor ve kuramlar tartışılıyor. Kuramın doğruluğunu kanıtlama çabası, okuma zevkinin ve okuduğundan ne anladığını anlatma çabasının önüne geçiyor. Ben ondan kaçınıyorum. Kurama karşı değilim ama fetiş haline getirilmesine karşıyım. Her şeyin fazlası zarardır.
Önceki Yazı
Bir hafıza mekânı incelemesi:
Türkiye’de edebiyat matineleri
Bir dönemin önemli edebiyatçılarını bir araya getiren edebiyat matinelerini hafıza mekânı kuramıyla inceleyen Erol Gökşen’le edebiyat tarihimizi, bu tarz çalışmaların önemini ve edebiyat matinelerinin kamusal işlevini konuştuk.
Sonraki Yazı
Kalbin Görünmez Öfkeleri'nden:
“Goleen’in güzel insanları”
John Boyne'un Kalbin Görünmez Öfkeleri adlı romanı, 20. yüzyılın ikinci yarısında İrlanda’da gayrimeşru bir ilişkinin sonucu olarak dünyaya gelen Cyril Avery’nin küçük bir çocuktan yaşlı bir erkeğe dönüşmesinin hikâyesi... DeliDolu tarafından önümüzdeki günlerde yayımlanacak olan romanın ilk bölümünü Tadımlık olarak sunuyoruz.