Nietzsche için Schopenhauer (II):
"İnsani Bir Örnek"
“Trajik şekilde vefat eden iki baba, ölümle erken yaşlarda tanışma, babadan miras kalan manevi değerler, çalışkanlık ve hayatında müziğe yer açma, Schopenhauer’le Nietzsche’nin hayatlarının benzer yanları.”

Friedrich Wilhelm Nietzsche, 25 yaşında, 1869. Leipzig. / Arthur Schopenhauer'in portresi. Ludwig Sigismund Ruhl, 1815.
Kitabın ardındakini görmek
“Böyle insani bir örnek olarak yetişmiş olması ise tek kelimeyle bir mucizedir.” (Friedrich Nietzsche)
Nietzsche, Schopenhauer’le bir araya gelememiş olmayı büyük bir eksiklik saymıştı. Yine de onu görmeyi denemiş, o canlı insanı gözünde canlandırmaya çalışmıştı; zira kendisi yalnızca kitap üstünde bir varlıktı.
Schopenhauer’in nasıl biri olduğunu anlamaya çalışır ve onu belirleyen ilk özelliği bulur: yalnızlık. Aslında o tam bir münzevidir. İkinci özelliğiyse dehasının farkında olması: Deha sahibi filozof tek başınadır. Nietzsche dehanın ağır yükünü yalnız başına taşıdığını görür.
Schopenhauer bu yük altında ezilmez, parçalanmaz, dağılmaz; bütünlüğünü, dayanıklılığını korur. Nietzsche’yi şaşırtan da budur. Özde bulunan gücü ortaya çıkartmak çok zor bir iştir; her açıdan benzersiz bir çabayla, durmaksızın çalışmayı gerektirir. Sıradan insan böylesi bir çalışmayı kaldırabilecek yapıda değildir; kaldı ki sıradan insanın belirleyici özelliği tembelliktir.
Schopenhauer’in doğasında tuhaf ve son derece tehlikeli bir ikilik vardır. Kendilerindeki dehayı bu ölçüde ve kıyaslanamaz bir kesinlikle hissetmiş olan düşünürlerin sayısı çok azdır; Schopenhauer’in dehası ona en büyük müjdeyi –yani insanlığın toprağında en derin izi kendi pulluğunun açacağını– bildirmiştir.[1]
Schopenhauer’in pulluğu Nietzsche’nin toprağında derin izler açtı. Onu okumakla yetinmedi, yaşamı hakkında bilgi de edindi. Bir örnek oluşturdukları zaman yararlanabildiğini söylediği filozoflar arasına onu da büyük bir coşkuyla ekledi. Schopenhauer’in kendi dehasını kavrama, felsefesini çağdaşlarına karşı savunma, yalnızlığın sakıncalarını aşma, hatta yalnızlığa ihtiyaç duyma özelliklerine hayran kaldı. “En büyük insanın üstünde bile kendi ideali yükselir”[2] derken onun yaralarını da düşündü. Nietzsche, Schopenhauer’i “acı çeken ve acıyı paylaşan” biri olarak, “dehanın yanına yaklaştırmayan yüksekliğinde” değil, insan yanıyla da inceledi.
Acının anlamı, insanın hayvanı
“(…) bizler de, anlamsızca acı çekiyor görünen hayvanlarızdır.”
(Friedrich Nietzsche)
Acı çeken acı çekeni tanır. Tıpkı bilgenin bilgeyi tanıdığı gibi. İnsanın acıya bakışı genellikle kaçamak bir bakıştır. İnsanlar acıyı anlamaya değil, saklamaya meyillidir; bunun için her yolu denerler ve genellikle göz göze gelmek istemezler. Oysa acı “her yaşam için kaçınılmazdır, bütün yaşamda asli olandır”.[3] Acı çekmekle bilge olmak arasında paralellik vardır. Nietzsche acıya dair, Meister Eckhart’tan (1260-1328) şu alıntıyı yapar: “Sizi mükemmelliğe taşıyan en hızlı hayvan acı çekmektir.”[4]
İnsan neden acı çektiğini bilmek ister, cevap arar ve bu hali onu hayvandan ayırır. Nietzsche suçluların ruhlarının hayvan bedenlerine sokulması mitinin olabilecek en acı deneyimle, yani neden acı çektiğini bilmeden acı çekmekle cezalandırıldıkları düşüncesinin buradan türemiş olabileceğini düşünür.
