Nona Fernández’in Bilinmeyen Boyut’u üzerine:
Hakikatin yitmemesi için
“Bilinmeyen Boyut, tarihsel bir romanın son derece somut bir olaylar bütününden hareket ederken, insanlığa karşı işlenmiş suçların ve izlerinin, toplum bilincinde, kuşaklar arasında nasıl aktarıldığını anlatan, hayatın hem en büyük hem en küçük ölçeklerinde ne kadar kırılganlaşabildiğini, tereddüde, şüpheye açıklığını ve çözülmeyen çelişkilerin nasıl hep sorular sordurduğunu gösteren güçlü bir yapıt.”

Solda: Santiago'da, 1973-75 arasında gözaltı ve işkence merkezi olarak kullanılmış bir merkezde işkenceyle öldürülenlerin fotoğrafları. (Hafıza Merkezi arşivinden.) Sağda: 1995’ten beri Galatasaray Meydanı’nda toplanan Cumartesi Anneleri, kayıplarının fotoğrafları ile, 2018.
15 Şubat’ta yazdığı yazıyla bu kitabı okumama vesile olan
Aslı Güneş’e teşekkürle
Tarihsel bir olguyu konu edinen romanların sık düştüğü bir hata var: Romancı olayların sebep-sonuç ilişkilerini çözmüştür, romanı da okuyucuya kafasındaki şablonu aktarmak için ‘hazırlamış’tır. Beklentisi, romanı okuyan okuyucunun romanı okurken romancının sunduğu sebep-sonuç ilişkisini giderek daha da benimsemesi, roman bittiğinde ise artık bu şemayı başkasına aktarabilecek bir övücü-yayıcı haline gelmesidir.
Özellikle resmî eğitim sisteminde aktarılan resmî tarih anlatısının dar, eksik, büyük oranda da yanlış olduğu ülkelerde, ‘gizlenen gerçekleri ortaya serme’ gibi biraz muhalif, biraz kahramanca bir atmosferde sunulur bu eserler. Ayrıca kurgu olmanın da avantajlarından faydalanırlar, kendilerini somut olgulara ciddi ve eksiksiz bir bağlılık göstermek zorunda hissetmezler, işin tarihsel bütünlük ve tutarlılık tarafında ihmal ettiklerini, başta oturttukları formülden hareketle ellerindeki köpük dolgu malzemesiyle tamamlarlar. Bu yaklaşımın ilk feda ettiği, daha geniş anlamıyla hayatın nabzıdır; karakterleri iki boyutludur, kendilerine biçilen konumun dışına taşamaz, dolayısıyla ‘konuşmaz’lar. Peki bu romancıların okurlarından beklentileri karşılık bulur mu? Bazen, herhalde. Ama hem tarihsel gerçekliği merak edenler hem de nitelikli edebiyat peşindekiler maalesef bu eserlerden kısa sürede sıkılır, hatta hemen fark ettikleri çatlaklardan sızan havaya, şişmiş yerlerin ayaklarına dolanmasına, romana inanmaya devam etmek için sindirmek zorunda kaldıkları tam pişmemiş hamurlara kızarlar. Neticede sunulan kaba sebep-sonuç işleyişi, resmî tarihle aynı sonuca varmasa da, resmî tarihle çok benzer bir mekanik yapı sergiler; daha fenası, kötülüğü, kötülüğün bulaşıcılığını, kötülüğün çok katmanlı yapısını anlatmakta yetersiz kalır. Bu tür romanlarla sık karşılaşan daha yeni okur ise ‘tarihsel roman’ın türü itibariyle bu sıkıcılığa mahkûm olduğunu, tüm tarihsel romanların zaten böyle olduğunu bile düşünebilir.

Oysa hiç de öyle değil, ve Nona Fernández’in, Roza Hakmen’in çevirisiyle yayımlanan Bilinmeyen Boyut’u tarihsel bir romanın son derece somut bir olaylar bütününden hareket ederken, insanlığa karşı işlenmiş suçların ve izlerinin, toplum bilincinde, bir kuşağın yerini bir sonrakine bıraktığı sırada nasıl aktarıldığını anlatan, hayatın hem en büyük hem en küçük ölçeklerinde ne kadar kırılganlaşabildiğini, tereddüde, şüpheye açıklığını ve çözülmeyen çelişkilerin nasıl hep sorular sordurduğunu gösteren güçlü bir yapıt.