Acıdan kaçmamak büyük insanların işidir. Şöyle der Nietzsche:
Büyük insan niye hararetle tam tersini yaşamı hissetmeyi, yani yaşamda acı çekmeyi istemektedir? Çünkü kendisi hakkında yanıltılmaya çalışıldığını ve onu kendi mağarasından çekip almak doğrultusunda bir tür anlaşmanın var olduğunu fark etmiştir.[5]
Nietzsche’ye göre acının nedenini anlayabilmekle merhamet etmek arasında da bağ vardır. Merhamet insani bir duygu olarak ancak bu şekilde var olabilir. “Tüm zamanlar boyunca derinlikli insanların,” der, “hayvanlara merhamet etmelerinin nedeni, yaşamdan acı çekiyor oluşları ve acının dikenini yeniden acının kendisine yöneltecek ve onun varlığını metafizik olarak anlayacak güce sahip olmayışlarıdır; anlamsızca acı çekildiğini görmek ta derinlerden öfkelendirir insanı.”[6] Buradan neden acı içinde olduğunu kavrayamayanlara merhametle yaklaşılması gerektiği sonucu da çıkarılabilir. Kaldı ki Nietzsche şefkate olan yatkınlığıyla bilinir.
Hayvanlara merhamet etmek ve Nietzsche’nin şefkate olan “olağanüstü yatkınlığı” düşünüldüğünde Torino atı akla gelir. Anlatılanlara göre Nietzsche, Torino’da bir meydanda arabacısı tarafından kırbaçlanan bir at görür. Kırbacın altında acıyan bedenin, yaralanan derinin karşısında dehşete düşer. Gözyaşları içinde atın boynuna sarılır, ardından kederle yere yıkılır. Bu olay yaşandığında Nietzsche yaklaşık kırk beş yaşındadır. Yukarıdaki satırlarıysa bundan neredeyse on beş yıl önce yazmıştır. Aradan geçen zamanın Nietzsche’nin duyarlığını artırdığı ortadadır. Bu noktada acı ve deha arasındaki ilişkiyi açıklayan Schopenhauer haklı olmalıdır; ona göre, “(…) acı insanın zihin gücü arttıkça artmaya devam eder ve dehaya sahip bir kişi en yoğun ıstırabı çeker (…)”.[7] Bir başkasının acısını kendi acın gibi duymaksa üstün bir mertebe kabul edilir.
Nietzsche’nin duyguları ve tepkileri iki yönde ilerler: ya derinleşir ya da yükselirler. Nietzsche, “derinlikli insan” ve “acı çeken deha” tanımlarına önce kendisi uyar. Bu durum Nietzsche’nin sinirlerden sindirime hassas bir bünye olduğunu hatırlattığı gibi kanıtlar da. Yaşamı boyunca duyarlı olmanın getirdiği türlü acılara ve zorluklara dayanmak için özel bir çaba harcamıştır. Yiyip içtiklerinden yaşayıp deneyimlediklerine, özel bir dikkat geliştirmiştir.[8]
Baba, oğul: Müzik ruhu
Nietzsche, Schopenhauer okumanın yarattığı heyecanı saygı ve nezaketle dengeler: “(…) kişi ille de bir dinleyici olduğunu düşünmek isterse, babasının yol gösterdiği oğul olarak düşünsün kendini”[9] der. Aile bağları duygusu, güçlü ve gerçek paylaşımın olduğu akademide, felsefede, sanatta da kurulur, ancak unutmamak gerekir ki, bu son derece nadir bir durumdur.[10]
Dahası Nietzsche bu usta eğiticinin öğrencisi, bu dürüst babanın oğlu olmak ister. Nietzsche’nin Schopenhauer için söyledikleri herhangi bir benzetme, sıradan bir saygı cümlesi olamayacak kadar anlamlıdır. Nietzsche babasını çocuk yaşta kaybetmiştir. Otuz beş yaşındaki babası bir beyin hastalığı sebebiyle öldüğünde Nietzsche beş yaşındadır.