31 Mart 1985 tarihli Nokta dergisinin kapağında “işkence”.
Bir defasında, çok da eskiden değil ama İstiklal Caddesi’nde çeşitli müzik gruplarının çalabildiği zamanlarda, Tünel’de, İsveç Konsolosluğu’nun önünde Kürtçe şarkıları kıskandırıcı ustalık ve neşeyle çalıp söyleyebilen gruplardan birini izliyordum. Müziğin güzelliği bir yanda, aklımdan geçen “Bu kadar gençler, bu ustalığa ne zaman eriştiler, hepsi birbirinden güzel söylüyor, birbirlerinden mi öğreniyorlar, bu nağmeler neden diğer gruplarda yok, biraz örnek mi alsalar” gibi avare düşünceler bir yanda. Hava da sıcaktı, yerli yabancı epey bir kalabalık toplanmıştı. Asla unutmayacağım o an işte onları izlerken gerçekleşti. Resim, özellikle de portre yaptığım için, modern teknolojinin yüz tanıma adı altında dijitalleştirdiği ama aslında insan zihninden mülhem özelliğin bende epey gelişkin olduğunu düşünürüm. Her zaman iyi bir şey de değil bu, çünkü insana tanımadığını da tanıdım dedirtir, binlerce kişinin ortasında. Ama bu an, bu ihtimallerin hep farkında da olsam, yine de ürperticiydi. Basında tek fotoğrafı yer alan, 1990’ların faili meçhul cinayetlerinin yöneticilerinden birine tıpatıp benzeyen biri vardı kalabalığın içinde, oluşan büyük dairenin karşı tarafında, en önde. Aramızda, İstiklal Caddesi’nin ortasında. Kıyafetleri, duruşu, en rahatsız edicisi yüz ifadesi, parçaların sözlerini anladığı belli olan bakışları, her şey uyuyordu. Sonra daha kötüsü oldu. Dudakları parçaya mırıldanarak eşlik etmeye başladı. Fazla benzettiğimi düşünmek, mümkün olmadığına kendimi ikna etmek istiyordum, ama gözlerim görüyordu ve benzerlik kuvvetliydi. Bu kadar büyük suçların, uzun süredir görülmeyen, belki de artık hayatta olmadığı düşünülen faili, burada, gündelik hayatın ortasında, öylece gezebiliyor olabilir miydi? Artık hava kararmaya başlamışken grup da programını bitirdi, iyice büyüyen kalabalığı gülümsemelerle selamladı, herkes birbirine karıştı, hayalet görünmez oldu.
Bilinmeyen Boyut 1984’te, Şili derin devletinin suçlarından, gözaltında kayıplardan, suikastlerden, işkenceden, yerleşik bir hukuksuzluktan, kendini yasaların üstünde görenlerden ve bütün bunlara karşı zor koşullarda sesini yükseltmeye çalışanlardan başlıyor – Türkiye’de geçmişte ve bugün hâlâ fazlasıyla aşina olduğumuz koşullar. Kısacık bir kesit vermek gerekirse, şu satırları yazdığım saatlerde, Van halkının yerel seçimlerde sergilediği iradenin gasp edilerek büyükşehir belediye başkanlığı mazbatasının seçimin galibine, DEM Parti adayı Abdullah Zeydan’a verilmemesinin ardından şehir gaz altında, gözaltıların sayısı bilinmiyor, ulaşan görüntülerde çocuklara sokak ortasında kolluk tarafından işkence yapıldığını görüyoruz, aklımıza hemen Ali İsmail Korkmaz geliyor. İstanbul’da ise Van’daki hukuksuzluğa karşı sesini yükselten avukatlar birkaç saat önce Çağlayan Adliyesi’nde polis tarafından engellendi, İnsan Hakları Derneği Eş Başkanı Eren Keskin’in de aralarında bulunduğu çok sayıda avukat hâlâ gözaltında.