Nietzsche’nin babası papazdı. Taşrada yaşıyorlardı (Röcken). Müzik kültürü olan bir insandı. Etrafında kitaplık, yazı masası, kalemi-kâğıdı kullanan bir babası vardı; onu çalışırken izlemekten hoşlanırdı. Kitaplara olan ilgisi babası sayesinde gelişmişti. Babasını sever, ona saygı duyardı.

Biyografilerinde yer verildiği üzere, ancak piyano çalındığında dikkat kesilip susan bir bebek olan Nietzsche, babası sayesinde piyano çalma becerisi geliştirmişti. İlerleyen yıllarda besteler de yaptı. Müzisyen yönü babasından geliyordu. Müzik hayatının olmazsa olmazıydı; beste yapıp piyano çalmadığında, iyi bir dinleyici olarak her zaman müziğe katılımı vardı. Müzik Nietzsche’nin yaşamı boyu önemli bir yer kapladı.
Nietzsche yetişkinliğinde böyle bir babaya sahip olmayı ayrıcalık olarak anacaktı. Ne var ki, erken yaşta ondan ayrılmak zorunda kalmıştı. Babası hastalığına bağlı olarak görme yetisini yitirmiş, en sonunda tam bir bilinçsizliğe geçip ölmüştü. Babasının ölüm döşeğinde acı içinde, süreç halinde tükenişine tanıklık etmesi üzüntüsünü derinleştirmiş, ölüme bakışını şekillendirmişti. Babasını kaybetmesinden bir yıl sonra, erkek kardeşinin henüz iki yaşında, sebebi belirsiz ani bir krizin ardından vefatı, ölümü yakından idraki, sarsıcı olmanın yanında içine yerleşecek bir keder bırakacaktı. Nietzsche geç saatlere kadar piyano çalan, ağırbaşlı, uslu ve üzgün bir çocuk olmuştu.
Babasına büyük bir değer veren Nietzsche, Schopenhauer’in babasıyla olan ilişkisini de ilgiyle inceledi. Schopenhauer’in babasının destekleyici ve geliştirici yönüne dikkat çekti:
Bu baba ne bir memurdu ne de bir bilgin: Delikanlıyla birlikte defalarca yabancı ülkelere yolculuklar yapmıştı – işte tüm bunlar kitapları değil, insanları tanıması gereken, bir hükümete değil hakikate saygı duyması gereken biri için son derece elverişli koşullardır.[11]
Schopenhauer’in babası tüccardı. Oğlunun da kendisi gibi ticaretle uğraşmasını isterdi. Onu çırak olarak eğitiyordu da. Görgü ve gözlemlerini geliştirmesi için maddi imkânlarını kullanıyordu. Eğitimle ve seyahatle hayata dair bilgi sahibi olmasını desteklemişti. Oğlunu iyi yetiştirmeye özen gösteriyordu.
Öte yandan Schopenhauer’in babası trajik bir ölümle hayata veda eden bir baba. Evlerinin yakınında, kanal sularında ölü bulunan babasının intihar edip etmediği tartışma yarattı. Belki de en çok bu belirsizlik ölümünü daha da karanlık hale getirdi. Tam anlaşılamayan bu durum, Schopenhauer’in babasının intihar etmiş olduğunu düşünmesi, bunu sezmesi (annesi de böyle olduğunu düşünüyor ama konuşmak istemiyordu) onu yasa boğdu. Bu olay Schopenhauer’in kederli doğasında derin bir iz bıraktı.[12]
Schopenhauer babasını kaybettiğinde on yedi yaşındaydı. Büyük bir üzüntü yaşamış, sarsılmıştı; yastaydı. Annesinin eşini kaybetmesinin ardından sergilediği tavırları son derece hoyrat buldu. Bu durum onu ailesinden soğuttu. Annesiyle ilişkisinin kötüye gideceği kırılma noktası burasıydı; yıllar geçtikçe araları iyice açılacaktı. Kalan mirasa, soyadına, babasının ardında bıraktığı boşluğa yaklaşımını Schopenhauer hiçbir zaman onaylamadı. Annesinin tavrı onda olumlu bir izlenim yaratmadı. Tüm bu yaşananlar Schopenhauer felsefesinde özel bir yer edinen kadınlar, ölüm, intihar konularının da temelini atmış olmalı.