Bilinmeyen Boyut
çev. Roza Hakmen
İthaki Yayınları
Aralık 2023
208 s.
Kitabın en başında, 27 Ağustos 1984 günü, Cauce dergisinin kapısından giriyor ve görüşmek üzere geldiği gazeteciye “Size yaptıklarımdan söz etmek istiyorum. İnsanların kaybedilmesi hakkında konuşmak istiyorum” diyor Silahlı Kuvvetler mensubu bir fail. Türkiye tarihinin Şili’ninkiyle örtüştüğü anlardan biri: Hemen aklıma çocukluğumda zihnime kazınan 25 Ekim 1986 tarihli, dönemin çok satan yayınlarından ve bizim eve düzenli olarak giren Nokta dergisinin kapağı geliyor: “Bir İşkenceci Polisin İtirafları.” Kapakta, gözlerinin üzerinde kimliğini kesinlikle saklamayacağını benim bile bildiğim incecik bir bantla işkencecinin fotoğrafı. İşkence sık sık kapak konusuydu, 31 Mart 1985 tarihli Nokta dergisi yine kapaktan sesleniyor: “İnsanlık Suçu İşkence” ve ekliyor, “Birleşmiş Milletler işkenceyi yasaklayan kararı oybirliğiyle imzaya açtı”.
Konudan, hikâyeden, romandan kolay mı uzaklaşıyorum: Evet, Bilinmeyen Boyut’un anlattığı şiddet atmosferiyle bizimki arasında kuvvetli benzerlikler var, ve bu benzerlikler romanın her adımında dikkatimizi mekânda ve zamanda hatırladıklarımıza, yaşadıklarımıza sürüklüyor. Yıllar sonra anlatıcı yazarımız işte o faile tekrar ulaşmaya çalışır, ancak şüphe, tereddüt, tedirginlik iç içedir:
“On üç yaşımda sizi Cauce dergisinin kapağında gördüğümden beri bilincinde olmadan peşinize düştüm. Çocukken çevremde olup bitenlerin tamamını anlamıyordum, hâlâ da anlamış değilim; tahminimce anlamaya çalışırken sizin sözleriniz beni büyüledi, muammayı bu sözler sayesinde çözebileceğimi düşündüm. (...) Şimdi size yazarken karşınızda muğlak bir konumda bulunmamak için bir kez daha güdülerime açıklık kazandırmaya çalışıyorum, ama size dürüstçe söyleyebileceğim yegâne şey şu: Bulabildiğim tek cevap yeni sorular oluyor.
Size ilişkin bir kitap yazmanın anlamı ne? Kırk küsur yıl önce başlamış bir tarihi diriltmenin anlamı ne? Çengeller, elektrikli ızgaralar ve sıçanlardan bir kez daha söz etmenin anlamı ne? İnsanların kaybedilmesinden bir kez daha söz etmenin anlamı ne? Bütün bunlara katkıda bulunmuş ve bir noktada artık devam edemeyeceğine karar vermiş bir adamdan söz etmenin anlamı ne? Artık devam edemeyeceğine nasıl karar verilir? Bu kararın verilebilmesini sağlayan sınır nedir? Bir sınır var mıdır? Hepimizin sınırı aynı mıdır? Ben de sizin gibi on sekiz yaşındayken mecburi askerlik hizmetine başlasaydım, üstüm beni bir siyasi tutuklu grubunun başına gardiyan olarak koysaydı ne yapardım? Görevimi yapar mıydım? Kaçar mıydım? Bunun sonun başlangıcı olacağını anlar mıydım? Eşim ne yapardı? Babam ne yapardı? Aynı durumda oğlum ne yapardı? Birinin o konumda bulunması gerekli mi? Zihnime musallat olan görüntüler kime ait? Bu haykırışlar kime ait? Sizin gazeteciye sunduğunuz tanıklığınızda mı okudum, yoksa kendim mi duydum onları? Size ait bir sahnenin parçası mı o sesler, yoksa bana ait bir sahnenin parçası mı? Kolektif rüyaları ayıran ince bir sınır var mıdır? Sizin ve benim sıçanlarla dolu karanlık bir odayı rüyamızda gördüğümüz bir yer var mıdır? Bu görüntüler sizin de uykusuz saatlerinize sızıp uyumanızı engelliyor mu? Bu rüyadan hiç kurtulabilecek miyiz? Oradan çıkıp dünyaya kötü haberi verebilecek miyiz, neler yapabildiğimizi söyleyebilecek miyiz?”

Nona Fernández
Bir soru daha: Kötülüğü sorgulayan insan bir yerden sonra o kötülüğü kendinde de görmeye, kendinde de fark etmeye mi başlar? Bilinmeyen Boyut’un ve dünyasının, Şili’de olup bitenin bizden temel farkı ise şu: Şili’de devlet bir adım atar gibi yapmış, geçmişiyle yüzleşir gibi yapmış, yeni bir sayfa açar gibi yapmış, insan haklarından, uzlaşmadan, temiz bir dönemden bahsetmektedir. Ancak bu yeni dönemin tüm yaptığı geçmişin üstüne bir örtü daha çekmek, yeni bir resmî tarih, resmî anlatı kurmaktan öte değildir. Aslı Güneş’in yazdığı gibi, “Devlet toplumun hafızasına el koymuştur.” Kayıpların, gidenlerin, yaşam hakkı çalınanların anılmasına müsaade vardır, ancak faillerin, hele ki faillerin bağlarının, bu bağların şimdiki zamanda devam edişinin konu edilmesi mümkün değildir. İnsanlığa karşı suçların sistematik, bilinçli, düzenli, nasıl işlendiğine, emir-komuta zincirine, delil karartmaya, kötülüğün tüm evrenine dair bilgi buraya giremez. Ancak işte tam da burada plan yolunda gitmez, bir İnsan Hakları Müzesi’nin, resmî konukların katıldığı açılışını basan iki kayıp yakını hakikat adına yırtar sessizliği.
Türkiye’de kayıplar için açılmış bir müze, dikilmiş bir anıt, hazırlanmış bir hafıza mekânı yok. Yıl 2024, içinde yaşadığımız muazzam, aklın kapsayamayacağı derecede geniş bilgi yığını, seri veri akışı, devletin işlediği suçlara dair sorduğumuz sorulara cevap vermiyor. Dev yazılı ve görsel kütüphaneler, sonsuz sayıda yazı, fotoğraf, video, milisaniyeler içinde erişilebilen bitmek bilmez bilgi depoları, hakikatin yitmemesi için sorulan en temel soruya cevap veremiyor: Failler belli, kayıplar nerede?
Çünkü devlet işlediği suçları kabul etmedi, etmiyor. Hukuk sistemi gözaltında kaybetme suçunu işleyenleri cezasızlıkla korumaya devam ediyor. Kaybedilen sevdiklerinin akıbetini soran, tüm faillerin yargılanmasını talep eden kayıp yakınlarının, onlarla birlikte duran insan hakları savunucularının mücadelesini engellemek için elinden geleni ardına koymuyor.

Galatasaray Meydanı bu yüzden önemli: Türkiye’de gözaltında kaybedilenlerin yakınları ve insan hakları savunucuları bu cumartesi 993. haftasında toplanacak. Cumartesi Anneleri 29 yıldır, 1000. haftasına yaklaşan, kuşaktan kuşağa aktarılan bir mücadeleyle, toplumun hafızasında yer eden bir hafıza mekânı, yaşayan bir anıt, ehlileşmiş herhangi bir hafıza ‘proje’sinin asla erişemeyeceği bir güç taşıyan, hakikat talep eden bir zemin yarattılar. Cumartesi Anneleri’nin 700. haftasına yönelik polis şiddetinin ardından, Galatasaray Meydanı neredeyse 300 haftadır hâlâ kapalı, hâlâ bariyerlerle çevrili. Cumartesi Anneleri’nin her cumartesi saat 12’de yaptıkları eyleme sadece 10 kişinin katılmasına izin veriliyor. Şehrin en işlek caddesinin ortasında şekillenen bu meydana yığılan yoğun polis mevcudiyeti gelip geçenlerin hem eyleme katılarak dayanışmayı büyütmesini engelliyor hem de merak etmesini, zihninde sorular belirmesini, o fotoğraflara bakıp birer yaşam hikayesi kurmasını. Bu yüzden o fotoğrafları taşımak, o hikâyeleri dinlemek, anlatmak, şehrimizin orta yerinde, birlikte yaşamamıza yönelik en ağır suçların hesabını sormak boynumuzun borcu.
Önceki Yazı

Haftanın vitrini – 15
Yeni çıkan, yeni baskısı yapılan, yayınevlerince bize gönderilen, dikkatimizi çeken; okumak ve üzerine yazmak için ayırdığımız bazı kitaplar: Amida’nın Ruhu / Çığlık / Dil ve Kültür / Dirlik Düzenlik Apartmanı / Homo Imperfectus / Hukuk ve Marksizm Rehberi / Kazkafanın Kitabı / Otelde Bulunmuş Kitap / Pek Kronolojik Olmayan Hayatımız / Yunan Vampir Şarka Gidiyor
Sonraki Yazı

Yeni yoksullar
“Yoksul Evler’de cılız bir umut olan çocuklardan hiç değilse birinin okuyup adam olması düşü aslında gerçekleşmiştir işte! Godot tüm görkemiyle geldi de diyebiliriz. Bütün bu genç insanların cep telefonları da, üniversite diplomaları da var. Ama büyükanne ve babalarının da, kendi anne babalarının da bunlar üstünden bekledikleri, umdukları kurtuluş yok olup gitti.”