Schopenhauer babasını yaşamı boyu minnet, şükran ve saygıyla andı. Ondan kalan miras sayesinde iş bulma ve para kazanma kaygısı olmadan okuyup yazmaya, felsefesi üzerinde çalışmaya adanabildi. Ayrıca Schopenhauer babasının izni ve desteğiyle erken yaşlarda flüt çalmaya başladı. Babası bu dikkatini diğer ilgi alanlarıyla dağıtmadan sürdürmesini öğütlemişti. Schopenhauer flüte olan ilgisini hiç kaybetmeden, yıllar içinde kabiliyetini geliştirdi. Rossini[13] hayranıydı, özellikle onun eserlerini çalardı. Müzik uzun yalnızlık saatlerine ve dinlenme süreçlerine eşlik etti. Flüt günlük rutinine eklenmişti. Yaşamı boyu flüt çalmayı sürdürdü. Böylece yaşamı yalnızca düşünerek değil, müzikle idrak etmeyi öğrenmişti. Müzik hakkında benzersiz yorumları (“dolaysız sanat”) belki de başka türlü yazamazdı. Bir enstrüman çalmanın tüm olumlu etkisi yazdıklarına yansıdı, düşüncelerinin gelişip zenginleşmesini sağladı. Müziğin gözden kaçırılması imkânsız önemi, felsefesindeki berraklığı, ifadelerindeki düzeni de sağlamış olmalı. Çünkü Schopenhauer’de derin anlamların açıklandığı cümleler seslerin müziği oluşturma sadeliğine benzer: Yalın ve anlaşılır, ahenk içinde ve tamamlanmışlardır.
Babalar ve oğullar hayatları etkileşim içinde geçen özel bir ilişki kurar. Babalar hayata, ölüme ve yaşama dair öğretici de olurlar. Her yaşamın ölümle sonuçlanıp “hiçliğe karışması”, onca çabanın ardından bu zorunlu son, kavranıp kabul edilmesi kolay olmayan bir durum olabilir. Ölüme ya da ölene verdiğimiz tepkilerde kendi ölümlülüğümüzü anlamanın yarattığı acı ortaya çıkabilir. Yas buna bağlı olarak derinleşebilir. “Yas tutan bütün insanlığın payına düşende kendi payını görmektedir ve ölen kişi ona ne kadar yakınsa ve hele kişinin babası ise bu görüş de daha yakından olur.”[14] Nietzsche de, Schopenhauer de insanın payına düşeni erkenden ve yakından görmüşlerdi; ellerinden bir şey gelmezdi, küçüklerdi, ikisi de babalarının durumuna yardım edemedi. İşte bu sebeple aynı sayfalarda Schopenhauer, “yaşlılık ve hastalık baba için yaşamı azaba çevirip kendini oğul için de babasına yardım etmenin mümkün olmayışı ile ağır bir yüke dönüştürmüş olsa bile, oğul yine de babanın ölümü için acı acı ağlayacaktır” der. Onlar da babalarının ardından hüzünle ağlamışlardı.
Trajik şekilde vefat eden iki baba, ölümle erken yaşlarda tanışma, babadan miras kalan manevi değerler, çalışkanlık ve hayatında müziğe yer açma, Schopenhauer’le Nietzsche’nin hayatlarının benzer yanları. Yakınlık kurmanın derinlerinde ortak acılar, ortak kaygılar, ortak sorular vardır belki de.
İki felsefeci oğul, Nietzsche ve Schopenhauer; birinin papaz, diğerinin ticaret adamı olması bekleniyordu. Kaldı ki Nietzsche, “babaların filozof oğullara sahip olmak isteyeceklerini”düşünmüyordu. Ancak çözülmesi gereken karmaşalar, anlaşılması gereken acılar, kısacası hayat üzerine söylenecek sözler vardı. Dünyanın anlamı, yaşamın ne olduğu soruları müzikle, kederle, düşünceyle harmanlanıyor, cevaplar kimseye yazılı verilmiyordu. Cevapları onlar kendileri yazdı; kitapları bugün onlara filozof dememizin karşılığı. İkisi de soruları olan okurlara cevap verebilen büyük kitapların, sağlam bağların yazarları.
İster kitap üzerinde ister hayatın içinde, –bir sokağın köşesinde ya da işaretli bir cümlede– kiminle karşılaşırsak karşılaşalım, yine kendi içimizdekileri yaşıyoruz. Diğerleriyle karşılaşıyor, kendimizle buluşuyoruz.
Ana, oğul: Zamanının üvey evladı
“Hakikatlilikteki kahramanlık, bir gün zamanın oyuncağı olmaya son vermekten ileri gelir.” (Friedrich Nietzsche)
Zamanın has evlatları günün getirdiği kadarını alır. Günlük var olma kaygısı ötesinde tasarıları, var oluş soruları yoktur. Benzerler anlaşılır, benzersizlik dışlanır. Birbirine benzeme yarışı içinde uçucu bir çaba harcanır. Zamana bağlı olan sürelidir; bu süre insan için de iz bırakmaksızın çabucak dolar. Sıradanlık geçiciliğin, sıradışılık kalıcılığın özelliğidir. Kişinin kendisi olabilmesi, benzersizliğini ortaya koyabilmesi için özgürlük ve özgünlük gerekir. Nietzsche’ye göre insan bunun için tüm zorluklara göğüs gerip var gücüyle savaşmalıdır. Özgürlük kısıtlanmamalı, özgünlük bastırılmamalıdır. Ancak toplum bunu yadsıyacaktır; çağlar boyu görülen örneklerde olduğu gibi filozoflar görmezden gelinmeye, kayıtsız kalınmaya açık yaratılıştadır; onlar –her şeyden önce– toplumdan ve zamanından farklı olanlardır.

Ancak toplum bu zorlu ödevi reddetme yatkınlığı içinde kaçmaya çalışıyor. Bir ceza verir gibi benzersizliği görmezden geliyor. Çünkü özgürlük ve dürüstlük günün insanına zor geliyor, bunun için çaba harcamak gerekiyor. Schopenhauer de bu yaklaşımdan nasibini alıyor ve felsefesi ilk başta derin bir sessizlikle karşılanıyor. Nietzsche, Schopenhauer’in eğitimli sınıflarla fazla haşır neşir olmadan, devletten ve toplumdan uzak durduğuna dikkat çekerek, bu yönüyle bir örnek oluşturduğunu söylüyor. Schopenhauer’in başyapıtının ilk baskısının artık kâğıt olarak görülüp hamur yapılmasına Nietzsche de değiniyor. Leipzig’de Schopenhauer kitabını bulması bile, satılmayan baskıların sahaflara düşmüş olmasından, kitabının yeni baskısı yapılmamasından kaynaklanıyor. Zamanında bunlar yaşanırken elbette ileriki yıllarda işler tersine dönüyor.
Ona göre sanatçı ya da filozof cesaretle kaçındıkları mevcut düzenle bağdaşmayacak kadar dürüst yaşıyor. Bu durum Schopenhauer’in zamanının insanı olmadığını kanıtlıyor.
Schopenhauer’in zamanla ilişkisini Nietzsche şöyle özetliyor:
Schopenhauer daha ilk gençliğinden itibaren o sahte, kibirli ve kendisine layık olmayan onursuz anneye, zamanına karşı koydu ve onu adeta kendisinden kovarak varlığını arındırdı ve iyileştirdi, kendini yeniden ona yakışır bir sıhhatte ve arılıkta buldu.[15]
Zamana karşı öfkesini belirtmekten hiçbir çekincesi olmayan Nietzsche zamanın dışında olmayı sıhhat sayar. İlginç bir şekilde, yaşadığı zamanla filozof arasında Nietzsche’nin belirttiği metaforik ilişki, ana-oğul arasındaki gerçek ilişkiyle benzeşir. Yalnız Schopenhauer’in gerçek anlamda üvey evlat olmadığını da baştan söylemek gerekir. Schopenhauer üvey evlat değildir, ancak annesiyle kötü bir ilişkisi olduğu bilinmektedir. Aile yılları annesiyle çatışma ve çekişmelerle geçmiştir.
Nietzsche bu durumu göz ardı etmez, kendi yorumunu yapar: “(…) zamanının acayipliği, kibirli ve sanatsever annesinin şahsında tehlikeli bir biçimde yakın duruyordu ona (…)”[16] derken, zamanın gündelik sıradanlığının olumsuz etkilerinin annesinden ona geçebileceği tehlikesini düşünür, bundan sakınmış olmasını kutlar.
Annesi oğlunun iyi bir eğitim alarak ticaret hayatında başarılı bir kariyer yapmasını ya da doktorluk gibi bir meslek seçerek rahat ve saygın bir biçimde yaşamasını ister. Annenin kendi doğruları yönünde oğlundan beklentileri vardır. Annesi aynı zamanda roman yazarı olarak ün yapmıştır. Schopenhauer’in yazdıkları hakkında annesinden aldığı eleştiriler (görmezden gelme), yazarlık konusunda asla uyuşmadıkları gerçeğiyle aralarındaki mesafeyi açar. Hiçbir zaman uzlaşamazlar, birbirlerini alkışlamazlar, yargılar ve yadırgarlar. Yıllar içinde dozu gittikçe artan sert tartışmalar yaşarlar. Birbirlerinden gittikçe uzaklaşan ana-oğul hiçbir zaman anlaşamazlar. Ne aileyi ilgilendiren maddi konular, harcamalar ve yatırımlarda, ne hayatlarını ilgilendiren seçimleri ne de yaşayış tarzlarında. Birbirlerinden uzak kalsalar da, sorunlu ilişkileri sert yazışmalarla mektuplarına yansır. Bir noktada aralarındaki bağ tamamen kopar. Bunun için bir ömre yayılan sebepleri vardır. Schopenhauer zamanına karşı koyduğu gibi annesine de karşı koyar. Ne annesinin ne de zamanının beklentilerini karşılamıştır. Anneden ve zamandan koparak kendi yolunda yürür. Schopenhauer zamanın dışına çıkar, zamana aykırıdır. Anlaşılan o ki filozof kendinden beklenenlerin değil, kendinden beklediklerinin peşine düşmüştü. Böylece süreli olana karşı kalıcılığı yakaladı. Aksi takdirde ne özgünlüğünü bulacak ne de bugün okuduğumuz kitapları olacaktı.
Nietzsche, Schopenhauer’in annesiyle olan çatışmalarını haklı, babasıyla olan ilişkisini saygıdeğer bulmuştu. Babayı kutlar, anneyi yadırgar.
NOTLAR
[1] Friedrich Nietzsche, Eğitici Olarak Schopenhauer, çev. Mustafa Tüzel, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2019, s. 22.
[2] a.g.e., s. 23.
[3] Arthur Schopenhauer, İsteme ve Tasavvur Olarak Dünya, çev. A. Onur Aktaş, Doğu Batı Yayınları, Ankara, 2020, s. 452.
[4] Friedrich Nietzsche, Eğitici Olarak Schopenhauer, çev. Mustafa Tüzel, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2019, s. 36.
[5] a.g.e., s. 38.
[6] a.g.e., s. 41.
[7] Arthur Schopenhauer, İsteme ve Tasavvur Olarak Dünya, çev. A. Onur Aktaş, Doğu Batı Yayınları, Ankara, 2020, s. 452.
[8] Zweig bu hassasiyeti şöyle özetliyor: “Miyop olduğu için masaya dikkatle yaklaşıyor, midesi hassas olduğu için her yiyeceği dikkatle inceliyor: Çayın fazla koyu olmaması, yemeklerin fazla baharat içermemesi gerekiyor, çünkü yemeklerdeki en ufak bir yanlışlık hassas bağırsaklarını bozuyor, hatalı bir beslenme günlerce titreyen sinirlerini altüst ediyor. Ne bir bardak şarap, ne bir bardak bira, ne de başka bir içki; kahve yok, sigara yok, puro yok, yemekten önce de yok, sonra da yok, uyarıcı etki eden, canlandıran ya da sakinleştiren hiçbir şey yok (…).” (Stefan Zweig, Kendileriyle Savaşanlar, s. 260) Nietzsche kendisi de hassasiyetinin boyutlarını kitaplarında yazmıştır. Bunun yanında sürekli baş ağrıları, mide krampları yaşamı boyu peşini bırakmamıştır. Bu kitapla ilgili ilginç olan bir diğer özellikse, hassas ve çok çalışkan, yalnız kişilerden bahsederken ele aldığı isimlerin Nietzsche’nin kitabında aynı cümlede yer almalarıdır. Eğitici Olarak Schopenhauer kitabında Nietzsche, “Bizim Hölderlin ve Kleist’ımız ve daha niceleri, bu sıradışılıktan mahvoldular ve sözümona Alman kültürünün iklimine dayanamadılar (…)” (s. 16) der. Bu nokta, acaba kişiliğine yakın bulduğunu bildiğimiz isimlerle bir kitapta Nietzsche’yi yan yana getirme fikri Zweig’ın aklına bu kitapla, hatta bu cümleyi okuduğunda mı geldi diye düşündürüyor.
[9] Friedrich Nietzsche, Eğitici Olarak Schopenhauer, çev. Mustafa Tüzel, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2019, s. 11.

Suut Kemal Yetkin (sağda)
[10] Böylesi bir bağın sıradışı bir örneği Türkiye’de bulunur: Bedrettin Cömert’in (1940-1978), Suut Kemal Yetkin’e (1903-1980) yaklaşımı Nietzsche’nin Schopenhauer için söylediklerini hatırlatır: Akademisyen ve sanat tarihçi Cömert, Ord. Prof. Yetkin’in Hacettepe Üniversitesi’nde asistanlığını yapmıştır. İş arkadaşlığının ötesinde sıkı bağlar kurmuşlardır. Bu bağ Cömert’in satırlarına, “Babammış gibi sevdim Suut Hoca’yı” ifadesiyle yansır. 13 Haziran 1976’da kaleme aldığı “Suut Kemal Yetkin” başlıklı yazısı Milliyet Sanat dergisinde, Yetkin’in vefatının ardından 4 Mayıs 1980 tarihinde yayımlanmıştır. (Bedrettin Cömert, “Suut Kemal Yetkin”, Milliyet Sanat, sayı: 4, Yeni Dizi, s. 22-23)
[11] Friedrich Nietzsche, Eğitici Olarak Schopenhauer, çev. Mustafa Tüzel, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2019, s. 72-73.
[12] Biyografi yazarları Safranski ve Cartwright, Schopenhauer’in babasının intihar sonucu öldüğü fikrini kimi mektuplarda belirttiğinden bahsetmiştir.
[13] Gioacchino Rossini (1792-1868), İtalyan müzisyen, opera bestecisi.
[14] Arthur Schopenhauer, İsteme ve Tasavvur Olarak Dünya, çev. A. Onur Aktaş, Doğu Batı Yayınları, Ankara, 2020, s. 536.
[15] Friedrich Nietzsche, Eğitici Olarak Schopenhauer, çev. Mustafa Tüzel, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2019, s. 26.
[16] a.g.e., s. 72.
Önceki Yazı

Mutavassıt konuma retrospektif bakış:
Aşk-ı Memnu’yu Saatleri Ayarlama Enstitüsü ile okumak
“Her nasıl ki Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde insandan eşyaya ve eşyadan insana doğru bir akış varsa, Aşk-ı Memnu’da da başlangıçta temessül eden ve tabi olan eşyaların Bihter’in arzularına cevap vermedikleri görülür.”